• Sonuç bulunamadı

Mistik Temelli Dünyaları

1. DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

1.1. Davranıştan İdeolojiye: Tarikatların İdeolojisine Yön Veren Unsurlar

1.1.2. Mistik Temelli Dünyaları

İnsanlık tarihi kadar eski olan mistisizm hakikatin mistik yolla kavranabileceğini kabul etmiştir.37

“Zamanla felsefî ekollerden biri haline gelen bu düşünce ve hissetme yolu; ulaştığı neticeleri anlatmaya, tartışmaya, izah etmeye ve savunmaya başlamıştır. Felsefî mistisizmin aksine dinî mistisizm ise yaşanan bu hali tartışmama yolunu seçmiş- tir” (Kara, 2012b: 11; Küçük, 2011: 15-16). Şüphesiz bunda bu mistik dünyanın dile dökülemeyen, anlatılamayan halleri veya içinde yer bulduğu dinin esaslarıyla çelişme- sinden dolayı, dinsel, siyasal ve toplumsal tepkilere maruz kalmama isteği de etkili ol- muş olmalıdır.

Mistisizm veya sırriyye (mysticim)38 sözcüğü gizemcilik en geniş anlamıyla, -

Hikmet, ışık, aşk ve yokluk- diye adlandırılan “tek hakikat”in bilincine varmak demek- tir (Schimmel, 2012: 22). Şu haliyle mistisizm “Hakikatin peşinden koşan Tasavvufun

özü” olup39 “gerçek varlık” olan “Tanrı” ile doğrudan ilişkinin olduğuna inanmak ve bu ilişkiyi kurmak isteği ve eylemidir (Küçük, 2011: 15). Otman Baba bu hususu “Ot-

man Baba kimun oğludur diseler siz aydun ki, Tanrı Te’ala’nun sırrıdur diyun didi. Ya’ ni Hak benden ve ben Hak’dan cüda degulem dimek olur.” şeklinde ifade etmiştir (Ot-

man Baba, 2007: 274).

37

“Latince kaynaklı bir kelime olan mistisizmin kök anlamı; gizli olmak, dilsiz olmak, dudakları ve gözleri kapamaktır.” (Kara, 2012: 11).

38

“Gizemcilik iki ana grupta tasvir edilebilir; Birine Sonsuzluk Gizemciliği, diğerine Kişi Gizemciliği denilebilir. Burada Numen (ilahi), tüm varlıkların ötesindeki Varlık olarak; hatta var-olmayan olarak düşünülür; çünkü sınırlı düşünce kategorilerinden herhangi biriyle tanımlanamaz; ebedidir, zaman ve mekân dışıdır; Mutlak Varoluş’tur ve Tek Hakikat’tir… Kişi gizemciliğinde ise, insanla Allah ara- sındaki ilişki, yaratılan ile yaratan arasındaki ilişki gibi efendisinin karşısındaki köle ya da Ma- şuk’una kavuşma özlemi duyan âşık gibi düşünülür. Bu tür gizemciliğe daha çok tasavvufun başlan- gıç döneminde rastlanır.” (Schimmel, 2011: 23-24).

39

Hökelekli din ve mistisizmin insanın yaşam sahasındaki yerini şöyle izah etmiştir: “İnsanoğlu farklı zamanlarda, değişik coğrafyalarda, çeşitli toplum ve kültür çevreleri içerisinde yaşamasına rağmen aynen biyolojik ihtiyaçlarını karşılamakta olduğu gibi manevi ihtiyaçlarını gidermek içinde benzer çözümlere ulaşmıştır. Din ve mistisizm bunların en önemlilerinden olsa gerektir.” Hökelekli, 2012: 17).

Mistisizmde gaye hakikati bulmak Allah’a ulaşmak ve ruhen tatmin olmaktır. Ba- yezid-i Bistami’nin tabiriyle “Benliğimi aradan çıkar ki, benliğim seninle olsun, böylece

bende hiç olayım” arzusudur (Attar, 2012: 207).40 Zira bu duygu, “Tabiat ötesi yani me- tafizik âlemle ilişki kurmak, tabiatı yırtmak isteğidir; kim ki tabiatta olanla yetiniyor, daha fazlasını, gaybı ve metafiziği aramıyor, o, hayvanlar seviyesinde kalmış demektir.” (Küçük, 2011: 16). Ali Şeriati’nin deyimiyle: “Maymun Tanrı’yı düşünmeye başladığı

zaman insan oluvermiştir” (Aktaran: Küçük, 2011: 16). Namazdan sonra camiden çıkan

Cüneyd-i Bağdâdî -söz konusu bu idrake ulaşan insanı işaret etmek için- kalabalık bir topluluk görünce yüzünü müritlerine dönüp: “Bütün bunlar yerleri cennet olan ayak

takımıdır! Hakk’ın huzurunda bulunanlar (ve onun mutlak cemâlini temâşa edenler) ayrı bir zümredir” (Attar, 2012: 396) demiştir. O böylece irfan diliyle ve gizemli bir

mistiğin hali üzere hem Tanrı’nın en büyük vaadi olan cenneti hiçe sayarak onu avama bırakmış, hem de onun idrakinde olan kendisi ve kendisi gibi olan sûfîler için zahiri ve bâtıni hayatın merkezîne tek şeyi “Tanrı”yı yerleştirmiştir.

Her mistik oldukça güçlü bir şekilde “ben”i inkâr etmekte ve toplumdan kaçarak, kurtuluşa ereceğine inanmaktadır.41 Mevlânâ’daki neyin feryadı gibi Platin şöyle der:

“Bu dünyadan çıkmak için acele etmeye mecburuz. Yabancı bir bedene büründüğümüz- den dolayı, üzülmek zorundayız.” (Aktaran: Sülemî, 1981: 16). Sufîlerin bu bağlamda

seçtikleri fakirlik de basit yoksulluk olmayıp bütün kâinattan imtina etmek, kâinatı ta- mamen terk etmektir (Sülemî, 1981: 16). Otman Baba’nın tabiriyle “Kanaati ve uzleti

kendune pişe eyle ve özüni muhtac-ı avam eyleme.” (Otman Baba, 2007: 125). Dünya

karşısındaki bu tavır, kutsal dışı cemaat şekillerine karşı takınılan muhalif tavra -ki bun- lar içerisinde bizim için en önemlisi konumuz gereği devlettir- uygundur. Çünkü mistik ferdidir ve kendisini toplumdan ve dünyadan azat ederek asosyal bir karaktere bürün- müştür (Mensching, 2012: 99).42Bu durum İslâm dünyasında görülen ilk sûfîler için de

40

Akhisarlı Şeyh Îsâ bu arzuya ulaşmanın yolunu şöyle ifade eder: “Rabbisine yakîn olmak isteyen az yiyüb az söyleyüb az yatub az uyumak gerek. Halktan ırağ olmak gerek Hakk’a yakîn olmağa” Bk. Akhisarlı Şeyh Îsâ, s. 174. Emir Buhari ise derdini dizelere dökerek ifade eder: Işkun bana hadi ye- ter/Gayrı neme gerek benüm/Ol hem gam-ı şadi yeter/Gayrı neme gerek benüm (Kurnaz-Tatçı: 1999: 23).

41

Mesela, Baba İlyas’ın zühd ve riyazat hayatı yaşayarak sergilediği mistik haller ile etrafına büyük bir mürid ve muhib topluluğu toplanmasıyla ilgili olarak bk. (Elvan Çelebi, 1995: XLV).

42

geçerlidir. Ancak tarikatların kurulmaya ve örgütlü bir yaşama geçilmeye başlanmasıyla birlikte dinî ve mistik karakterli bu yapısal örgütler ister istemez kendi içinde ve propa- ganda yaptığı toplumsal düzlemde giderek sosyalleşmişlerdir. Yani ferdiyetçilikten anti ferdiyetçiliğe evrilen süreç, asosyallikten sosyalliğe doğru gelişme göstermiştir denilebi- lir. Bu sosyalleşme süreci de seküler organizasyonlarınkinden farklı olup tarikat içeri- sinde, ihvan kardeşliği içindir. Müridin değil tarikatın ve onun irşad hizmetinin gelece- ğinden, malından mülkünden yani kommünal bir mülkiyetten bahsedilebilir. Ancak bu- radaki mistikler arası yaşamsal farklılıkların yarattığı paradoksalın izahını da yapmak gerekir. Schimmel’e göre çağdaş dinler tarihi “nebevi” ruhla “tasavvufi” ruh arasında ayrım yapar. Bu ayrım dünyadan elini eteğini çekip sırf kendi kurtuluşunu düşünenler ile daha yüksek ve takdis edilmiş bir zihinsel duruma geri dönüp başkalarını irşat edenler şeklinde yapılabilir (Schimmel, 2012: 25).

Nihayetinde tarikatları kuran kurucu pirlerin, şeyhlerin ilk başlarda zahidane mis- tik bir hayat yaşamış olmaları kurdukları teşkilâtın zamanla geniş ağlara ve birçok kola ayrılarak yaygınlaşmasına mani olmamıştır.43 “Platon’un ‘görünmeyen gerçeklere inan-

ma kavramı’nı, Kant’ın ise bütün Batı’yı tesiri altına alan ‘soyut objelere inanma’nın

önemini vurgulayan düşünceleri” (Tarhan, 2013: 211) dikkate alındığında soyut ve mis- tik olaylar ile özdeşleşmiş olan sûfîlere kuvvetle bağlanan toplulukların tarikatlar etra- fında kümelenmeleri anlaşılabilir bir hal almaktadır. İnsanları hem etkileme hem de on- ları etraflarına toplama hususunda sûfîlerin gizemli mistik halleri ve menkıbeleri önemli bir rol oynamıştır. İçten gelen özlü sözlere dökülen bu düşünceler avam tarafından anla-

din olan Budizm, dünyadan zahidane nedenlerle vazgeçerken; ilk Hıristiyanlar dünyanın sonuna inandıkları için yüz çevirmişlerdir.” Mensching, 2012: 101). İslâm dünyasında ise zahidane tutum bozulmaya yüz tuttuğuna inanılan dinin asıl, saf haline geri dönmek, makam, şan, şöhret, mal, mülk peşinde koşan ve dinin ruhundan uzaklaşan İslâm devletine ve toplumuna karşı derin bir protesto bi- çimi olarak başladığı anlaşılmaktadır.

43

Nitekim Mensching esasında ne Hıristiyanlık ne de İslamiyet dinlerinde yeri olmayan keşişliğin zamanla nasıl kendisini anlamlı bir şekilde bu dinlerin içerisinde var ettiğini şöyle izah etmiştir: “As- lında dünyaya yönelik olan İslâmiyet keşişliği tanımaz. Hıristiyanlıkta da durum aynıdır. Zahidane bir şekilde dünyadan yüzçevirme Hz. Muhammed’in din düşüncesine yabancı olduğu kadar; dünya ve hayat görüşüne sahip olan Hz. İsa’nın analyışına da yabancıdır. Bununla beraber bu iki dinde de manastır ve tekke hayatı, mistik akımlar üzerinde gelişme göstermiştir. Şöyleki İslâmiyet’te sûfîzm, çok sayıdaki tarikat kuruluşunun temelini oluşturmaktadır. Doğu’da ve Batıda asırlar boyu genişleye- rek ve gelişerek devam edecek olan bu manastır/tekke hayatı İncil Hıristiyanlığından ve Kur’an İslâmiyet’inden değil bu dinler ötesi mistik akımlardan doğmuşlardır. Gerçekte manastırlar ve tekke- ler mistiğin belli başlı ocaklarıdır.” (Mensching, 2012: 215). Analşılacağı üzere milli ya da yüksek tipli (paganist ya da ilahi) ne olursa olsun din için mistisizm kaçınılmaz bir sonuç olmuştur.

şılabilecek türde olmadığından, bu bilgileri onlara hal diliyle anlatmak, anlatırken de haliyle bu yüksek düşüncelerle toplumu etkilemek ve onların kalplerinde ve zihinlerinde müstesna bir yer edinmek çok kolay olmuş olmalıdır.

Kanaatimize göre sûfîler ve tarikatları şeriatın kalıpları arasına sıkıştırılmış toplu- ma, zihnen ve bedenen dinamik, sırlarla dolu, gizemli bir hayat vaat ettiği ve bu sırların gündelik hayata dair maddi ve manevi pekçok soruna çözümler önerdiği dolayısıyla bu nedenlerle yaygınlaşıp, toplumsal olarak kuvvetli bir ön kabul görerek uzun ömürlü sos- yal bir müessese olarak günümüze kadar gelmeyi başarmışlardır. Şu halde tarikatların çevrede ağlarını örmesine yardımcı olan en önemli ideolojik unsurlardan birisi de misti- sizmdir. Kaynağı neresi olursa olsun44 şeyhin, pîrin özgün bir şekilde zamanının kon- jonktürel dengeleriyle yoğurduğu ve iksir haline getirip çevresine yaydığı gizemli halle- rinin etrafında nasıl coşkulu ve heyecanlı kalabalıklar var ettiği ve bu dinamik topluluk- ların ileride değinileceği üzere ne kadar büyük siyasi ve toplumsal olaylara zemin hazır- ladıkları anlaşılmaktadır. Onların bu gizemli halleri, onlara olan sevgi ile korkuyu, gü- ven ile kuşkuyu hep birlikte düşündürtmüş; şeyhler ve dervişler toplum ve siyaset tara- fından hem mistik güçlerine inanılan ve ümit bağlanan hem de bu güçlerinden çekinilen zümreler olarak siyasi, sosyal ve kültürel bir etkinlik alanı bularak Osmanlı toplumunu dizayn eden aktörlerden birisi olmayı başarmışlardır.