• Sonuç bulunamadı

1. DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

1.1. Davranıştan İdeolojiye: Tarikatların İdeolojisine Yön Veren Unsurlar

1.1.5. Mistik Lider Şeyh Merkezli Bir Dünya

1.1.5.4. Şeyh ve Kerâmet

Kerâmet peygamberlik iddiasıyla herhangi bir ilişkisi bulunmayan bir kişiden ha- rikulade/olağanüstü bir hususun zuhur etmesidir. Hücvirî “Bilinmelidir ki üzerinde tekli-

fin sıhhatli olması vaziyetinde veliden kerametin zuhur etmesi caizdir. Ehl-i sünnet ve’l- cemaattan iki fıkra (Eş’ariler ve Maturidîler) bu hususta ittifak etmişlerdir. Kerâmet aklende imkânsız değildir” (Hücvirî, 2010: 281; Kuşeyrî, 1991: 531) diyerek kendince

“…Teklif zamanında, sadık ve samimi bir velinin elinde harikulade bir fiilin zuhur et- mesinde acaba ne gibi bir fesat tasavvur edilmektedir? Şayet bu nevi şeyler Allah Teâlâ’nın gücü dâhilinde değildir derlerse bu sapıklıktır. Eğer bu gibi hususlar Allah Teâlâ’nın kudreti dâhilindedir ama bunun bir veliden izhar edilmesi, nübüvvetin iptal edilmesi ve ondaki hususi- yetin reddedilmesi manasına gelir, derlerse bu da mümkün değildir. Zira kerâmetler velilere mahsustur” (Hücvirî, 2010: 281).

Emir Buhari’de asırlar sonra aynı inancı ve kanaati ortaya koyarak yerleşmiş bir ideolojiye işaret etmiştir: “Keramet Allah’ın veli kullarından ortaya çıkan olağanüstü

haller veya sözlerdir.”(Kurnaz-Tatçı, 1999: 61). Kuşeyrî’ye göre, kerâmetin harikulade bir fiil olması, velinin velâyet sahibi olduğunun ispatıdır (Kuşeyrî, 1991: 531).

Dolayısıyla velâyet ve kerâmet kavramlarının birbiri ile sıkı bağıntılar içinde ol- dukları görülür.128 Her velinin, fiilen kerâmet sahibi olması şart değildir ancak her ermi-

şin kerâmet sahibi olduğu kabul edilir ve kerametler tasavvufî çevrelerce kaleme alınan eserlerde sıklıkla zikredilir. Her anlatılışında bu kerâmet öyküleri sufî çevrelerde ve halk muhayyilesinde sanki yeni olmuşçasına heyecan yaratır (Uludağ, 2008: 56; Eraydın, 2012: 123-125; Kara, 2012b: 118-120). Öyleki bu hikâyelerden tarikat topluluğunu mo- tive etmesi, davaya olan inancı, mutlak kurtuluş yolunda gayreti, şeyhe ve kurucu pire olan bağlılık ve sadakat duygularını güçlendirmesi, çevrede şeyhin, tarikatın nüfuz ve itibarını artırması beklenir.

Ulema da mutasavvıflar da kerâmeti veliye değil, velinin tabi olduğu nebiye bağ- larlar. Yani velîlerde zuhur eden kerâmetler, bu velilerin tâbi oldukları nebîlerin devam eden mucizeleri olarak kabul edilir. Bu görüşe göre zaten mucize ile kerâmet arasında mahiyet olarak bir fark yoktur, ikisi de Allah tarafından yaratılan olağanüstü olaylardır (Uludağ, 2008: 55, 108; Hücvirî, 2010: 282). Zikredilen farklar ise şeklidir. Mesela İbn. Furek’e göre mucize ile kerâmet arasındaki fark şudur: “Peygamberler mucizeyi açık-

lamakla memurlar, kerâmeti saklı ve gizli tutmak ise veliler üzerine vaciptir.” (Kuşeyri,

128

Nitekim bir menakıba göre, Cuma namazına gitmek için hazırlık yapan Akhisarlı Şeyh Îsâ dervişle- rine “Hazır olun Cuma namazın kılalum. Dahi Rabbim bana emr itdi, yerine koyalım. Ve bir iş ide- limki âleme dâsitân olsun” der. Dervişlerde: “No’la himmet eyle sultanım velâyetin eseri zahir olsa” derler. Namaz sonrası şeyhin elini öpmek için sıraya giren dervişlerden birisinin beline sarılan Şeyh “niçin küfürle yürüyorsun?” diye sorar. O kişide İslâm kılığına girerek azizlerin nasihatlerini dinle- mekteki muradının bu kişiler içinde ehlullahtan kimse varmı bilmek ve kendi sırrını ortaya dökene tabi olmak olduğunu söyler ve ona bağlanır.” (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 120).

1991: 533; Hücvirî, 2010: 282). 129

Keramet hikâyeleri Kur’an’da anlatılan kıssalara, peygamberlerin başından geçen hikâyelere benzetilir: “Ant olsun ki, biz insanlara her çeşit meseli verdik” (İsrâ 17/89)

“Onlara türlü türlü misaller getirdik” (Kehf 18/45; Rûm 30/58; Zümer 39/27). “Pey-

gamberlerin hal tercümelerinin anlatılmasına İlm-i Ahbâr-i Enbiya ve Kısasu’l Enbiya adı verilir. Evliyanınkileri anlatana da İlm-i Hikâyeti’s-Salihîn denilir. İki ilimde de amaç aynıdır: Kıssadan hisse almak, meselden ders çıkarmak.” (Attar, 2012: 37-38). Taşköprüzâde bunu “Ahvâl-i sülahâ ve ebrâra, menâkıb-ı meşâyıh-i kibara nice kemâli

itina ve itibar edilmiştir. Bu ilmin mevzuu, garazi ve gayesi açıktır. Menfaatı, ecell-i menafi ve Azam-ı metalib idugini her mübtedi ve talib-i bi-reybu güman fehm ve izam eder.” diye anlatır (Aktaran: Attar, 2012: 37-38). Nitekim Cüneyd-i Bağdadî’ye evliya-

nın kerâmet ve menkıbelerinin anlatılmasında müritler için ne fayda var? diye sordukla- rında: “Onların sözleri Allah’ın askerlerinden bir askerdir. Onunla kalbi kırılmış müri-

din kalbi güçlendirilir, bu askerden yardım görür.” karşılığını vermiştir (Attar, 2012:

47).

Böylece kerâmetin de diğer hususlarda olduğu gibi naslarla temellendirildiği ve peygamber mucizeleri ile kıyaslanarak geçerliliği kabul edilen bir zemine yerleştirildiği görülmektedir. Ayrıca fakihler ile kerâmet sahibi velîleri karşı karşıya getiren bu hususa nastan deliller getirmek suretiyle hem fakihler hem de toplum nezdinde yasal bir meşru- iyet alanı açılmaya çalışıldığı da ortadadır. Zira XIX. yüzyıl Osmanlı âlimi (Müftü) ve aynı zamanda meşâyihinden olan Dağıstanî’nin kerâmetle ilgili şu soruya verdiği cevap, hem Sünnî çevrelerde hem de Osmanlı merkezî idaresince olaya nasıl bakıldığı konu- sunda bizi aydınlatmaktadır:

“Evliyaullah’ın kerâmeti hak ve fıkhi delillerle sabit midir? Velîlerin kerâmet gösterme- sine karşı çıkan ve inkâr edenler ehl-i sünnet’ ten sayılır mı? Cevap: Velîlerin kerâmet göster- mesi hak ve dini delillerle sabittir. İnkâr edenler ise ehl-i sünnet haricindedir. ” (Dağıstanî,

129

Mucizelerle kerametlerin aynı şey olmadıklarını izah eden Hücvirî şöyle demektedir: “İmdi malum olsun ki, mucizenin sırrı izhar, kerâmetin sırrı kitmandır (gizli tutmaktır). Mucizenin semeresi başka- larına aittir, kerâmet ise sahibine hastır. Mucizenin sahibi elindeki mucizeden haberdardır, fakat velî kendinden zuhur eden olayın kerâmet olduğuna katiyetle hükmedemez…” (Hücvirî, 2010: 282-285).

1992: 184).130

Buraya kadar yapılan izahatlardan anlaşılacağı üzere sûfîlik kerâmet olayına mu- cize gibi olmuş bitmiş ve sonu gelmiş bir olay olarak değil, halen devam eden ve kıya- mete kadar, sufilikle birlikte devam edecek olan bir olay olarak görmekte ve onu dini, mistik yaşantısının merkezine yerleştirmektedir (Uludağ, 2008: 56). Velayet ile doğru- dan ilintilendirilen bu meselenin sürekliliğinin sağlanması şeyhin karizmatik liderliği için önemli görüldüğü düşünülebilir. Çünkü kerâmet şeyhlerin etraflarında mürid daire- leri oluşturma, toplumsal bir tabana kavuşma yolundaki en önemli argümanlarından biri- si konumundadır. Şeyh hakkında anlatılan bu tür hikayeler öncelikle şeyhin manevi ter- biyesi altında yetişen dervişler tarafından oluşturulmuş sonra da dilden dile yayılmıştır. Bu hikayeler genellikle şeyhin ölümü ardından belki birkaç asır sonra o silsileyi takip eden müridler ya da halifelerce kaleme alınarak menakıbname, velayetnâme türü kitap- lara dönüştürülmüşlerdir. (Seyyid Ali Sultan, 2007: 43-44). Halk arasında manevi gücün en açık kanıtı olarak algılanan kerametlere dair bu hikâyelerin dinin şer’i kaidelerinden daha fazla ilgi çektiği ve kitleler üzerinde çok daha fazla etkili olduğu açıktır.

Kerâmetlerin zamana, mekâna, toplumun ihtiyaçlarına göre şekillenmesi teolojik olduğu kadar sosyolojik bir olgu olarak da ele alınması gerektiğini göstermektedir. Zira bu olağanüstü hikâyeler durduk yere şeyhlere atfedilen rastgele olaylar değildir. Kanaa- timize göre kerâmetler tasavvufun meşruiyetini sağlamak, o zamanda tasavvuf çevrele- rinin savunduğu bir ideolojiyi ya da düşünceyi yaymak, tarikatın adının karıştığı bir olayda tarikatı haklı göstermek, tarikatın toplum içerisindeki güç ve prestijini pekiştir- mek, tarikat etrafındaki toplumsal ağları genişletmek gibi ihtiyaçlar doğrultusunda orta- ya atılmışlardır. Misal vermek gerekirse Şiîlerin Muharrem ayinlerinde üstlerini başları- nı yırtıp kafalarına vurmaları gibi dinsel geleneklerin yaygın olduğu yerlerde anlatılan

130

XI. Yüzyıla doğru Sünnî tarikat çevreleri ve ulemasında da kerametin kabullenilmeye başlandığı ve ilerleyen süreçte Sünnî akaidi ve kelamı içerisine monte edildiğini ileri süren çevreler ya da bunun tersini savunanlar da vardır. Daha İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin el-Fıkhu’l Ekber isimli eserinde mucizeden bahseder: “Evliyanın kerâmetleri vardır.” Ünlü Hanefi âlimi Ebu Cafer et-Taharî (ö. H. 321) “Evliyadan gelen kerâmete ve güvenilir ravilerin onlara ait olmak üzere naklettikleri kerametle- re iman ederiz.” demiştir. Söz konusu bilgiler için bk. (Uludağ, 2008: 133). Daha tasavvufun ilk de- virlerinde Sünnî âlimlerin önde gelenlerinde hâsıl olan bu kanaatin asırlar boyu pek değişime uğra- maksızın devam ettiği anlaşılmaktadır.

menkıbeler bu tür ritüelleri meşrulaştırır türdendir.131 Yine Osmanlıların Balkanlara giri-

şi ile birlikte bölgeye giden şeyh ve dervişlerin etrafında hep dönemin en önemli mesele- lerinden birisi olan fütuhat ve cihat ile ilgili kerâmetler ve hikâyeler türetilmiştir. Gaza ve fütuhat hareketleri, katılan şeyh ve dervişler için kerâmetler genellikle zaferle ve kâfirlerin İslâmlaşmasıyla sonlanmıştır. Balkanlara geçen bir Türk kolonisi içerisinde olduğu anlaşılan Sarı Saltık’ın kerametleri Hıristiyanlara ders vermek, tahta kılıcıyla ejderha öldürmek, her ne yaparsa yapsın yaptıkları ile çevresindeki gayrimüslimlerin Müslüman olmasına neden olmak gibi neticede ulvi bir davaya hizmet etmek şeklinde- dir.132 Müslüman beldelerinde ise karâmetler, şeyh ve dervişlerini küçümseyen, onlara

zarar vermek isteyen ya da onların sahih şeyh ve dervişler olduklarına inanmayan kişi ve çevrelerle bir hesaplaşma, neticede topluca şeyhe iltihak şeklinde sonuçlanmıştır.133 Kerâmet sonucunda genellikle hata edenler pişman olmuş, şeyhin huzurunda tevbe ede- rek onun müridliğine girmişler bazen de korkunç şekilde şeyhin gazabına uğramışlar ancak bunu gören diğer insanların irşadına vesile olmuşlardır.134

Şeyhler kerâmeti, hem tarikatın hem de dini ve gündelik yaşamın içinde bulunan bir sürü unsur ile ilişkilendirmişlerdir ki bunlardan birsi de “tevbe” dir. Tevbe şeyhlere kerametlerle içkinleştirilmek suretiyle sadece insan değil aynı zamanda toplum psikolo- jisini de yönlendirmelerine fırsat vermiştir. Son derece teolojik duran tevbe sayesinde

131

Bu menkıbelerden birinde, “Veysel Karanî Medine’ye gelir, Hz. Peygamberin vefat ettiğini haber alır ve yaşantısını öğrenmek ister. Bir dişinin Uhud Savaşı’nda kırıldığını öğrenince Onun çektiği acıyı ben de çekeyim diyerek bir dişini kırar. Sonra peygamberin kırılan dişi belki bu değildir diyerek baş- ka bir dişini daha kırar. Kırılan diş hususnda tereddütü devam edince bütün dişlerini kırar. Sonra aynı gazada peygamberin yüzünün yaralandığını haber alınca bu sefer yüzünü de yaralar, yere yatıp sırtını çiğnetir.” (Attar, 2012: 39).

132

Sarı Saltık’ın menkıbeleri daha sonra Rumeli ve Balkanlara geçen Kızıldeli Sultan, Otman Baba gibi diğer Anadolu Abdallarına ilham kaynağı olmuştur. Sarı Saltık için bk. Ocak, Sarı Saltık, s. 38-54. 133

“Sultan Bahâ Veled’den vaaz vermesini ısrarla rica etti. Şehrin erkek ve kadın bütün halkı oraya toplandı. Mevlânâ vaazında haşr ve neşr, kıyamet gününde insanların durumu gibi konulardan bah- setmekteydi. Birdenbire mezarın birisi açıldı ve kefenine bürünmüş bir ölü çıktı ve “Ben Tanrı’dan başka bir Tanrı olmadığına ve Muhammed’in Tanrı’nın elçisi olduğuna şahadet ederim” dedikten sonra tekrar mezarına girdi. Bu korku karşısında orada bulunanlardan binlerce kişi kendinden geçti ve birçoğu orada can verdi… O gün o kadar kadın ve kişi mürit oldu ki, sayılamaz…” (Eflâkî, 2012: 87-88).

134

Akhisarlı Îsâ menakıbında şeyh ve dervişlerinden haksız yere para alan köylüler, şeyhin kerâmeti karşısında topluca tevbe edip kurbanlar kesip şeyh ve dervişleri için üç gün ziyafet verip 100 akçe fazlasıyla şeyhin parasını geri öderlerken, Kaygusuz Abdal vilâyetnamesinde de Abdal Musa’ya kafa tutan Kılagılı İsa bu köylüler kadar şanslı olmayıp bu hatasını korkunç bir şekilde canı ile ödemiştir (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 31-32, Kaygusuz Abdal, 1999: 94-97).

şeyhler ve tarikatlar toplum üzerinde sosyo-psikolojik ve sosyo-ekonomik bağlar kurup, kazanımlar elde etmişlerdir. Tevbe için kapıya gelenler bu ilahi güçlerle donandığına inandıkları şeyhler ve dervişler sayesinde tevbelerinin kesin olarak kabul olacağına ina- narak bir şükran göstergesi olarak ekonomik güçleri nisbetinde şeyhe hediyelerle, kur- banlarla birtakım ayni yardımlarla gelmişlerdir.135 Nitekim bir menkıbeye göre, be-

zirgânlar birgün denizde sefer halinde iken kâfirlerin saldırısına uğramışlardır. Be- zirgânlardan birisi: “Ne durursuz bezirgânlar! Siz bu kadar malınız ve kumaşınız var.

Rum azizlerine kullar ve kurbanlar adayın. Dahi niye sakınursuz. Bir saate varmaz eli- nizden kâfirler alur” didi. Bunlar dahî ol reisin sözüyle, Rum azîzlerinden kim yetişüb muîn olub görünürse bir Arab kul virelim nezirlerimiz olsun, didiler.” Bu hikâyenin

sonunda Şeyh bezirgânları kurtarmış ve onların şeyh için adadığı Arabı alıp onlara hayır duada bulunmuştur (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 67). Burada dikkat çekilmek istenen hu- sus kerâmetin gündelik yaşam içerisinde güçlü bir propaganda aracı olarak kullanılma- sıdır. Diğer taraftan kerametlerin sadece müridlerin ve derviş topluluklarının algılarını yönetmekle kalmadığı aynı zamanda onlara sosyo-ekonomik bir güç de sağladıkları an- laşılmaktadır. Kerametler sonucu genellikle şeyhten şüphe edenlerin tövbesi ve ona kur- banlar ve hediyeler sunmasıdır.

Kerâmetin velî için ulaşılması zorunlu bir hedef olmadığında da sufiler birleşseler de kerâmet tasavvuf ve tarikatın zihniyet dünyasını meşgul eden en güçlü olguların ba- şında gelir.136

Her velî için mutlaka kerâmetler izhar edilmesi, küllüyatlı menkâbeler dile getirilmesi ve kaydedilmesi bu durumun açıkça göstergesidir. Hatta çoğu zaman kerâmetler tarikat şeyhi ve dervişlerin çevresindeki insanlarla, köylülerle, konargöçerler, tüccarlar, seyahat edenler ile ilişkilerinde belirleyici bir rol üstlenmiştir.137 Nitekim Os-

135

Bu hadiseye açıklık getiren bir kerâmet öyküsünde, Akhisarlı Şeyh Îsâ Kayseri’den gelirken Akhisar yakınlarında Karkun köyünün altında bir kaba ağaç dibine oturmuş, âlemini oraya dikmiş, o gece ağaç üzerine üç kez nûr inmiş ve budurumu köylüler görmüştür. Bütün köylü şeyhe gelerek elini öpüp tevbe almışlardır. “Bu durumu işiten Akhisar halkı birin, ikin, dört yüz miktarı âdem cem olup, yüz seksen miktarı kişi tevbe aldı. Şehirden ve köyden on dört kurban geldi. İkisin deve on ikisin ko- yun idi. Kimi ekmek getirdi, kimi dövülmüş buğday, yirmi dört kazan keşkek pişirdiler. Yüz miktarı sofra döşenüb, altı kişiye bir taam kondu…” (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 41).

136

Emir Sultan bu durumu şöyle izah eder: “Âşık Allah’tan keramet gibi şeyler istemez. O zata âşıktır. Ondan başkası aşıka gerekmez: Sanman keramet isterem / Ya türlü halet isterem / Ben aşıkam zat is- terem / Gayrı neme gerek benüm.” (Kurnaz-Tatçı: 1999: 61).

137

Bu durumu açıkça ortaya koyan bir menâkıba göre, “Hz. Şeyh, Kayseri’den kurbansaraya (kervansa- ray) geldiler. Burada bulunan bezirgânlar birbirleriyle şakalaşrak “pilav düşmanlarını görün” dediler.

manlı toplumunda kerametlerin yaşamın bir parçası haline geldiği bazı padişahlara izafe edilen kerâmet öykülerinden de anlaşılmaktadır. Evliya Çelebi’de yer alanII. Bayezid ve IV. Murat’a izafe edilen olağanüstü haller bunun açık bir göstergesidir.138 Yine toplumun

olağanüstü olayları kabule olan yatkınlığı dönemin kayıtlarına esrarengiz olayların yan- sımış olmasından da anlaşılmaktadır.139 Buna benzer bir olay da Gelibolulu Mustafa Ali,

sırt üstü yatarak karnına taşlarla vurdurtan, o kadar taş vurdukları halde zarar görmeyen inanılması güç bir adama bazılarının veli gözüyle baktıklarını kaydetmektedir (Gelibolu- lu Mustafa Âli, 1996: 57).

Bir süre sonra bezirgânlardan birisi “medet sultanım medet” diye feryada başladı. Herkes uyandı ve ona ne gördüğünü sordular, o da: “akşam gelen aziz, beni kucaklayup göklere doğru süzüldü… Arşın altında kaldım. ‘Dervîş gördükte bir daha lağ eder misin?’ Ben de: ‘Medet sultanım şimdiden geri etmeyin dirin” Abdest aldı Hz. Şeyh’in katına varub tevbe itti. Dervîşler tekrar zikr-i darbı ittiler.” (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 29).

138

Bu hikâyelere göre: “Sultan Beyazıt sultanlığı zamanında ölümünden yedi yıl öncesine kadar et ye- memişti. Birgün canı et istemişti. Nefsi kendisini fazlaca zorladı. Kendisi ise büyük cesaret gösterip paça yemedi. Nihayet bir sahan sirkeli ve sarımsaklı paça getirtip nefsine hitaben: “Ey nefis işte mu- radın üzere paça geldi. İstersen çık ye deyince içinden hemen gelinciğe benzer iki gözü kör bir mahlûk çıkıp sahanın kenarına geçerek kudurmuş köpek gibi paça suyunu içmeye başladı. Doyduk- tan sonra Beyazıt-ı Veli’nin hırkasına koşarak ağzından içeri girmek isteyince eli ile çarpıp yere dü- şürdü. Yaratık yerde yatarken “şunu vurun’’ diye çağırdı. Hademeler o mahlûku öldürdü. O vaktin şeyhlİslâmı: “Kamil insan bu nefis ile yücelik ve şeref sahibidir. Nefis insan vucudunun bir parçası- dır. Bunu kefenleyerek gömmek gerekir.’’ diye fetva verdi. Bunun üzerine kefenleyip kalabalık ce- maatle namazını kılarak Beyazıt Kubbesi civarında küçük bir kabre gömdüler. Bunun üzerine avam arasında “Sultan Beyazıt iki kere öldü ve iki kere namazı kılındı” derler…” “Birgün Murat Han haz- retlerinin bir doğanı uçup tak üzerine konmuş. Murad han her ne kadar doğanı çağırmışsa da gelme- miş. Gelmek ihtimali olmadığını da anlayınca öfkelenip “kaskatı kal’’ dediğinde o doğan tak üzerin- de taş olup kalmıştır.” (Atsız, 1990: 100-132).

139

Defteri Dervişan’da anlatılan bir olay bu algıya işaret etmektedir: “Nitekim Zuhur-ı alamet ya’ni kızıllık der-asuman, der-taraf-ı şimali. Çarşamba gecesi canib-i şimalda şarkdan garba tulani bir kı- zıllık zuhur eyledi ki fakir saat beşte idi gördüm. Hava bulutlu olmağla güya ol tarafta bir tarafta ha- rik olup kızıllığı buluta aks edip bulut arasından görünür gibi zann olunur idi. Ve çok kimse harik zan eylemişler. Hatta Yeniçeri Ağası Edirnekapusu taraflarına dek gelmiş deyü mesmu’dur ve sonra sekiz vakitlerinde bir azim rüzgâr fırtına zuhur eyleyip bir mikdar yağmur yağmış. Hayr-bad.” (Def- teri Dervişan, 2011: 311).

Şeyhi tasavvufi ıstılahların ve onun kurumsallaşmış şekli olan tarikatların mer- kezîne yerleşmesine neden olan bu ideolojik enstrümanlar “Velâyet, Kutb, Keramet, Mistisizm (Gizemlilik)” birbiriyle içkinleşmiş, bir kuvvet sarmalı şeklinde birisi diğerle- rine doktirnel bir dayanak teşkil edecek şekilde kurgulanmışlardır. Bu donanımla oldu- ğundan çok farklı bir kişiliğe bürünen “Mistik Lider Şeyh” artık karşımızda kendine has ideolojik aygıtlarla kenetlenmiş olan örgütlü bir yapının lideri konumundadır ve şeyhle- re ait bu donanımlar aşağıda bir tablo halinde de verilmiştir (Tablo 3).