• Sonuç bulunamadı

1. DEVLET-TARİKAT İLİŞKİLERİNİN İDEOLOJİK ZEMİNİ

1.1. Davranıştan İdeolojiye: Tarikatların İdeolojisine Yön Veren Unsurlar

1.1.5. Mistik Lider Şeyh Merkezli Bir Dünya

1.1.5.3. Şeyh ve Gizemleri

Tarikat şeyh ve dervişlerini cazip kılan unsurlardan birisi de onların bâtın ilmi de- dikleri tasavvufu, bütün ilimlerin üstünde tutan görüşleri, buna bağlı olarak “hakikat”e sırlara, İlm-i Ledün’ne, gayib115 bilgisine ulaşabildikleri yolundaki inançları olmuştur.

113

“Kutub inancının İslâmî olmadığı hatta İslâm için tahripkâr bir durum arzettiğini ileri süren ulema bu duruma karşı çıkmıştır. Bu inancın, Şiîler’in masum imam veya astronomi âlimlerinin kutub fikrin- den kaynaklanmış olup temelinde Allah’ı hükümdara benzetme fikrinin yattığı ileri sürülmüştür. Al- lah’a ait bazı sıfatların kutba atfedilmesi, gavstan imdat istenmesi anlayışının İslâm’ın tevhid anlayı- şıyla bağdaşmyacağı belirtilmiştir. İbn Haldun da kutub fikrinin İsmâiliyye inançlarıyla benzerliğine dikkat çekmiştir.” (Ateş, 2002: 498-499); Ocak da kutub inancının İslâm’ın tevhit inancına ters oldu- ğu kanaatindedir. Ona göre bu durum Allahın sıfatlarını ve kudretini onun adına kullanan insanüstü fevkalade vasıflarla donanmış sanki bir “yarı tanrılar” panteonu ile karşı karşıya bulunduğumuz izle- nimi vermektedir.” (Ocak, 2005: XVII).

114

“Ben bu memleketin kutbu ve padişahıyım, her istediğimi servetin bana yaptırır” diyen bir zat hak- kında bk. (BOA. Y..PRK.ASK. Nr. 58/88, 23 Ra 1307/ 17 Kasım 1889); Eğin kazası ahalisinden Ali b. İsmail adlı dervişin Zamanın Kutbu adlı zat ile padişahın görüşmesi talebi hakkında bk. (BOA. DH. EUM. VRK. Nr. 2/37, 21 Ra 1328/ 2 Nisan 1910).

115

Gayb, akıl ve duylarla bilinmeyen varlıklar ve bilgilere denir. Bilgilerin biri mutlak diğeri izafi gayb olmak üzere iki türlü olduğu genllikle kabul edilir. Mutlak gaybı sadece Allah bilir. Ondan başka hiçbir kimse bilemez. Hak Teâlâ’nın künhü, hakikati ve mahiyeti mutlak gaybdır. Sûfiler “Hak’kı ancak Hak bilir” derken bunu kast ederler. İzafî bilgiler ise bir zamanda gayb olan, daha sonra bu ni- teliği ortadan kalkan veya bazı insanlara göre gayb/meçhul iken bazılarına göre malum olan onun içinde onlar için gayb özelliği taşımayan bilgilerdir. İzafi gaybın az çok bazı kimseler tarafından belli hallerde, ortamlarda ve şartlarda bazen bilinebileceği genellikle kabul edilir. Bu kavram hakkında geniş bilgi için bk. (Uludağ, 2008: 15-18).

Keşif, ilham, rüya gibi enstrümanlarla ulaşılan bu mistik ilimler akılla ve duyularla mü- şahede edilememesi dolayısıyla tasavvufi bir eğitimden (seyr ü sülûk) geçmeyenlerin ulaşıp anlayabilecekleri şeyler değildir. 116 Bu inanç zamanla tarikat şeyhlerine ve sûfîle-

re gizem (mistisizm) katan onların gaipten haber verdikleri, olabilecek bela ve musibet- leri, ya da güzel haberleri önceden kalp gözüyle görebildikleri türünden toplum belle- ğinde psikolojik bir algı yaratmıştır.117 Yukarıdaki bölümlerde olduğu gibi burada da bu

inançları teolojik olarak irdelemek ve gerçekliğini tartışmak amaçlanmamış, bu inanç dünyasının şeyhlere ve dervişlere toplum nezdinde kazandırdığı konumu, toplum belle- ğindeki karşılığını anlamak uğraşında olunmuştur.

“Tasavvuf, “Mutlak Hakikat”in varlığını kabul etmekle kalmayıp bilinmesi ve ula- şılması mümkün bir “Mutlak Hakikat’’ı kabul etmesi ile yegânedir. O, insanın bilme imkânlarının hissi veriler ve düşünme metodları ile sınırlı veya aklın kendisine verdiği bilgilerle mahdut olduğunu reddeder çünkü bu, insanın ruhi faaliyetine bir sınırlama olduğu gibi, ruhi hayat alanında eksik tanımlanmasıdır” (Ebu’l-Alâ Afîfî, 2012: 20; Corbin, 2013: 231-253; Kara, 2012b:135-136). Sûfîlerin “Mutlak Hakikat”ı arama ve ona ulaşma noktasında yegâne yol arkadaşları bedeni, evreni hatta Tanrı’yı kuşatabilen manevi varlık “kalb”ten başkası değildir. Onlara göre kalb; madde ile mânânın birleştiği yer, Allah’ın tecellî ettiği mekan, hakikate ulaşmayı sağlayan yegane argüman gibi ma- naları ifâde eder. Corbin’inin ifadesiyle Tasavvufun tamamında olduğu gibi İbn. Arabî’de de kalp, gerçek bilgiyi, kapsamlı sezgiyi, Hakkın ve ilahi gizemleri marifeti üreten organ kısaca bâtıni ilim terimiyle ifade edilen her şeyin organıdır (Corbin; 2013: 236). Şu halde “İbn. Arabi’de kalp, onun hem ontolojisini hem de epistemolojisini izah etmek için kullandığı adeta hakikatin minyatürü durumunda olup ilham ve vahyin indiği mekân olarak da velilik ve nübüvvet düşüncesinin kaynağıdır.” (Çelebi, 2010: 123; Cor-

116

Bâtın ilminin yüksekliği Eflâki’de yer alan bir menkıbede şöyle anlatılıyor: Ahi Ahmed, Alaaddin’e “Ben bir eşşek yükü kitap okumuşum, fakat bu kitaplarda semânın mübah olduğuna dair hiçbirşey görmemiş semâya ruhsat verildiğini de işitmemiştim. Siz bu bid’atı hangi delil ile yürütüyorsunuz” diye sordu. Alâeddin,”Ahi bir eşek gibi okudu, onun için bilemedi. Tanrı’ya hamd olsun ki biz İsâ gibi okumuş ve onun sırrına ermişiz” dedi (Eflâkî, 2012: 252).

117

“İlk zaman rahiplerinin gizli ilmi (la science secrete), yüksek tipli dinlerde teolojik doktrin haline gelmiştir. Milli dinlerde bu gizli ilim rahibi vazgeçilmez hale getirmiştir.” (Mensching, 2012: 253). Bu yeni şefi, milli şeften ayıran temel özellik, onun milli şefin birtakım geleneksel güçlerini üzerine almakla birlikte, bu karizmatik güçleri yüksek tipli dinin ilahi mesajlarına dayandırarak (tevil ederek) çok daha güçlü bir zırh haline dönüştürerek onu yeniden giyinmesidir.

bin; 236, 231-253; Çift, 2008: 191-201).

Burada konunun daha iyi anlaşılabilmesi için önemli gördüğümüz ancak bir hayli karmaşık olan bazı terimler Köprülü’den alıntılamak suretiyle verilip diğer kaynaklara işaret etmekle yetinilecektir. Mutasavvıflar ilmi ikiye ayrımışlardır: Zâhir ilmi veya şe- riat ilmi, bâtın ilmi veya Hakikat ilmi. Bunlardan ikincisine mutasavvıflar bilhassa

“irfân” demişlerdir.118 Zâhir ilminin vasıtası akıl, nakildir veya hisdir; hâlbuki irfanın

kaynağı ilhamdır. Medreseler, zahir ilmi veya şeriat ilmi mahallidir; hâlbuki asıl irfân mahalli tekkeler olup, mürşidlerden ilham yolu ile elde edilir.119 Ehl-i şeriate “ehl-i kâl”

ve ehli hakikate “ehl-i hâl” denmesi bundan dolayıdır.120 Herhangi bir adam şeriata

hâkim olmakla “ehl-i irfân” yani vecd ve zevk ehli olamayacağı gibi okuyup yazma bilmemesine rağmen de “ârif-i bi’llah” olabilir (Köprülü, 2013: 256-257; Hücvirî, 2010: 439-440; Çift, 2008: 272-286; Uludağ, 2003: 56-57; Uludağ, 188-189)-Böylece, Sultan Veled gibi bir âlimi okuma yazması olmayan bir şeyhe mürid yapan (Gölpınarlı, 2006: 43; Köprülü, 2013: 256) paradoksun psikolojik altyapısı anlaşılmış ve günümüze kadar gelen sosyal hayattaki statüsü ne olursa olsun bütün bu insanların bir şeyhe bağ- lanmasının neden ve nasıl olduğu sorusunun cevabı da en azından bir yönüyle cevabını bulmuş olur.- Yine Köprülü’nün açıkça ifade ettiği üzere aynı zamanda âlimlerden olan bazı mutasavvıfların, zahir ilmini, bâtın ilmi için zaruri görmelerine rağmen bütün bü- yük mutasavvıflar daima “ehl-i kâl” aleyhinde bulunmaktan hiç geri durmamışlardır (Köprülü, 2013: 256).121

Sufi ideolojisinde önemli bir yeri olduğu anlaşılan bu sınıflan- dırma sûfilerin çevreyle olan ilişkilerinde de belirleyici bir hal almıştır. Mesela “Ehl-i

118

“İlm-i zahire taleb iden bize gelsün, ‘ilm-i batın taleb iden Eşref-zade’ye varsun!”Sultan Eşref-zade dahı buyurur ki: “Molla Kutbu’d-din, sen Kıyas’ı zann ile ‘amilsin, amma dervişan mu’ayene ve mü- şahede [ile] amillerdür!” (Abdullah Veliyyuddin Bursevî, 2009: 17).

119

Hoca Ahmed Yesevi zahir ve bâtın ilminde zamanının bütün ricaline üstündü. Hızır (a.s) bir defasın- da ona şöyle demişti: “Her gün yedi kere müsahip aramağa yedi iklimde seyahat ederim senden Ak- bel ve eslah müsahip bulunmaz idi.” (Köprülü, 2013: 61).

120

“Ol kişi der: “Sultanım insanda baş gözünden gayrı dahî göz varmıdır? Sultan: Ehl-i hâl ol ey birâder ehl-i hâl / Sen bu sırrı dilden öğrenmek muhâl / Ehline var ehline âr eyleme / Ehli yoktur deyû inkâr eyleme / Görünen bu çeşme vakt-i hârdır / Hakk’a varan gizli vardı / Gizli var di ma’nay (içyüz) çeşm vardır.” (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 95).

121

“Şeyhü’l-İslâm Herevî, Harkâniden naklen meşhur mutasavvıf Hoca Hayırca’nın elhamdülillah di- yemiyecek derecede ümmi olmakla birlikte “gavsı rüzgâr” olduğunu belirtir. Şeyhü’l-İslâm Ebû Nasr Ahmed el-Câmî ümmi idi. Yirmi iki yaşında dağlara çekilmiş tam on sekiz sene riyazetten sonra ge- lip halk arasına karıştığı vakit ilm-i ledünnî kapıları kendisine açılmıştı. Şeyh Berke-i Hemednî de fa- tiha ve birkaç sureden başka bir şey bilmez bunlarıda doğru düzgün okuyamazdı. Meşhur Şeyh Sad- rü’d-Dînu’ş Şirvâni’de tamamen ümmi idi.” (Köprülü, 2013: 257).

hâl olmayana kişi hâlin ve râzın dimek terk-i edeptir” (Akhisarlı Şeyh Îsâ, s. 48) denile-

rek bu ayrım keskin bir şekilde ifade edilmiştir.

Sûfîler ilimlerden sonra ilim sahiplerini de tasnif ederek üçe ayırmışlardır. Molla Câmî’ye göre bunlar, sadece zahiri bilenler, sadece batını bilenler, hem zahir hem batını bilenler. Molla Camî üçüncü gruptan her asırda en fazla beş tane olduğunu ve bunların birisinin bereketinin doğuya ve batıya yetiştiğini, böyle bir âlimin de vaktin kutbu oldu- ğunu belirtmiş, âlem halkı tamamen onun devletine sığınır, onun himmetinde yaşar gi- derler demiştir (Molla Câmî, 2011: 80). Anlaşılacağı üzere birinci grup zahir ilmi bilen- ler hem fakihler (âlimler) hem de velîler (ârifler) olabilir. İkinci guruba girenler ise sa- dece velilerdir. Üçüncü gruba girenler ise büyük pirler/ricâl’ül-gayb (gaaib erenleri), Kutbü’l-Aktâblardır.122 Âlimlerin akıl ile edindikleri ilimler diğer iki gruba girmeleri için yeterli değildir. Bu ilimlerin yetersizliği Es-Seyyid Ebu’l Vefâ tarafından şöyle izah edilmiştir:

“Bilün ve agâh olun ki şol ilim ki, mektephanede de tahsil olunur ve kağıd üzere yazı- lur. Ol unudulur amma şol ilim ki, ledün mektebhanesinde tahsil olunur ki, anın varakı gönül sahifesidir, ol ilim unutmak olmaz” (Es-Seyyid Ebu’l Vefa: 2006: 217).

Es-Seyyid Ebu’l Vefâ gibi düşünen İbn. Arabi’nin beş duyu ve aklın, bilgi için ye- terli olmadığı, hatta bize yanlış bilgiler verdikleri ve bizi yanılttıkları doğru bilginin an- cak keşf veya mukaşefe yoluyla elde edilebileceği yolundaki görüşleri de bu kabuldendir (Sarmış, 1995: 66; Corbin, 2013: 253-262). Mukaşefe sonucu elde edilen hakikat ilmi, İbn Arabi’ye göre herkese verilmez.Bu ilim, dini pratikler, takva ve sulûk ile elde edi- lir.123 Dolayısıyla söz konusuilmin elde ediliş metodolojisi ve kaynağı, felsefî bilgi me-

122

Molla Camî gayb erenlerini anlatılanların dışında işin çözümünü yapan, işler hakkında söz kesen büyük zatlar “Hakk’ın çavuşları” olarak takdim etmiştir: “Bunlar üç yüz kimse olup, bunlar için Ah- yar tabiri kullanılır. Bu üçyüz kişinin kırkına Ebdal, yedisine Büdela, dördüne Evtad, üçüne Nakipler ve birisi vardır ki ona da Kutup ve Gavs adı verilmiştir.” (Molla Camî, 2011: 48).

123

Cüneyd-i Bağdadî ise sözü edilen ilimleri kast ederek biz bu ilimleri yer altında, ev içlerinde gizli söylerdik. Ama Şiblî geldi minberlere çıkıp aşikâre kıldı diyerek İslâm tarihinin ilk dönemlerinde bu tür tasavvufi konuların sert bir muhalefetle karşılaştığını belirtmiştir. Zünnun-ı Mısrî’de “Üç yolcu- luğa çıktım; üç ilim getirdim. Birinci ilim tevbe idi herkes kabul etti; İkincisi, tevekkül, muamele ve muhabbet idi, bunu seçme kullar kabul etti; Üçüncü ilim ise hakikat idi. Bu halkın bilgisine ve aklına göre değildi. Şüphesiz bunu kabul etmeyip uzak kaldılar. Onu inkâr edip ölünceye kadar çekişmeye girdiler... Şeyhülislâm, Zünnun’un üçüncü yolculuğu için ‘o yolculuğu ayakla değil gönülden him- metle olmuştur’ dedi” Bk. (Molla Camî, 2011: 148).

todolojisi ve kaynağındanson derece farklılık arz etmektedir.124 Ona göre kişi, Allah’la

beraber olduğu takdirde, Allah tarafından Rabbanîmarifetlere ve ilahi sırlara mazhar olur ve Allah’ın bilgisinden kendisine ikramedilir (Aktaran: Çelebi, 2010: 118; Corbin, 2013: 236-237). “İbn Arabi’nin keşf ile müşahede edilen ilim olarak nitelediği ‘marifet’,

‘hikmet’ veya ‘hakîkat’ler ilmi, mümkünler âleminin perdelerini yine Allah’ınsonsuz inayeti ile kaldıran ve hakikatin bilgisini temin eden mistik bir bilgi türüolarak karşımı- za çıkmaktadır” (Çelebi, 2010: 119).125 Çünkü müşahede duyumsal bir tecrübeden çok

daha fazlasıdır, yaratılışın bu tekerrürünün gerçekleştiğini anlayan aynı zamanda kıya- metin sırrını anlamış demektir (Henry Corbin, 2013: 220). Anlaşılacağı üzere erişilen bu mertebe onun güvenilir ve sahih bilgi olması ve ontolojik olarak hakikat âlemine ilişkin bulunmasıyla ilgilidir (Çelebi, 2010: 119).

“Hakikat”e ulaşma yolu olan keşif, ilham ve rüya ancak nübüvvet nuru ile kalple-

ri aydınlanmış, pirlerin onları izleyen şeyh ve dervişlerin tecrübe ederek hakikate ulaşa- bilecekleri yollardır. Aşçı Dede’nin tabiriyle “O rüyalara (velilerin gördüğü rüyalara)

bakılır ise erenlerin bir lütfu ihsanları olacak gibidir” (Aşçı Dede, 2006: 1428). “Ne yere ne de göğe sığdım, sadece saf ve takva sahibi olan mümin kulumun kalbine sığdım”

hadisinden yola çıkan İbn. Arabi’nin belirttiği gibi buradaki ‘saf ve takva sahibi olan mümin kulum’ ifadesi ile kastedilen âriftir. Izutsu, bu durumu yani en yüksek makamda bulunan bir mistik (pir/şeyh) söz konusu olduğunda manevi organ kalb, sonsuz bir ge- nişlik ve kuşatıcılıkla donanmıştır; hatta bu kuşatıcılık o dereceye varır ki bu kalb, Mut- lak’ı (ya da Hakk’ı) ihtiva edebilir kuşatabilir şeklinde tarif etmiştir (Izutsu, 2010: 179). Nihayet Hilâlî Çagatayi’nin şu sözleri sözü edilen donanımdaki manevi kalbin rehberli- ğine olan kesin imanı gösterir: “Kalbime bir şeyin gitmesine izin ver demek saçma! Ben

kalbime itaat ederim, kalbim bana değil” (Nurbahş, 2011: 118).

124

Pratikte bu farklılığı Kaygusuz Abdal şu dizelerle açıkça ifade eder: Buna ‘akl ile kimse irmemüşdür/ Göziyle Hakk’ı kimse görmemişdür/ Bu bir derya durur ‘akiller irmez. Bk. (Kaygusuz Abdal, 1999: 137).

125

“Bu kavram (müşahade) bütün bir düşünce sisteminin anahtarıdır; bu sistemin en yüksek görünümü- nü, aynı varlıkların devamlı yükselişleri kavramını meydana çıkarır. Bu devamlı yükseliş dogmatik inançların (i’tikad) düğümünün (‘akd) çözülmesiyle başlar ve dogmatik ilim (‘ilmü’l-i’tikad) yerini müşahede ilmine bırakır (‘ilm-i şuhudı)-işte ulema-sûfî, devlet-sûfî çatışması bu anlayışın şeria’tı tehdit ettiğinin düşünülmesiyle başlamış olur-; İlahi Varlık mümine inancının suretinde tecelli etti- ğinde, bu suret gerçektir.” (Corbin, 2013: 220).

“Kalb metaforu ile birlikte kullanılan “keşf” ise Arapça, açığa çıkarma, örtülü ola- nı açma, sezme, tahmin etme gibi anlamları olup bir şeyi örten perdenin kalkması anla- mındadır” (Cebecioğlu, 2009: 155). Burada söz konusu olan perde gayb âlemi ile şeha- det âlemi arasındaki perdenin kalkmasıdır (Uludağ, 2008: 37). Keşf, Cürcani’nin ifadesi ile Hakk’ı Hak ile görmektir (Çelebi, 2009: 17). “…Peygamberlerin yolları-yordamları

başkalarınca bilinmez, onları ancak erenler bilir; başkaları bu bakımdan kördür. Eren- ler keşifle bilirler bunu; artık halkın nasıl sanılara düştüğünü düşünürsen anlarsın ki Allah’a giden yollar çeşit çeşittir, tatmayan da bilmez bunu” diyerek keşif ve ilhamın

önemine vurgu yapan Şeyh Bedreddin, şöyle devam etmiştir “Sen şu gafil gönlünle Al-

lah’ı, peygamberleri tanıdım; kitapları okumakla maksatları nedir, bildim mi sanıyor- sun? Belki sen, dersle uğraştıkça gerçeği anlamaktan uzaklaşmadasın” (Gölpınarlı,

2008:103-104, 132, 139).

Bütün bu söylem ve tutumlardan anlaşılacağı üzere sûfî ideolojisinde bilgiye ulaşmak için esas olan kitap, mektep değil ilham, keşif ve rüyadır. Mutasavvıf kendisine keşf olunan hakikatleri ve tecrübeyi aklen yorumlamaktadır şu halde tasavvufi tecrübe, kendisini tefsire ve yoruma girişen aklın doğal olarak önündedir. Nitekim Gazali: “İl-

min tek başına âlimi sûfî yapamayacağı, tasavvuf bilgileri de dâhil elde edilen bütün bilgilerin, sûfî hallerin tahsili ve bilgilerini elde etmede hiçbir işe yaramadığı; sûfîlerin zevkini tadabilmek için onların metodlarına başvurulması gerektiği” görüşündedir (

Aktaran: Ebu’l-Alâ Afîfî, 2012: 18).

İbn. Sina’da özellikle el-İşârât’ın Makâmatu’l-ârifîn bölümünde ariflerin gaybı bildiklerini söyler (Aktaran: Uludağ, 2008: 41). Şeyh Bedreddin ise Varidat’ta dikkat çektiği hadise göre Hz. Peygamber: “Peygamberlikten geriye ancak müjdeleyen rüyalar

kalmıştır” buyurmuş; peygamber, rüyaları peygamberlikten bir parça buçuk saymıştır. Temiz rüya Hakk’ın nurlarından bir nurdur; gören onunla ışıklanır” demiştir (Aktaran:

Gölpınarlı, 2008:152). Ancak sûfîlerin sahip oldukları bu gizemli halleri sunuş şekilleri bile mistik bir niteliktedir. Zira “Sûfîler bütün devirlerde sekr ve vecd halinde edindikle- ri tecrübelerin dillendirilemeyeceği hususunda birleşmişlerdir. Büyük bölümü susmayı tercih etmiş, bu tecrübeyi tefsir ve izaha çalışmamışlardır. Dil, bu bilgiyi ifade ve lafza dökmekte yetersiz kalır” demişlerdir (Ebu’l-Alâ Afîfî, 2012: 36; Kara, 2012b: 267-268). Bu durum tasavvufi mistisizmin doruk noktasını ifade eden “sır” kelimesi ile ifade

edilmiştir. Abdurrahman el-Askerî bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Tecelli eyliyen

nur-ı nebidür/Ziya viren bu gün sırr-ı ‘Alidür”, “Evliyanun sırrı sırr-ı Mustafa ve sırr-ı Murtazadur” (Erünsal, 2003: LV-LVI).

Kalb metoforunun merkeze alındığı bu tasavvufi formülasyonda anlaşılacağı üzere keşf, ilham, rüya “hakikat” bilgisine ve gizli ilimlere, gayb bilgisine ulaşabilmenin, sırra erip Hakk’ı kalbte temaşa etmenin temel unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır. Akıl melekesinin sınırlılığına karşın kalb sufileri geniş ufuklar sunmaktadır ve bu anlayış aşağıda tablolarla gösterilerek somutlaştırılmaya çalışılmıştır (Tablo 1 ve 2). Zira tasav- vuf ehli sûfilere, şeyhlere atfedilen bu özellikler, etraflarında toplanan, onlara sadakatle ve heyecanla bağlanarak tekke ve zaviyeleri dolduran kalabalıkların gözünde onları tak- dis ederek, birer aziz mertebesine yükseltilmelerinde etkili olmuştur. Nitekim Eflâki sırları söyleyen gaybden haber veren Baha Veled’in böylece nasıl geniş sosyal ağlara ulaştığını şöyle izah etmiştir:

“Mevlânâ Bahâ Veled, neredeyse daima halkın içindeki sırları söyler, gaybda gerçekle- şen olayların oluşunu bildirir ve üzerinde herkesin hayrette kaldığı daha başka şeyler de söy- lerdi. Böylece o ulu kişiyi inkâr edenler, bu gibi kerametlerini gördükten sonra bölük bölük ge- lip tam bir kabulle müridi olurlardı. İnkârlarında direnen birçok kişi de inkârlarının uğursuzlu- ğu yüzünden imansız öldüler.” (Eflâkî, 2012: 85).

Mistik-Lider diye tarif ettiğimiz şeyhin mistik yönünün oluşumunda şeyhe atfedi- len bu özellikler başlıca yer edinmektedir. Zira şeyh şu haliyle, Orta ve Yeniçağ İslâm toplulukları içerisinde yer alan en güçlü ve en karizmatik lider konumundadır. Zira o gücünü sultanlar gibi gelip geçici dünyevi unsurlardan değil her biri toplumun ortak hafızasında ve gönül haznesinde derin tesirler bırakıp güçlü ağlar kuracak argümanlar- dan almaktadır. Şeyh gelebilecek felaketin, kaybedilecek bir savaşın, sonu gelmiş bir padişahın habercisi olabileceği gibi o bu mistik güçleri sayesinde felaketleri, kuraklıkla- rı, yenilgileri ve bozgunları, kısırlık ve bereketsizlik belasını toplum içerisinde çözebile- cek yegâne güç merkezîdir.126 Şeyh menâkıbları bâtınî bilgileri bilen ve gaybden haber

veren kerametlerle doludur. Nitekim Es-Seyyid Ebu’l Vefa şu veciz sözünü gayb ile ilgili bir kerameti ardından söylemiştir: “Bir insanın kalbi ilahi nurlarla dolarsa onun

gayb ilimlerini bilmesi imkânsız değildir.” (Es-Seyyid Ebu’l Vefâ: 2006: 137). Akhisarlı

126

Şeyh Îsâ’ya ise şer’an gaipten haber vermek var mıdır? sorusuna: “Enbiyaya, vahiyle ve

Rabbiyle söyleşüb ve rüyasıyla gaibden haber virdiler.127 Evliya dahi rüya ile ve ilham ile Rableriyle söyleştiklerinden haber virdiler. Bunlardan gayrı gaibden haber veren kezzâbtır (çok yalancı) indellah ve indelhalk” demiştir (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 184).

Şeyh bir defasında bu tasavvufu ıstılaha uygun olarak gaybden haber vermekle de kal- mamış Âli Osman ve Sultan Süleyman’ın saltanatı ve dahi ondan sonra tahta kimlerin geçeceğine dair de haberler vermiştir (Akhisarlı Şeyh Îsâ, 2003: 111-115, 187-188). Kaygusuz Abdal da menakıbına göre yaşadığı XV. asırdan XVI. asır başlarında gerçek- leşecek olan Mısır’ın fethini işaret etmiştir (Kaygusuz Abdal, 1999: 124-125). Bir Bay- ramî Melami şeyhi olan Bünyamin-i Ayaşi’de İsmail-i Ma’şuki’ye İsmail adını İbrahim Peygamber’in oğlu İsmail gibi kurban edileceğini önceden bilerek vermiştir. (Erünsal, 2003: XXXV). Kâtip Çelebi ise daha başından beri büyük tartışmalara neden olup ulema ile sûfîleri karşı karşıya getiren bu tip hikâyelerin Osmanlı toplumundaki yansımalarını şu sözler ile gözler önüne sermiştir:

“Ya bu adamlar yalan mı söylerler, bu rivayetlerin aslı nedir, denilirse büyük şeyhlerin gayb âleminde nice yürüyüşleri, yol almaları ve ruhaniyet ile alışverişi vardır ki onların merte- besinde olmayanlara müyesser değildir.” (Katip Çelebi, 2007: 26).

Yine Peçevi Tarihinde yer alan bir olay da bu tasavvufi ıstılahların toplum kadar devlet nezdinde de itibar gördüğünü hatta zaman zaman yürütmeye yön verdiğini göste- rir türdendir. Buna göre Şeyh Sivaslı Abdülmecid ölünce Yeni Cami’deki vaizlik görevi ile buna bağlı ayrıcalıkların oğlu Çelebi Efendi’ye verilmesi söz konusu olmuş fakat padişah, henüz çocuk yaşta bulunduğu gerekçesiyle bunu kabul etmemiştir. Bir süre sonra rahmetli padişahın özel nedimi ve çok yakını olan Silahtar Mustafa Paşa, rüyasın- da şeyh hazretlerini görmüş ve kendisine “Yerimizi neden boş bırakıyorsunuz, oğlumuz-

dan daha iyi bir adam mı bulacaksınız, niçin ona vermessiniz?” demiştir. O sırada Şey-