• Sonuç bulunamadı

1. DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

1.1. Davranıştan İdeolojiye: Tarikatların İdeolojisine Yön Veren Unsurlar

1.1.5. Mistik Lider Şeyh Merkezli Bir Dünya

1.1.5.1. Şeyh ve Velâyet

Mistik-Lider diye tarif ettiğimiz şeyhi mistik kılan, dünya daki makamı, mevkii, gücü ve nüfuzu ne olursa olsun bütün insanlardan ayıran ideolojik aygıtların başında onun velî yani velâyet sahibi olduğuna kesin olarak inanılması yatmaktadır. Şeyhliği bir fenomene dönüştürüp onu ve kurumsal organizasyonu olan tarikatı asırlar ötesine taşı- yan temel güç ve çekim merkezîni oluşturan paradigmanın başında kanaatimize göre bu temel düstur vardır. “Velî ile birlikte kullanılan velayet, ‘vely’ kelimesi kökünden gel- mekte olup Arapça birine yaklaşma, yakınlık, akrabalık imaret, sultanlık, hüküm, valilik, vb. anlamları ihtiva eden bir kelimedir” (Molla Camî, 2011: 23; Çift, 2008: 310-311). Velayetin zirvesi, kulun halkın, zamanî durumlarına göre işlerini idare etmek üzere, Hakk’dan halka icra olunmasıdır.100 Çift’in aktardığına göre Kur’an-ı Kerim’de bu keli-

me velî şeklinde kırk altı, evliyâ biçiminde ise kırk iki defa geçmekle birlikte tasavvuf- taki özel manasıyla kullanımı oldukça azdır. Velî, velâyet kelimelerinin tasavvuftaki anlam ve mahiyetine hadiselrde geçen şekli daha uygundur (Çift, 2008: 310-311).

Hz. Peygamberin vefatından sonra “nübüvvet”in101 bâtını olan “velâyet”in devam

mış: Yüz tane de getirsen birdir hepsi bu sûfilerin; Zira bunlar tek bir bedendir ben ve biz ayrımı yoktur aralarında.” (Schimmel, 2012: 246-247).

99

“Eğer sual ederlerse, tarik içinde niyaz nedir ve secde nedir? Cevap ver ki tarikince teslim olmaktır. İmdi teslimlikten murat başımı ve canımı ve mâlimı yolunuza feda eyledim. Şimdiden sonra benim değil sizindir.” (Taşğın, 2013b: 50).

100

Tasavvuf ıstılahlarında dört türlü velayet vardır: “1. Velâyet-i uzma: Son peygamber Hz. Muham- med’in velayeti, 2. Velâyet-i kübrâ: Diğer peygamberlerin velayeti veya ceberûtî velayet, 3- Velâyet- i vüstâ: Melekütî velayet, evliyanın velayeti 4- Velâyet-i suğra: Müminlerin velayeti.” Geniş bilgi için Bk. (Cebecioğlu, 2009: 287).

101

“Nübüvve, Arapça şan, şeref, yücelik anlamındadır. Hakk’ın zatı isim, sıfat ve bilinmesi için, İlâhî hakikatleri haber vermektir. İki çeşit nübüvvet vardır: 1- Tarif nübüvveti: Zat, sıfat ve isimlerin, Pey-

ettiği ve bu mertebenin Hakîkat-ı Muhammediyye mişkâtından gelen feyz ile kıyamete kadar ışık tutacağı ifade edilmiştir (Eraydın, 2012: 86).102 Hücvirî: “Malum olsun ki,

tümü ile ma’rifet ve tasavvuf yolunun esası ve aslı velâyet ve velâyetin kabul edilmesi esasına dayanır” diyerek tasavvufun temelinin velâyet olduğunu belirtmiştir (Hücvirî,

2010: 273). Yine o “Hakikatte velâyet Hakk’ın sırlarından bir sırdır, bu yola girmeden

anlaşılır hale gelmez. Veliyi veliden başkası tanımaz” (Hücvirî, 2010: 302) diyerek bu

yolu zahiri dünyaya kapatmıştır; Abdurrahman el-Askerî de bu durumu “Velayet batın-ı

nübüvvetdür ve tasarruf-ı kulüb-ı halkdur.” diyerek tarif etmiştir (Erünsal, 2003:

LXXXV).

Tasavvuf ve tarikat esasları hep bu inanç algısı üzerine inşa edilerek sistemleşti- rilmiş, tasavvuf ve tarikatın devlet ve toplum nezdinde hatta sistemin kendi içinde meş- ruiyeti de yine velâyet sayesinde sağlanmaya çalışılmıştır. Velî kavramının bilge ve eren anlamlarıyla diğer büyük dinlerde ve çeşitli mistik sistemlerde de kullanıldığı bunlardan bir kısmının tasavvuftakine benzer özellikler taşıdığı kaydedilmiştir. Ancak sûfîler, Şia’nın velâyet ve evliya konularında söyledikleri sözlerin büyük çoğunluğuna sahip çıkarak hatta bunların bir kısmını daha da ileri götürerek bu kavramın anlam ve mahiye- tini daha ileriye taşıdıkları belirtilmiştir (Çift, 2008: 312; Eraydın, 2012: 90-113).103

gamberler tarafından tanıtılması. Bu bakımdan Peygamberin nübüvvetine, “ta’rif nübüvveti” denir. 2-Teşri nübüvveti: Birincidekilerle birlikte, ahkâm ve edebin, hikmet öğreterek, siyaset uygulayarak, ahlâk ile tebliğ edilmesidir.” Bk. (Cebecioğlu, 2009: 238).

102

Diğer taraftan nübüvvet ile velâyet arasında pratikte birtakım farklılıklar vardır ki bu onların toplum- da karşılanış ve algılanış biçiminde de farklılıklara neden olmuştur. Nebilerin vasfı olan nübüvvette iddia vardır, mücadele vardır. Toplumun ve siyasetin geleneksel yapısına alenen meydan okuma do- layısı ile açıktan düşmanlarını karşıtını yaratma ve sürecin sonucunda da cihad vardır. Oysa nebi gibi velide bir devrim peşindedir. Ancak onu kendisinin de tabi olduğu nebiden ayıran yöntemleridir. Ve- layette iddia yoktur. Velî, “velî” olduğu iddiasında değildir, o sessiz bir devrimden yanadır, tevazu, cömertlik, dünyaya tamah etmemezlik, kendini toplumdan ve onun içerisinde ki birtakım sorunsal- lardan uzak tutma, hayır hizmetlerinde bulunma vb. özellikleriyle o kendisinde ki bu yetinin “veli- lik” çevresince keşfini beklemektedir. Bu iddiasız, köşesine çekilmiş meczup, fakir bir sûfî den baş- kası değildir. Zamanla onun bu esrarengiz halleri toplumun farklı bir yaşam sergileyen bu şahsın far- kına varmasına ve etrafında toplanarak onu takdis etmesine neden olacaktır. Böylece veli sessiz bir muhalefet ile etrafına topladığı büyük toplulukların tek sesi olma kabiliyetini göstererek muazzam bir dönüşümü sağlayacaktır. Mesela Baba Resul ayaklanması tam da böylesi bir sürecin sonucunda çıkmıştır. İsyan hakkında bk. (Ocak, 2011a : 98-107). Peygamberlerin söz konusu mücadeleleri hak- kında bk. Köksal, Peygamberler Tarihi, Diyanet Vakfı Yay., İstanbul 1989, İsmail Yiğit, Peygamber- ler Tarihi, Kayıhan Yay., İstanbul 2008.

103

“Şiîlikte velâyet ve imamet birlikte telakki edilmiş, imametin (hilafet) Hz. Ali’nin hakkı olduğu bunun doğrudan Allah tarafından kendisine verildiği, Hz. Peygamberinde bunu alenen ilan ettiği id- diasındadır. Şia risalet-nübüvvet-velâyete kendince bir yorum getirmiştir. Onlara göre İslâm pey-

Tasavvuf dünyası velâyeti Kur’an-ı Kerim’den aldığı birtakım ayetlerle tevil edip temellendirerek donanımlı bir güce dönüştürüp, toplum belleğinde yer etmesini sağla- mak istemiştir. “İyi bilin ki, Allah’ın veli kullarına (dostları) hiçbir korku yoktur. Onlar

üzülmeyeceklerdir. Onlar iman edip takvaya ermişlerdir.” (Kur’an-ı Kerim, Yunus: 62-

63) ayeti bu hususta en çok zikredilen ilahi mesajlardandır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları içerisinde öyle kullar vardır ki, nebîler ve şehitler

onlara imrenirler, bunun böyle olduğu muhakkaktır.” Ya Resulullah, bunlar kimlerdir,

bize tasfir et, umulurki onları severiz denilince, Hz. Peygamber buyurdu ki: “Bunlar

öyle bir topluluktur ki, mal ve kazanç söz konusu olmaksızın sırf Allah’ın ruhu ile seviş- mişlerdir. Nurdan minberler ve köşkler üzerindeki yüzleri de nurdur. Halkın korkacağı zaman (olan kıyamet gününde) onlar korkmazlar, insanların mahzun oldukları vakit onlar hüzünlenmezler” Hz. Peygamber bundan sonra: “Allah’ın evliyasının üzerinde korku yoktur, onlar mahzun olacakta değillerdir.” mealinde ki ayeti okumuştur. Yine

Hz. Peygamber der ki: “Ulu ve yüce Allah buyurmuştur ki: Kim benim velilerimden bir

veliye eza eders, bana karşı savaşmayı helal saymış olur.” (Ayet ve hadisleri aktaran:

Hücvirî, 2010: 275). Şüphesiz bu hadis ve ayetler alt alta sıralanırken, tasavvuf dünyası- nın temelini oluşturan velayet inancına nastan kuvvetli deliller bulunduğu düşünülmek- teydi.

Diğer bir yolda tasavvufta pek sık kullanılan tasnifler yoluyla velayeti meşru bir zemine oturtmak şeklinde olmuştur. Velâyet hâkim ve mutasarrıf olmak manasındadır; bunun çeşitleri vardır. “Birincisi, ilâhî olan mutlak velâyet. Bu velâyet bütün nebiler ve velilerdeki velâyetleri câmi’ ve bütün eşyanın hususi vecihlerini ve bil cümle mevcutla- rın a’yan-ı sabite (değişmeyen hakîkat)lerini ve hakikatleri müştemil olan velayettir; ikincisi ise, Velâyet-i Hassa-i Muhammediyye. Bu velâyet, ilahî olan bütün isim ve sı- fatları câmi’ olan vücûb ve imkân-î hakikatlerin hepsinin feyiz yeri olan ilâhî mertebe- lerdir. Bu velayet “hâtem-i Enbiyâ” bâtınıdır. Bütün nebî ve velîler ilimlerini bu ma- kamdan alırlar” (Eraydın, 2012: 88; Kara, 2012b: 97).

gamberi bu üç sıfatı yani veli-nebi ve resul sıfatlarına haizdir. Ondaki velâyet sıfatı diğer ikisinin kaynağı, temeli ve dayanağı olarak diğer ikisinden mümtaz ve üstündür. Her ne kadar velâyet sıfatı diğerlerinden üstünse de nebi-resulün mertebesi herkesten üstündür. Çünkü o kişiliğinde her üç nite- liğide taşımaktadır.” (Çift, 2008: 313).

Gerçekten de bu naslar ve kullanılan metotlar toplum ve iktidarlar nezdinde etkili birer propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Artık veli ile dost olmak Allah ve peygam- beri ile dost olmaya onlara düşmanlık etmek ise Allah’ın gazabını ve düşmanlığını celp etmeye eş değer görülecektir.104 Zira velayet tarih boyunca çok güçlü psikolojik ve sos-

yolojik bağlarla sarmaladığı toplumlardan büyük bir teveccüh göre gelmiştir. Söz konu- su bu psikoloji Molla Câmî’nin şu ifadelerinde açıkça görülmektedir:

“…Onun nefs arzuları gözü, iki cihan arzusundan da kurtulur: Onlara artık nazar etmez. Daha başka şeylerle hatta zikir gıdası alır, beslenir… Öyle bir makama ve mertebeye çıkmaya hak kazanır ki, sultan eli onun konduğu yer olur. İş bu taife (veliler/şeyhler), kâinatın özü, yüce Hakk’ın halifeleridir. Peygamberlerin dahi varisleri olmuşlardır. Onlara salât ve selâm olsun. Hz. Resulullah bu manada “Ümmetimin bilginleri, İsrailoğullarının peygamberleri gibidir.” buyurmuştur (Molla Câmî, 2011: 89).

İlk sûfiler, “şeyh, kendi cemaati içinde, ümmeti içindeki peygambere benzer” ha- disini tekrarlarken sonraki sûfîler peygambere gösterilen derin saygıyla ilgili olarak-

“fena fi’ş-şeyh” yani ‘şeyhte fani olma’ mertebesini geliştirdikleri ve bu mertebenin

Peygamber’de fani olma ‘fenâ fi’r-Resûl’ yolunu açtığı kaydedilmiştir. Kimi tarikatların sülukunun üst seviyelerine ulaşmış bir sâlikin, Âdem’den İsa’ya kadar İslâm peygam- berlerinin makamları arasında yükseldiği, çoğu sûfînin bu mertebelerin birinde kalması- na rağmen kâmil olan şeyhin, Hz. Muhammed’de fâni olduğuna, böylece bu kişinindoğ- rudan Allah tarafından bahşedilmiş bir mürşitlik ile müritlerine yol gösterdiğine inandık- ları belirtilmiştir (Schimmel, 2012: 252; Hücvirî, 2010: 19,119; Kara, 2012b: 121-124). Mevlâna Hadimi bu güce haiz velâyetin, tasavvufu nasıl erişilemez diğerleriyle kıyasla- namaz ulvi bir noktaya taşıdığını şu cümlelerle ifade eder:

“Tasavvuf öyle bir ilimdir ki batıl ne onun önüne geçebilir, ne arkasından gidebilir. Ne önünde bir eğrilik vardır ne de sonunda. Bütün âlimlerin ilmi hâkimlerin hikmeti bir araya ge- lip onun kuruluşundaki bir şeyi değiştirmek isteseler ve ondan hayırlısını yerine koymayı arzu etseler gerçekten bu arzu ve isteklerine yol bulamazlar. Çünkü o, nübüvvet kandilinden alınmış bir nurdur; nübüvvetten öte ışık alınacak bir nur yoktur” demiştir ( Molla Camî, 2011: 1).105

104

Mevlânâ Şemseddin Tebrizî şöyle dedi: “Kim peygamberleri görmek isterse Mevlânâ’ya baksın. Peygamberlerin hal ve hareketleri ondadır. O peygamberler ki, onlara rüya ve ilham değil, vahiy gel- di. Peygamberlerin huyu iç temizliği ve tanrı erlerinin rızasına bağlılıktır. Şimdi cennet Mevlânâ’nın hoşnut olmasında, cehennem ise kızgınlığındadır…” (Eflakî, 2012: 263).

105

Ebû Ali Cürcânî’ye göre ise velî, “Kendi halinden fâni, Hakkı müşahede de bâkî

olan kimsedir. Ona kendi nefsinden yana haber vermek, Hakk’ın gayriyle karar kılmak yoktur.” (Molla Câmî, 2011: 24).

Bütün bu anlatılanlardan anlaşıldığına göre, tasavvufta yer alan şeyhlerin peygam- berin doğal varisleri olduğundan, diğer dinlere karşı sergilenen hoşgörülü ve sempatik yaklaşımlara, mehdi iddialarıyla ortaya çıkmalarına kadar birçok meselenin doktrinel temellerinin burada gizlendiği açıkça görülür.106 Şu halde peygamberin yolunu takip

edebilmek için onunla mümin arasında kılavuzluk edecek olan bir şeyhin, mürşidin var- lığı kaçınılmaz olarak görülmektedir. İsmail Rusûhî Ankaravî’de nebiler ve veliler saye- sinde sırlara ulaştıklarını ve her türlü beladan kurtulduklarını ifade ederek konuya sosyo- kültürel ve sosyo-psikolojik bir derinlik kazandırır.107

Peygamberlerin halifesi durumunda olan velîler/şeyhler, velâyeti sadece avama karşı değil aynen nebîler gibi âlimler ve sultanlar da dâhil olmak üzere, siyasal ve top- lumsal katmanların neresinde olursa olsun herkese karşı yapmak yetkisine sahip olduk- ları inancını toplumun ortak hafızasına kazımışlardır. Bu hususta Dağıstânî kendisine sorulan “Büyük âlimler ve İslâm hukukçuları (fakîhler) tarikatlardan birine girdiler ve o tarikat şeyhlerinden birini yol gösterici mürşid olarak benimsemediler mi?” sorusuna:

“Manevi hayatında irfân, gönül dünyasında kemâl isteyen kimse, yol gösterici, kâmil ve güvenilir bir mürşid edinmelidir.… Bu durum Edille-i Erba’a (Kitap, Sünnet, İcma-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukaha) ile sabit olduğu gibi bütün semavi dinlerin sarih beyanı ve tevsik edilmekte- dir… Şeyhülislâm, Zekeriyyâ el-Ensari: Tasavvuf ve tarikat büyükleriyle bir araya gelmeyen her fakih kupkuru katıksız bir ekmek gibidir. Zira ilim ağır sorumluluklar isteyen bir haslettir.

vahyin gelmesi ile gerçekleşir. Bunun tasdiki zorunludur. Kim bunu reddederse küfre düşer. Velâyet ise Allah’ın seçtiği kişinin sözünü üstlenmesi ile olur. Bu ruh aracılığıyla değilde başka bir yolla olur… Nübüvvet bürhân ile olur, velâyetin kendisi bürhândır”. (Çift, 2008: 356).

106

“Diğer nebîlerin velâyetinden olan Velâyet-i Muhammediyye dört çeşittir. Bu dört nevi velâyetin, her nevi’nin bir hâtemi vardır. Sûrî ve manevi tasarruf arasını câmî olup, hilafete yakın olan Mu- hammedî velâyetten birinci nevi hâtem Hz. Ali kabul edilir. Bu hâteme “hatem-i Kebîr” denir; ikinci nevi hâtemin Mehdî olduğu beyan edilir. “hâtem-i Sagir “ denir; üçüncü nevi hâtemine “hâtem-i as- gar” denir. Bu velayet nevi’ne sahip olan kimse sûrî ve manevi tasarrufun arasını câmi ve fakat sade- ce manevi tasarrufa malik olup hilafete yakın olmayan hilafet nevi’nin hâtemidir; dördüncü nevi ise Hz. İsa olarak bilinir.” (Eraydın, 2012: 88-90).

107

“Rabbimizin elçileri ve Halikımızın velileri “Hakk”ı getirdiler ve bizleri hakikat cennetinin ve mari- fet bahçesinin yollarını gösterdiler. Bize bu dünya da veliler ve nebilerden miras kalmıştır. O Allah’a şükrolsun ki, bizler ariflerin ve asfiyanın sırlarına ulaştırarak zahmeti bizden gidermiş, hüzün ve be- layı uzaklaştırmıştır.” (İsmail Rusûhî Ankaravî, 2008: 21).

Nefsin âlimlere karşı kurduğu tuzaklar pek çok ve çeşitlidir. Değil öğrenciler, çoğu zaman âlimler bile kendilerini onun ağına düşmekten kurtaramazlar” diye cevap vermiştir (Dağıstânî, 1992: 10).

Zira Dağıstan’inin bu fetvasından çıkartılacak önemli sonuçlar vardır. Bir kere Dağıstânî, ehl-i sünnet paradigmasının temel hukuki esaslarını referans göstererek tari- katları ve tasavvufu hem toplum hem de devlet nezdinde yasal ve meşru bir zemine oturtmakta bu konuda yapılan ve yapılacak olan tartışmaların önünü kesmektedir. Diğer taraftan medrese-tarikat, âlim-şeyh ikililerinden birincileri ikincilere tabi kılmakta hatta birincisini ikincisine ulaşmak için bir merhale olarak derecelendirmektedir. Zira nefsin tuzaklarından kurtulmak hususunda öğrencisi kadar âlim bir fakih de acz içerisindedir ve bir şeyhe intisap ederek kendisini onun rehberliğinde kurtuluşa erdirmelidir. Oysaki velîler durmadan günah işlemezler, çünkü onlar günah işlemekten korunmuşlardır. Za- man zaman onlardan bazı hatalar meydana gelmiş olması da bu durumu değiştirmez. Cüneydî Bağdadî’ye sorulan, irfan sahibi bir velî zina eder mi? sorusuna Bağdadî şöyle cevap vermiştir: “Allah’ın emri yerine getirilmesi gereken bir kaderdir. Onun bu yolda

bir emri varsa geri çevrilmez. Bu yoldan, bir irfan sahibinin hata işlemesi çok görül- mez” (Molla Camî, 2011: 26). Böylece tasavvuf ikliminde velî, içinde bulunduğu top-

lumun bütün aktörlerine yeni bir psikolojik korunma eşiği daha kabul ettirmiştir. Zira başkalarının suçlanıp, ayıplanıp, cezalandırılacağı bir suçu işlemeleri halinde bile suç- lanmaları bir yana suçu işlemelerinde bir hikmet aranacaktır.

Velâyet doktrinin en güçlü kalelerinden birisi de şüphesiz silsile meselesidir. Yu- karıda velâyetin nasıl nâs yoluyla sağlam ve güçlü bir meşruiyet zeminine oturtulmaya çalışıldığı izaha çalışılmıştı, şimdi ise şeyhin bir silsile aracılığıyla dört halifenin birisine ve oradan da Hz. Peygambere kadar uzanan bir zincirin çok önemli (ilahi) bir halkası olması hususu üzerinde durulacaktır. Şu durumda ulemanın ve sultanın elit bürokrasisi karşısında duran şeyhin üzerinde oturduğu ‘makam-ı şeyh’ manevi bir silsile vasıtasıyla Hz. Peygambere ulaşmış ruhani bir makama dönüşüvermiştir (Köprülü, 2013: 127; De- mir Baba, 2011: 8; Akhisarlı Şeyh Îsâ,2003: 7). Bu ruhani lider karşısında diğer siyasal ve toplumsal organizasyonların bütün makam ve mevkiileri yokluk hükmündedir, yani

bir “hiç”tir.108 Kaldı ki tarikata giren âlim, bürokrat, zengin bir tüccar veya bir sultan

olsa bile tarikat usul ve erkânına uymak zorundadırlar, dolayısıyla sülûkun en alt basa- mağından başlayacaklar ve “tâlib, mürîd, sâlik ve vâsıl” derecelerinden (Eraydın, 2012: 89) oluşan bu hiyerarşik düzenin muhtemelen en alt basamağı olan tâlib derecesinde olacaklardır. Bu durumda şeyh gerek idari işlerle uğraşan Hanedan, Seyfiye ve Kalemi- ye’ye karşı, gerekse devletin meşruiyetinin yasal dayanağı olarak gördüğü ve bu nedenle çok önem verdiği ilmiyeye karşı hem ferdi hem de sosyolojik anlamda üstün bir psikolo- jik mevkii elde etmiş durumdadır. Zira bir kez daha Mensching’in tabiriyle din adamları sınıfının her yerde organize bir hiyerarşik düzen meydana getirme meyli başarılı olmuş (Mensching, 2012: 254) şeyhler son derece güçlü bir silsile ile kendilerini Hz. Peygam- ber’e bağlayarak dinin ve mistisizmin etkili olduğu çağlarda toplumun bütün katmanla- rında seçkin bir konuma ulaşmışlardır.109

Silsile tarikatın siyasi birtakım emellere evrildiğinde bile velâyetin somut delili olarak en güçlü propaganda araçlarından birisi olmuştur. Kızılbaş çevreler için çok önemli bir yol ve erkân rehberi olan Şeyh Sâfi buyruğunda bu durum açıkça görülür, nitekim Erdebili şeyhleri daha siyasete başlamadan çok önce kendilerini seyyid ilan et- mişlerdir: “Yirmi ikinci tacın dairesi on iki imama erişmektedir. Yirmi altıncı tacın ha- yatı nedir deseler. Cevap ver ki pir elinden giymektir. Pir ariftir. Muhammed Ali’ye ik- rar edendir” ( Taşğın, 2013b: 28).

108

Sayar’ın sufî psikolojisini izah için aktardığı bir hikâye tam da bu durumu izah etmektedir: “Sultana ait büyük bir ziyafet salonunda herkes sultanın gelmesini bekleyerek belli bir sıralamaya göre otur- muşken, kılıksız bir adam salona girdi ve herkesten önde bir yere oturdu. Adamın kabalığı Baş veziri kızdırdı ve kendisine kim olduğunu, vezir olup olmadığını açıklamasını istedi. Yabancı, daha üst bir mevkide olduğunu söyledi. Şaşkına dönen Baş vezir, kendisinin baş vezir olup olmadığını sordu. Zi- yaretçi, baş vezirden de üstün olduğunu iddia etti. O halde kendisinin sultan mı olduğu sorulduğunda, adam onunda üstünde olduğunu söyledi. “O halde peygamber olmalısınız” dedi, Baş vezir. Adam, bir peygamberinde üstünde olduğunu öne sürdü. Baş vezir hiddetle bağırdı: “O halde siz tanrımısınız?” Adam soğukkanlılıkla cevap verdi “Ben O’nun da üstündeyim”. Baş vezir, hakir gören bir tavırla “Tanrının üstünde ne olabilir ki?” dedi. Adam cevapladı: “Elbette ki hiçbir şey. Şimdi benim kimli- ğimi biliyorsunuz. Hiçbir şey benim dedi” (Sayar, 2013: 70).

109

Halveti Şeyhlerinden Bursalı Ahmed Lûtfî Efendi Hacı Bektaş Velî’nin silsilesini şu şekilde gösterir: “Hacı Bektaş Velî – Şeyh Lokman-ı Perende – Hoca Ahmed Yesevi –… İmam Ali Rızâ – İmam Mu- sa Kâzım – İmam Cafer-i Sâdık – İmam Muhammed Bakır – İmam Zeynü’l Âbidîn – İmam Hüseyin – Hz. Ali.” (Köprülü, 2013: 127). Yine Demir Baba’nın silsilesi için bk. (Demir Baba, 2011: 8); Bir Bayramî şeyhi olan Îsâ’nın silsilesi için bk. (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 7).