• Sonuç bulunamadı

3. TÜRK KAMU BÜROKRASİNİN ORTAYA ÇIKIŞI, TARİHSEL GELİŞİMİ,

3.2. Türkiye’de Kamu Bürokrasinin Tarihsel Gelişimi, Türk Yönetim Sistemindek

3.2.1. Türkiye’de Kamu Bürokrasisinin Tarihsel Gelişimi

3.2.1.2. Tek Parti Dönemi

Türkiye Cumhuriyeti’nin, Tek Parti dönemi yöneticilerinin aksi propagandalarla reddetme eğiliminde olmalarına karşın, siyasi, idari, ekonomik ve kültürel olarak Osmanlı’nın devamı niteliğinde olduğu genel kabul gören bir durumdur (Yayla, 2005: 24,25). Siyasi olarak yeni bir rejim Cumhuriyet kurulmuş olsa da meclis sistemi Osmanlı döneminde ağır aksak olarak işletilmeye başlamıştı. Siyasal ve sosyal alanda kurulmuş pek çok örgütlenme bulunmaktaydı. Ortaylı’nın deyimi ile Cumhuriyet kadroları bir ortaçağ toplumu ile değil, son asrını modernleşme sancıları ile geçiren İmparatorluk kalıntıları ile yola çıkmıştır (Ortaylı, 2005: 32).

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları düşünce, felsefe ve meslek bakımından Osmanlı döneminde yetişmiş insanlardan oluşmaktaydı (Yayla, 2008: 23). Tanzimat’la beraber mali ve diplomatik işlevlerin önem kazanması sivil bürokrasinin siyasi karar alma mekanizmalarında aktif bir rol üstlenmesini sağlamıştır. Bu süreçte ortaya çıkan sivil bürokratlar Cumhuriyet’in ilanı sonrasında askeri bürokrasi ile birlikte yeni sistemin üst yönetici kesimini oluşturmuştur (Heper, 1973. 12). Mustafa Kemal’in yanında görev alan askerlerin çoğu İttihat Terakki’nin askeri bürokratlarıydı (Yayla, 2008: 23).

Türk kamu bürokrasisinin insan unsurunun Osmanlı’dan miras kalması yanında sahip olduğu yönetim geleneği Osmanlı patrimonyal geleneğin devamıdır (Heper, 1977: 58). Cumhuriyet dönemiyle beraber bürokrasinin iki açıdan gücünü daha da artırdığı kabul edilmektedir. Birincisi, askeri ağırlıklı kamu bürokrasisinin Kurtuluş Savaşı’nda öncülük yapması ve daha sonra iktidara el koyması olgusu; ikincisi ise, toplumda yüksek statüye sahip ve modernleştirme etkeni olan laik, batılı eğitim görmüş kişilerin başka iş alanı olmaması nedeni ile bürokrat olmaları olgusudur (Şaylan, 1974: 74,75). Cumhuriyet’in ilk yıllarında bürokrasiyi tehdit edecek başka bir güçlü sınıf bulunmamaktaydı ya da en azından potansiyel toplumsal gruplar tasfiye edilmişti, bu seçkinci bürokratik grup halkı güdülecek bir sürü gibi görmekteydi (Kongar, 1992: 143).

Yeni kurulan ulus devlete uygun bir halk ortaya çıkartılması öncelikli amaç olarak ortaya konulmuştur. Bu dönemde kamu bürokrasisinin pozitivizmin etkisinde kaldığı da düşünüldüğünde toplum mühendisliği çalışmaları artmıştır. Kamu bürokrasisi

bir taraftan muhalefet potansiyeline sahip kesimleri ortadan kaldırma ve sindirme politikalarını hayata geçirmek suretiyle yeni kurulan rejimin koruyuculuğunu yapmaktaydı. Diğer taraftan çerçevesi kamu bürokrasisi tarafından belirlenen yeni bir ulus oluşturmaya çalışmaktaydı.

Kemalist elit Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra yapılan inkılaplarla Batılılaşma hareketinin esas itibariyle tamamlanmış olduğu, geri kalan kısmının er geç kendiliğinden tahakkuk edeceğine inanmıştır. Bu sınıfa göre esas dava bunların korunması ve halka mal edilmesidir. Bu hususta gerekirse şiddete başvurulmalıdır (Bulut, 2005: 6). 1923- 1930 yılları arasındaki dönem yeni rejimin ayakta kalması için yasakçı ve sert bir yönetim sergilenmiştir. Toplumda yeni rejimin ana ilkelerini belirleyen siyasi, sosyal ve kültürel alandaki devrimlere karşı oluşabilecek muhalefet yok edilmeye çalışılmıştır. Bunun için Takrir-i Sükun Kanunu çıkartılmış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuş Osmanlı’dan kalma her türlü sivil örgütlenme ortadan kaldırılmıştır.

1930- 1940 yılları arası yeni rejim kendisine bir kimlik oluşturma çalışmalarına girmiştir. Bu çerçevede Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu kurulmuştur. Tarih alanında Türklerin yaşadığı İslam evresi atlanarak İslam öncesi Türk tarihi, Anadolu tarihi konularında çalışmalar yaptırılmıştır. Dil konusunda Türkçenin dünya dilleri arasındaki yeri, yapısı, sadeleştirilmesi ve yabancı kelimelerden arındırılması konusunda çalışmalar yaptırılmıştır. Bu dönemde rejime siyasi bir kimlik kazandırma çalışmaları yapmayı amaçlayan Kadro Dergisi çıkartılmıştır. Bu dergi, devlet tarafından belirlenen aydınlar, asker sivil bürokratlar tarafından çıkartılmaktaydı. Bunlar devletin resmi ideolojisinin savunuculuğunu ve ideologluğunu yapmaktaydılar (Akay, 2006: 38). Ayrıca bu dönemde CHP, bürokratik işleyişin çarklarından biri durumundadır (Heper, 2006: 34).

1940’dan sonra Tek Parti yönetimi uluslararası sistemde meydana gelen gelişmeler doğrultusunda siyasi ve idari alanda yeni bazı düzenlemelere gitmiştir. Yeni parti kurulması çalışmaları bazı sivil örgütlenmelerin az da olsa faaliyetlerine izin verme gibi. Bu dönemde devletin ve hükümetin başında Cumhuriyet’in kurucularının bulunması askerin iç siyasette etkinliğinin azalmasını sağlamıştır. Ayrıca askerin

siyasete müdahalesine sıcak bakmayan birinin, Fevzi Çakmak’ın genel kurmay başkanı olmasının da katkısı olmuştur.

Kısaca özetlemek gerekirse siyasi ve idari kadrolar (siyaset ve bürokrasi) bu dönemde bir bütünlük içerisinde faaliyetlerini sürdürmüştür. Bu dönemde TBMM’deki üyelerin %50-60’ını bürokrat kökenli milletvekilleri oluşturmaktadır. Ayrıca bu dönemde belli kademelerde görevli olan bürokratlar kanunların uygulanmasında etkili oldukları gibi kanunların hazırlanmasında oldukça etkili olmuştur (Sevil, 1999: 121, 125). Cumhuriyet’in ilanı sonrasında siyasal ve sosyal alanda halkçılık ilkesinin belirleyici olacağı gelişmelerin yaşanacağı düşünülmekteydi. Ancak, bu dönemde halkın devreye girdiği, yönetici yönetilen bütünleşmesinin sağlandığı siyasal ve sosyal hayattan söz etmek oldukça güçtür. Bu dönemde siyasi ve kültürel alanda toplumdaki farklılıklar ortadan kaldırılmaya çalışılmış, toplum için oldukça önemli olan din kurumuna karşı olumsuz bir tutum sergilenmiştir.

Tek parti dönemi siyasi iktidar ve kamu bürokrasisi yeni kurulan rejimi koruma ve kollama görevinin yanı sıra halka ulusal bir kimlik kazandırma görevini üzerine almıştır. Ancak kamu bürokrasisinin üstlenmiş olduğu her iki görevin ortak bir özelliğinden bahsedilebilir. Hem koruma ve kollama görevi hem de kimlik inşa sürecinin karşıdaki düşmana veya rakibe karşı sürdürülebilir olmasıdır.

Yeni rejimin kuruluş süreci sonrasında dış güçlerle olan mücadele Lozan Antlaşması ile son bulmuş, artık rejimin içerideki muhaliflere karşı korunması gerekmiştir. O dönem için en önemli muhalif potansiyele sahip kesim olarak dini eğilimi olan kesim görülmüştür. 1924- 1940 yılları arasında dinin toplumun siyasal, kültürel ve sosyal hayattan tamamen uzaklaştırılmasına çalışılmıştır. Bu konuda o kadar ileri gidilmiştir ki simgesel düzeyde de olsa dini anımsatabilecek tüm ritüeller yasaklanmıştır. Ayrıca, devlet bu yasaklamalarla yetinmemiş devletin dini hayatı tamamen kontrolü altına alabilmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurmuştur. Bu dönemde kamu bürokrasisi için toplumun dini eğilimli olan kesimi ilk akla gelen düşman konumundadır.

Yeni rejimin devamı için gerekli görülen önemli adımlardan biri de kurulan rejime uygun bir ulus ortaya çıkarma çalışmasıdır. Uluslaşma süreci devlet ulustan, ulus devlete doğru yönelme hareketidir. Kamu bürokrasisi, ülkede var olan ümmet

düşüncesini, gayrimüslim azınlığı, enternasyonalizmi savunan sol düşünceyi ve Kürt nüfusu, uluslaşma sürecinin önünde engel olarak görmekteydi. Uluslaşma sürecinin önünde engel olarak görülen bu unsurlarla mücadeleyi kamu bürokrasisi öncelikleri arasına almıştır. Kamu bürokrasisinin bu düşüncesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bundan sonraki siyasal, idari, sosyal ve kültürel hayatında oynayacağı rolün en önemli belirleyicisi olmuştur.

Asker varlığını, düşmanın ve savaşın varlığına veya var olma ihtimaline borçlu olduğu kabul edilir. Bu kapsamda askeri bürokrasi için güvenliğin öncelikli görev olması normal karşılanabilir. Ancak Türkiye’de Osmanlı’dan miras kalan sivil bürokrasinin de toplumsal olaylara, kişi ve gruplara bütünüyle güvenlik, devleti ve rejimi koruma ve kollama çerçevesinde bakması demokratikleşme açısından birçok sorunu beraberinde getirmiştir. Kamu bürokrasisinin bu tür bir bakış açısına sahip olmasının ortaya çıkarttığı sorunların somut örneklerine araştırmanın dördüncü bölümünde değinilmektedir.

3.2.1.3. 1946 – 1980 Dönemi

1946- 1980 arası dönem siyasal, ekonomik, sosyal, idari ve kültürel yönden kendi içerisinde farklı özelliklere sahip üç dönemde ele alınabilir. CHP’nin dışında farklı bir siyasi parti olan DP’nin katılımıyla çok partili yaşamın başladığı, siyasal hayata sonradan müdahil olan DP’nin iktidara geldiği ve ordunun 1960 yılında yönetime el koymasını içeren 1946- 1960 yılları arasındaki dönemdir. Bu dönemde ülkenin siyasal ve sosyal hayatının belirlenmesinde siyasi iktidarda bulunan parti (DP) ile CHP ve kamu bürokrasinin oluşturduğu blok arasındaki mücadele etkili olmuştur. Bu mücadelede devrim- karşı devrim, ilerici- gerici, merkez- çevre, hukukun ve bürokrasinin siyasallaşması vb. kavramlar etrafında meydana gelen tartışmalar belirleyici olmuştur.

1960 ihtilali sonrasında 1961 Anayasasının yürürlüğe girdiği ve sosyal alanda Cumhuriyetin ilk yıllarında görülmeyen bir özgürlük ortamının ortaya çıktığı bir dönemin 1971 askeri müdahalesiyle sona erdiği ikinci dönemdir. Bu dönemde kamu bürokrasisinin siyasi iktidar karşısında yeni kurulan kamu kurumlarıyla daha da güçlendiği bir dönemdir. Bu dönemde kamu bürokrasisi, sosyal alandaki sivil örgütlenmeleri ve üniversiteleri yanına alarak yeni bir blok kurmuştur. Yeni kurulan bu

blok sayesinde askeri ve sivil bürokrasi siyasal ve sosyal alana yaptığı müdahalelere meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. Askeri bürokrasi, siyasal ve sosyal alanda sağlanan özgürlük ortamında sivil örgütlenmelerin kendi etki alanları dışına çıkma ihtimalinden çekindiği için 1971 müdahalesiyle bu süreci sona erdirmiştir.

Üçüncü dönem, ordunun 1971 yılındaki muhtırasından sonra başlayan, siyasal ve sosyal yaşamda halkın iki farklı kutba ayrılması sonucu şiddetin sürekli bir hale geldiği ve 1980 askeri ihtilali ile son bulan dönemdir. Bu dönemde kamu bürokrasisi siyasal ve sosyal alanda özgürlükleri kısıtladığı için yasa dışı örgütlenme eğilimlerinin arttığı ve şiddetin siyasal bir davranış biçimi olarak ön plana geçtiği gözlenmiştir. Bu ortamda siyaset kurumu ortaya çıkan sorunlara çözüm üretemediği için kamu bürokrasisinin devlet yönetimindeki etkinliği daha da belirgin bir hale gelmiştir.

1946 yılında çok partili hayata geçiş süreci başlamıştır. Bu sürecin başlangıcı devlet kurumları arasında, tek parti döneminde yaşanmayan, gerilim ve mücadeleyi ortaya çıkarmıştır. Bu gerilim ortamının bir tarafında yeni kurulan DP bulunurken diğer tarafta askeri sivil bürokrasi ile CHP bulunmaktaydı. DP toplumu etkilemek için askeri ve sivil bürokrasinin baskıcı tutumunu ön plana almaktaydı. DP, 1946 seçimlerinde CHP’yi eleştirirken kamu bürokrasisini ayrı bir yere koyma gereksinimi duymuyordu. DP ülkede kamu bürokrasisinin, özellikle de askeri kanadın, gücünün farkına varmakta gecikmedi. Kendisini iktidara taşıyan 1950 seçimlerinden önce DP ülke sorunlarının kaynağı olarak bürokrasiyi değil de CHP’yi göstermesi bürokrasinin tarafsızlaştırılması için atılan bir adım olarak görülmektedir. Daha sonra kamu bürokrasinin önceki dönemlerdeki uygulamalarından dolayı kovuşturulmayacağı ve bürokratların cezalandırılmayacağı konusunda güvence verdi. Bürokrasinin sempatisini kazanmadan veya bürokrasinin tarafsızlığı sağlanmadan Demokrat Parti’nin seçimi kazanması çok zor görünmekteydi. Ayrıca seçimin kazanılması durumunda bile bürokrasinin olumsuz tutumu parti politikalarının uygulanmasını imkansız kılabilirdi (Ahmad, 1995: 155).

Kamu bürokrasisinin devlet yönetiminde etkin olması DP’yi iktidara geldiğinde kendi bürokrasisini oluşturma düşüncesine yöneltmiştir. DP’yi bu tür bir eğilime iten sebeplerden birisi de kamu bürokrasisinin yasal yollardan denetim altına alınmasının zor görünmesiydi. Yasal yollardan kamu bürokrasisinin denetlenememesi iktidara gelenlerin kendilerine sıkı sıkıya bağlı insanları liyakatsızlıklarına rağmen kamu

bürokrasisinde görevlendirmeye zorlamıştır. Bu tür yaklaşımlar kamu bürokrasisinin rasyonelliğini ortadan kaldırdığı gibi ve kamu bürokrasisinin rasyonel anlamda kurumsallaşmasını da engellemiştir.

Özellikle 1950’li yılların ortalarından itibaren kamu kurum ve kuruluşlarında artan bir biçimde teknik alanda eğitim almış bürokratların (teknokrat) istihdam edildiği görülmüştür. Teknokratların yoğun olarak istihdamının Türk kamu bürokrasisinin tutuculuğunu daha da artırdığı söylenebilir. Fen ve teknik alanlarda öğrenim görmüş bürokratlar, sosyal bilimlerde öğrenim görmüş olanlara göre, karar alma sürecinde katılıma önem vermeyen bir tarzı benimsedikleri görülmüştür. Teknokratlar başkalarına danışma yerine kendi değerlendirmelerine göre hareket etmeyi yeğlemiştir (Özen, 1996: 48), (Heper ve Kalaycıoğlu, 1983: 186,187).

1961 Anayasası sonrasında sosyal alanda ve özellikle örgütlenme özgürlüğü alanında önemli bir atılım yapılmıştır. Ancak yapılan bu atılım siyasi iktidarın yetki alanının daraltılması ve siyasi iktidarın hukuka bağlılığının sağlanması anlamında önemli bir adım olsa da ülkedeki kamu bürokrasisinin etkinliğinin daha da artmasına zemin hazırlamıştır. Yapılan yasal düzenlemelerle ülke yönetiminde söz sahibi olan askeri ve sivil bürokrasinin yanına yargı bürokrasisi de monte edilmiştir. 1961 Anayasası yeni kurulan Devlet Planlama Teşkilatı, Anayasa Mahkemesi ve Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşturulması ve yetkileri artırılan kamu kurumları aracılığıyla ülkedeki bürokrat elitin siyasal ve sosyal yaşamdaki konumu önemli ölçüde güçlendirmiştir. Bu dönemde yapılan değişiklikler yargı kurumunun ülkenin siyasal ve sosyal hayatında, önceki dönemlere göre daha etkin olmasını sağlamıştır.

1960 sonrasında ülkeye sosyalizmin işçi sınıfı aracığıyla gelmesinin mümkün olmadığını düşünen bazı solcular askeri bürokrasinin siyasal hayata müdahalesi için çalışmışlardır. 1961- 1967 yıllarında yayın yapan Yön Dergisi ordunun siyasete müdahale etmesini amaçlamıştır (Aktay, 2006: 44). Bu dergiyi çıkartanların bazıları daha sonra Milli Demokratik Devrim adıyla örgütlenerek bu düşüncelerini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Dünyanın birçok yerinde 1968 yılında ortaya çıkan protesto eylemleri Türkiye’de de etkisini göstermiştir. Bu dönemde protestolara katılan sol görüşlü gençler, daha sonraki dönemlerde 68 kuşağı denen ve Türkiye’nin düşünce, siyaset, idare ve sosyal hayatında önemli bir rol oynayan bir kuşağı oluşturmuştur.

Sol 1924- 1968 yılları arasındaki dönemde Avrupa’nın birçok ülkesinde devrimci yollarla iktidara gelme başarısını gösterememiştir. Ancak, sol bu ülkelerin siyaset felsefesinde, idari yapılarında, sosyal ve kültürel yaşamlarında özgür bir demokratik oluşması için altyapı hazırlamıştır. Kültür ve sanatta özgün eserler ortaya koymuştur (Anderson, 2007: 76). Türkiye’de ise sol, bilinçli ve güçlü bir işçi sınıfına dayanmadığı için devleti, kamu bürokrasisini ele geçirmeyi öncelikli amaç olarak görmüştür. Devleti ele geçirme başarısını gösteremese dahi toplumun diğer kesimlerine karşı mücadelesinde sırtını devlete dayamayı gerekli görmüştür. Bu durum doğal olarak Türk solunun Batıdakinden farklı olarak toplumun özgürleşmesi konusunda yapması gereken mücadeleyi olumsuz yönde etkilemiştir.

1971 yılında askeri bürokrasinin ülkenin siyasal ve sosyal hayatını yeniden dizayn etme ihtiyacı duyması toplumun daha dar bir alana sıkıştırılmasına neden olmuştur. Bu dönemde kurulan Devlet Güvenlik Mahkemeleri aracılığıyla kamu bürokrasisinin toplum üzerindeki baskısı daha artırılmıştır. 1970- 1980 yılları arasında ülkenin siyasal ve sosyal hayatında sağ- sol, Alevi- Sunni, Türk- Kürt kavramları etrafındaki kamplaşmaların sürekli bir halde seyretmesi kamu bürokrasisinin devlet yönetimindeki etkinliğini artırmıştır. Toplumdaki şiddet eğilimlerinin artması, özellikle üniversite gençliğinin kullanılması (Szyllowicz, 2007: 425), silahlı kamu bürokrasisinin baskıcı ve hukuk tanımaz bir yönetim sergilemesine neden olmuş ve kamu bürokrasisinin bu olumsuz tutumuna meşruiyet kazandırmıştır. Siyasi bölünmüşlüğün istikrarsızlığa neden olduğu bu dönemde kamu bürokrasisinin ağırlığı daha da artmıştır.

3.2.1.4. 1980 Sonrası Dönem

1980 askeri müdahalesi sonrasında 1982 Anayasası hazırlanmış ve bu anayasanın yürürlüğe girmesiyle Türkiye’de siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda yeni bir dönem başlamıştır. 12 Eylül 1980’deki askeri müdahalesini yapan ordu, toplumdaki kamplaşmalardan ve yaygınlaşan şiddet hareketleri üzerinden ihtilale meşruiyet kazandırmaya çalışmıştır. Geçmişteki kötü uygulamaları örnek göstererek toplumun büyük bir kısmını siyasal ve sosyal hayata katılmaktan alıkoymayı amaçlamıştır. 1983 yılında yapılan genel seçimlere kadar olağanüstü bir yönetim rejimi uygulanmıştır. Bu dönemde insan hakları ve hukuk hiçe sayılmış ve birçok masum

1982 Anayasası Cumhurbaşkanı başta olmak üzere kamu bürokrasisinin yetkilerini artırarak merkezi idareyi güçlendirmiştir. Siyasal ve sosyal hayatı bütünüyle baskı altına almış ve başta düşünce özgürlüğü olmak üzere, ifade, örgütlenme, basın özgürlüğünü ortadan kaldırmaya çalışmıştır. 1990’lı yılların başına kadar toplumun büyük bir kesimi siyasal hayatın dışında kalmıştır. Bu dönemde siyasi iktidarın hareket alanı ekonomi ve genel idari hizmetlerin yürütülmesi dışında oldukça daraltılmış ve siyaset kurumunun girişinin yasak olduğu alanlar genişletilmiştir. Bu durum Türkiye’nin siyasi tarihinin genel bir özelliğini ifade eden ve siyasi partilere atfen söylenen “hükümet olabilirsiniz ama iktidar olamazsınız” ifadesinin daha bir anlam kazanmasına neden olmuştur.

1980 sonrası küreselleşme süreci tüm dünyayı olduğu gibi Türkiye’yi de etkisi altına almıştır. Küreselleşme süreci dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan bir düşüncenin, olayın veya gelişmenin Türkiye’yi de etkilemesine neden olmaya başlamıştır. 1980 sonrası dönemde İrandaki İslam İnkılabı, Sosyalist bloğun çökmesi, I. ve II. Körfez Savaşı ve Avrupa’nın siyasal olarak AB çatısı altında bütünleşme sürecine girmesi Türkiye’nin toplumsal, siyasal ve idari yapısını önemli ölçüde etkilemiştir.

İran’da ortaya çıkan siyasi gelişmeler birçok Ortadoğu ülkesini olduğu gibi Türkiye’nin düşünce dünyasını, düşman algısını ve güvenlik konseptini önemli ölçüde etkilemiştir. Sosyalist bloğun çökmesi ve NATO’nun kendisine yeni rakip olarak İslam toplumunu seçmesi Türkiye’deki güvenlikten sorumlu kamu bürokrasisinin dikkatini yasa dışı sol akımlardan dini yönelimli hareketlere ve örgütlere vermesine neden olmuştur. Türkiye’nin komşusu Irak’a ABD’nin müdahale etmesi ve bu ülkenin toprak bütünlüğünün korunamaması ihtimali Türkiye için birçok sorunun doğmasına ve var olan bazı sorunlarında katlanarak devam etmesine neden olmuştur.

Avrupa’nın, AB çatısı altında bütünleşme sürecine girmesi ve Türkiye’nin de bu yapılanmada yerini almak istemesi ülkenin siyasi, sosyal ve kültürel alandaki en büyük değişim ve dönüşümün bu süreçte ortaya çıkmasını sağlamıştır. Ayrıca, küreselleşme sürecine tepki olarak ilk kez 1968’de ortaya çıkmaya başlayan yeni sosyal hareketler dönüşüm geçirerek yeni bir yüzle, kimlik siyasetiyle, etkisini göstermeye başlamıştır. Özellikle etnik ve kültürel alandaki kimlik siyaseti, Türkiye’de var olan toplumu tek tipleştirici ulus devlet yapısı (Akyol, 2005: 45) için tehdit olabilecek bir güç olduğunu

1980 sonrası dönemde göstermiştir. Ancak kimlik temelli kültürel alanda sürdürülen siyaset bir taraftan da ülkenin özgürleşmesi ve demokratikleşmesi hususunda ciddi katkılar sunmuştur.

Küreselleşmenin etkisi ile dünyada meydana gelen bu gelişmeler ülkede değişim ve dönüşüme neden olurken, ülke içerisindeki gelişmelerin de bu değişim ve dönüşüme önemli bir katkı sunduğu gözlenmiştir. Türkiye’de hızlı nüfus artışı ve köyden kente göçün yoğun bir şekilde yaşanması, kentleşme ve kentlileşme süreçleri toplumsal yapının değişmesini sağlamıştır. Ülke nüfusunun büyük bir bölümü 1980’li yıllara gelindiğinde kentlerde yaşamaya başlamıştır. Ülkede okur- yazar oranının yükselmesi, dışa açık bir ekonomi politikasının uygulamaya geçirilmesi, kitle iletişim araçlarının ülkenin hemen her yerinde kullanılmaya başlanması, büyük bir genç nüfusun varlığı, yeni bir orta ve üst sınıfın ortaya çıkması vb. nedenler ülkenin ekonomik, sosyal ve kültürel yapısının değişmesine neden olmuştur. Ülkedeki bu değişim ve dönüşümden kamu bürokrasisi uzak kalmayı ve muhafazakar bir tavırla eski yapının devam etmesini istemiştir.

1983 yılı sonrasında ülkedeki toplumsal yapı değişimine paralel olarak kamu bürokrasisinde görev alan kesimde önemli değişiklikler oluşmaya başlamıştır. Özellikle Özal hükümetleri döneminde kamu bürokrasisinde toplumun farklı kesimlerinden insanlar görev almaya başlamıştır. Gerek bu farklı kesimlerin kamu bürokrasisinde görev almaları ve gerekse güçlü bir siyasi iktidarın var olması, kamu bürokrasisinin bir nebze de olsa siyasi iktidara bağlı hareket etmesine neden olmuştur. Kamu bürokrasisinin bu durumundan rahatsızlık duyanlar olduğu gibi bu değişimi kamu bürokrasisinin dünyaya ve en önemlisi kendi toplumuna açılması sürecinin başlangıcı olduğu için savunanlar da olmuştur. Bu açıdan 1980 sonrası Türk bürokrasisi Weberyen çizgideki toplumsal değerlerden soyutlanan, adeta bir robot gibi değer yargısı olmayan, bireylerin toplandığı bir kurum olmaktan çıkmıştır. Bu tür bir kurum yapısı yerine daha çok modern bürokrasi kuramlarının öngördüğü sosyolojik değerlere önem veren bürokratik bir kurum yapısı ortaya çıkmaya başlamıştır (Çaha, 1998: 869).

1980’li yıllarda güçlü siyasi iktidarların kurulmaya başlaması ülkedeki askeri