• Sonuç bulunamadı

Tasavvufun doğuşunu ve gelişim seyrini açıklamak için zaman içinde çeşitli tasnifler yapılmış ve tasavvuf tarihi bu tasniflere göre değerlendirilmeye çalışılmıştır. Biz bu tasniflerden birini kullanmak yerine tasavvuf tarihinin zaman içinde nasıl gelişim gösterdiğini incelemeye çalışacağız.

Tasavvuf tarihi genel olarak üç aşamada incelenebilir. Peygamber döneminden başlayarak sahabe, tâbiîn ve etbâü’t-tâbiîn dönemine kadarki sürece Zühd dönemi denilmiştir. Sonraki dönem Tasavvuf, ondan sonraki dönem de Tarikatlar dönemidir.

Zühd dönemi, Hz Peygamber döneminden beri var olmakla birlikte genel bir akıma ve harekete dönüşmesinin Hulefâ-yı Râşidîn döneminin sonlarında başladığını söylemek mümkündür.

3.1. Zühd Dönemi

Bu dönem, Asr-ı Saâdet ile başlayıp ardından tâbiîn ve etbâü’t-tâbiîn ile gelişim gösteren ve Hicri I. ve II. asırları içine alan dönemdir (Yılmaz, 2016: 81). Ayrıca bu dönem, siyâsî olarak Emevilerin ve ardından Abbasîlerin hüküm sürdüğü zamana rastlar.

İslam coğrafyasında tasavvufun ilk tohumları zühd hareketi ile H. I. asırda atılmıştır. Hz. Peygamber’in ve O’nun ashabının yaşantısı zühd hareketinin ilk örneklerini taşır. Hz. Peygamber’in daha Cahiliyye Devri’nde iken zaman zaman Hira Dağı’na gidip orada maddî hayatın kaygılarından arınıp iç huzura yönelmiş olması

O’nun zühdî yaşantısının apaçık göstergesidir. Hz. Peygamber’in gerek peygamberlikten önce gerekse peygamberlikten sonraki yaşantısı, tümüyle tasavvufun oluşumunda etkili olan zühd kavramının teşkilinde önemlidir. Hz. Muhammed (s.a.v) ki, hem kendi döneminde hem de kendi döneminden sonra, yaşantısıyla tüm insanlığa örnek olmuştur. Hz. Peygamber’in bu zühdî olan yaşantısı ile ilgili birkaç rivâyet nakledebiliriz:

İbn Abbâs’tan gelen bir rivâyete göre: “Peygamber peş peşe birkaç gece aç sabahlar, hane halkı da çoğu zaman akşamları yiyecek bir şey bulamazdı. Zaten ekmekleri de arpa ekmeğiydi” (Yılmaz, 2016: 82).

Hz. Âişe derdi ki: “Hz. Peygamber’in hiçbir zaman karnı doymadı ama asla şikâyetçi olmadı. Bazen O’nun haline acır ve: ‘Bari sana yetecek kadar bir rızka erişseydim’ derdim. O ise, ülü’l-azm peygamberlerin bu dünyadan böyle gelip geçtiklerini anlatırdı” (Yılmaz, 2016: 84).

Yukarıda verdiğimiz rivâyetler gösteriyor ki, hem Hz. Peygamber hem de onun etrafındakiler her ne kadar o dönemde “zühd” ifadesini kullanmasalar da zühdî bir yaşam sürmüşlerdir.

Allah Resûlü’nün yanında onunla sohbet etme şerefine nâil olan sahabeler ve dört halife de dünya nimetlerine yüz çevirmiş, zikir ve nafile ibadetlerle meşgul olmuş, tefekkür için zaman zaman inzivaya çekilmiştir. Bu da gösteriyor ki Hz. Peygamber’in yaşayış tarzı onun ashâbını derinden etkilemiştir. Onun dört halifesi ve ashâbının da zâhidâne yaşantısı sûfîler için örnek teşkil etmiştir.

Hz. Peygamber’in arkadaşı olan muhacirlerle ensarın fakirlerinden oluşan (Doğrul, 2008: 25) Ashâb-ı Suffe’nin İslam ruhunun teşekkülünde rolü oldukça büyüktür. Hz. Peygamber’in camisinin sofasında maddî kaygıdan uzak bir şekilde yaşamlarını sürdüren, Allah’ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olan ve hayatlarını sadece ibadetle ve Kur’ân öğrenme ile geçiren bu grup, tüm varlıklarını İslam’ın

gerektirdiği gibi yaşamaya adamıştır. Ebû Hureyre ve Ebû Zer bu grubun en meşhurları arasındadır. Ashâb-ı suffenin bedenleri yokluk ve fakirlik timsali, elbiseleri sabır ve tevekkül, gıdaları da aşk ve muhabbet olduğu belirtilir (Sunar, 1978: 12). Onların tasavvufî hayatın ilk nüvesini teşkil ettiği ve hatta sûfî ve tasavvuf kelimelerinin buradan geldiğini savunanlar da mevcuttur (Yılmaz, 2016: 95).

Hz. Muhammed’in kendisinin ve sahabelerinin yaşantısı ile başlayan zühdî yaşam, tâbiîn ile devam etmiştir. Hasan Basrî ve Üveys Karanî bu isimler arasındadır. Attâr, Tezkiretü’l-Evliyâ’da Üveys Karanî’nin “Yükseklik aradım, tevazuda buldum. Beylik aradım, hayırseverlikte buldum. Mürüvvet aradım, doğrulukta buldum. Şan aradım, fakirlikte buldum. Nisbet ve şöhret aradım, takvada buldum. Şeref aradım, kanaatte buldum. Rahat aradım, zühdde buldum.” (Attar, 2002: 64) dediğini kaydeder. Onun bu sözlerinden Karanî’nin fakir ve zahid olduğu ve Hz. Peygamber’in yaşantısı gibi zühdî bir hayat yaşadığı anlaşılır.

Hz. Peygamber’in ve onun ashabının ve onların tabiînin tüm bu yaşantısı İslam tasavvufunun oluşumunun en önemli nüveleri arasındadır. Tüm bu olaylarla Hicri I. asır tamamlanmış ve böylece zühdî hareketin ilk tohumları atılmıştır.

Hicri II. asra gelindiğinde artık zühd hareketi iyiden iyiye etkisini göstermiştir. Bu döneme kadar geçen 100-120 yıllık zaman dilimi zühd hareketinin oluşum safhasıdır. Hicri II. asırda Müslüman coğrafyasının genişlemesi, bu genişlemeyle beraber karşılaşılan yeni kültürler, siyasi idarenin baskıcı yönetimi ve yavaş yavaş baş göstermeye başlayan lüks yaşam insanların zühd hayatına yönlenmesinde etkili olmuştur (Bolat, 2017: 114). Yaşanan bu gelişmelerle birlikte sırtını dünyaya çeviren ve sürekli ibadet ile hemhal olan bir zümre oluşmaya başlamıştır.

Süleyman Ateş, zühd hareketinin ortaya çıkışını iki sebebe bağlar. Bu sebeplerden ilki, abartılı günah bilinci; diğeri ise İlâhi ceza karşısında duyulan korkudur (Ateş, 2004: 45).

Bu dönem, zühd hareketinin oluşum safhasındaki dînî bir hareket olmanın ötesinde dönemin yaşantısına bir tepki niteliğinde şekillenmiştir. Öyle ki, dünya nimetlerinin ön plana çıkmasıyla zâhidler kendilerini sâlih amel işlemeye yöneltmişler ve dünyadan el etek çekmişlerdir. Yani içinde bulunduğu toplumda rûhen kendisine hitap eden şeylerin olmayışı ve manevî yaşamdaki eksiklik, insanları bir arayışa yöneltmiş ve bu da zühd hareketinin gelişim safhasını oluşturmuştur.

Sühreverdî, Hz. Peygamber’in ardından zühd hareketinin yaygınlaşma sebebini şu şekilde izah eder:

“Hz. Peygamber’in döneminden sonra kendilerine “tâbiûn” denilen kesim, sahabeden ilim öğrendiler. Allah Resûlü’nden sonra peygamberliğin geride kalmasıyla birlikte ilahi vahiy kesildi, çeşitli görüşler ve farklı beklentiler ortaya çıktı. Şahsi arzu ve düşüncelerle ilmin tadı kaçtı. Takva ehli olanların oluşturdukları çevre ve fikirler sarsılmaya başladı. Cehaletle birlikte bilgisizlik iyice arttı. Bunun neticesi olarak da hakikatler geri planda kaldı. Dünya ve dünyaya ait nimetler ön plana çıkarken buna meyli olan insanların sayısı da arttı. Bazı kimseler de dünya nimetlerine yönelimin artmasına karşılık zühdî yaşamı benimseyerek uzleti tercih ettiler” (Sühreverdî, 2010: 63-65).

İbn Haldun da ikinci asırla beraber insanların dünyaya meylinin arttığını ve buna tepki olarak da sûfî ve mutasavvıf gibi özel isimlerle anılan zümrelerin ortaya çıktığını söyler (Bolat, 2017: 115). Hem Sühreverdî hem de İbn Haldun’un

sözlerinden anlaşılıyor ki zühd hareketinin Asr-ı Saâdet’ten sonra yaygınlaşması dünyaya ve dünya nimetlerine olan itibarın artmasıyla doğru orantılıdır.

Toplumdaki zenginleşmeye ve dünyevileşmeye karşı ilk tepki gösteren Ashâb-ı Suffe’den olan sahabe Ebu Zer el-Gıfârî’dir. Hz. Osman döneminde artan refaha ve zengin bir sınıfın doğuşuna karşı Ebû Zer zühd ile ilgili Kur’ân ayetlerini ve Hz. Peygamber’in hadislerini okuyordu. “Altın ve gümüşü biriktirip onları Allah yolunda harcamayanları elem dolu bir azapla müjdele” (Tevbe 9/ 34) ayeti, bu ayetler arasında yer almaktadır.

Ebû Zer’in kırılma noktasının Şam’da bulunduğu sırada Şam valisi Muâviye’nin lüks yaşam ve harcamaları olduğu anlaşılmaktadır. Muâviye’ye bu konuda sert bir muhalefette bulunmuştur. Muâviye halkın onunla konuşmasını yasaklamış ancak aldığı tedbirlerden bir netice alamayınca bu durumu Hz. Osman’a bildirmiştir. Hz. Osman da onu Medine’ye çağırmıştır. Medine’ye gelen Ebû Zer burada muhalefetini daha da şiddetlendirmiştir. Gerek Mescid-i Nebevî’de gerekse Hz. Osman’ın meclisinde artan bu muhalefetinden onun Rebeze’ye gönderilmesine karar verilmiştir. Rebeze’ye giden Ebû Zer, ömrünün son demine kadar çölde münzevi bir hayat yaşamaya devam etmiştir (Aydınlı, 1994: 267).

Ebû Zer, Rebeze’ye gittiğinde Hz. Ali kendisine şöyle demiştir: “Ey Ebû Zer, sen Allah için öfkelendin, bu yüzden onun lütfunu umansın. Toplum, dünyaları için senden korktu; sense dininden dolayı onlardan korktun” (Gölpınarlı, 1997: 130).

Belirtmek gerekir ki Ebû Zer’in bu çıkışı, Hz. Osman’a karşı ayaklanmayı, sahabe savaşlarını ve bir sonraki dönemdeki zühd ve tasavvuf hareketini derinden etkilemiştir.Bununla beraber Ebû Zer’in muhalefeti zühd ve tasavvuf hareketinden farklı olarak sert bir meydan okumaya ve politik bir muhalefete dayanmıştır. Hâlbuki zühd ve tasavvuf hareketi daima apolitik bir hareket olarak kalmaya devam etmiştir.

İslam dünyasında zühd ve tasavvuf hareketini tetikleyen bir diğer önemli konu da sahabeler arasında meydana gelen savaşlar ve iktidar temelli bölünmelerdir. Hz. Osman döneminin sonlarında iyice artan ekonomik ve siyasal bunalım, Hz. Osman’ın şehit edilmesi ile yeni bir boyut kazanmıştır. Hz. Osman’a karşı yürütülen muhalefetin temelinde devlet kaynaklarının belirli bir kesime peşkeş çekilmesi ve sınıflar arasındaki uçurumun artması sorunu vardır. Hz. Ali de hilafetinin ilk döneminde buna tepki olarak tüm maaşları eşitlemiş ve herkese üç dirhem maaş bağlamıştır. Böylece aristokratik kabile düzenini hiçe sayarak yalnızca liyakata dayalı (meritokrasi) bir görevlendirme yapmıştır (Demircan, 2013: 178). Bu durum sahabeler arasında Cemel, Sıffin ve Nehrevan gibi ağır sonuçları olan savaşlara sebep olmuştur.

Sahabeler arasında Hz. Ali dönemindeki savaşlardan ve fitnelerden uzak kalan bir kesim de vardır. Bunlar zühd hareketinin temelini oluşturan bir diğer önemli kesimdir.Nitekim bu konu hakkında pek çok hadis de rivâyet edilmiştir. Ebû Hureyre’den rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Yakında büyük fitneler olacak, o fitnelerde oturanlar ayaktakilerden, ayaktakiler yürüyenlerden, yürüyenler koşanlardan daha hayırlı olacaklardır. Kim o fitne içinde bulunmuş olursa ondan uzak dursun. O zaman bir iltica yeri, sığınacak mekân bulursa ona sığınsın” (Sahih-i Buhârî, VIII, 92; Sünen-i İbn-i Mace, II 3961). Görüldüğü gibi fitneler çağında toplumsal sorunlardan bireysel kurtuluşa çağrı vardır. Bu da zühd hareketini tetiklemiştir.

Hicri II. asırda fıkhın kuru bakış açısı sunması, kelâmın insanı tatmin etmemesi de zühd hareketine yön vermiştir (Bolat, 2017: 119). Çünkü fıkıh, İslam’ın muamelât kısmını; kelâm ise inanç kısmını oluşturmaktaydı. Yani bunlar zâhirî ilimlerden ibaretti. Nefsi arındırma ve ruhu doyurma noktasında yetersiz kalmışlardı. Ama tasavvufun can suyu olan zühdî hareket, bu iki ilmin aksine

İslâm’ın bâtınî tarafını oluşturmuş ve içinde bulundukları toplumun da etkisiyle buhran yaşayan kişiler, mistik arayışlar içine girmiştir. Tam da bu noktada zühd hareketi arayış içinde olanların beklentilerini ziyadesiyle karşılamıştır.

Bu dönemle birlikte artık tasavvufun tahalluk boyutu tahakkuk boyutunun önüne geçmiş, daha çok fakr ve tevekkül yönü ağır basan bir dînî yaşam ön plana çıkmıştır (Bolat, 2017: 118).

İslam âleminde bu akım, H. II. asır dolmadan yayılmış ve sûfiyye yahut mutasavvife adında bir cemaat ortaya çıkmıştır (Ateş, 2004: 50). Hicri II. asrın sonlarına kadar gelişim gösteren zühd hareketi başlangıçta her ne kadar ferdî olarak tezahür etmiş olsa da sonrasında Medine, Basra, Kûfe ve Horasan adıyla dört ayrı mektep kurulmuştur:

3.1.1.Medine Mektebi: İlk olarak ortaya çıkan bir ekoldür. İslâm’ın başkenti olan Medine’de gelişim göstermesi hasebiyle bu isimle anılmıştır. Bu ekolün esasında Hz. Peygamber’in ve ashabının zühdî yaşantısının temelini oluşturan Kur’ân ve sünnet vardır.

3.1.2.Basra Mektebi: Bu ekol, tasavvuf gibi bâtınî bir ilmin yanı sıra fıkıh, kelâm gibi nazarî ilimlerin de başkenti olmuş bir şehir olan Basra’da gelişim göstermiştir. Bu mektebin temelinde Hasan Basrî ile yaygınlaşan “korku ve hüzün” yolu ile Rabiatü’l-Adeviyye’nin önderliğini yaptığı “sevgiyedayalı” yol vardır.

H. II. asırda korku ve hüzün yolunun temsilcisi olan Hasan Basrî, İslam’da Kitap ve sünnete dayalı Ehl-i Sünnet anlayışını ilk sistemleştiren sûfî olarak anılır. Bu döneme kadar iki asırlık süreçte zâhidlerin en önemli özelliği, cehennem azabı, korkusu ve cennet ümidi hasebiyle gözyaşı dökmek ve dünyadan uzaklaşarak kendini uhrevî yaşama adamaktır (Yılmaz, 2016: 103-104). Hasan Basrî’nin sahabe ile olan münasebeti de göz önünde tutulursa onun Medine ekolünün etkisinde kaldığı ve Basra ekolününde de bu mektebin tesiriyle geliştiği söylenebilir (Bolat, 2017: 122).

Hem Medine hem de Basra ekolünde zâhidlerin “korku ve hüzün” esasına dayanan zühdî hayat yaşamaları bu kanıyı doğrulamaktadır. Netice itibariyle Hasan Basrî’nin hayatı hem hicretin ilk asrında hem de ikinci asrındaki zâhidlerin yaşantısının en güzel örneklerindendir.

Hasan Basrî’nin “Mümin mahzun olarak akşamlar ve mahzun olarak sabahlar; onu bundan başkası mesud edemez” sözü Basra ekolünün temel esasını oluşturmuştur (Bolat, 2017: 122). H. II. asırda Basrî’nin öncülüğünü yaptığı bu ekolün yanı sıra aynı asırda yeni bir anlayış gelişmiş ve korku ve hüznün yanı sıra temelinde Allah sevgisi olan bir zühd yolu teşekkül etmiştir. Bu yolun önderliğini ilk kadın sûfî olan Rabiatü’l-Adeviyye yapmıştır. Onun hayatı, çağdaşı olan Basrî’nin yaşantısı gibi sadece hüzne ve korkuya dayanmıyor bunun yanı sıra Allah sevgisini de içine alıyordu. O, Allah’ı cehennem azabından kurtulmak veya cennete erişmek için değil sadece Allah olduğu için seviyordu. Çünkü ona göre sevgi, sevgiliden karşılık beklemeden sevmektir.

Rabiatü’l-Adeviyye tasavvufta “ilahi aşk” mefhumunu dile getiren ilk kişi olmuş ve bu yolla bir çığır açarak kendisinden hemen sonraki asırda yetişen Marûf Kerhî, Bâyezid-i Bistâmî, Hallâc-ı Mansûr, Zünnun Mısrî gibi sûfîleri etkilemiştir (Bolat, 2017: 123). Rabiatü’l-Adeviyye sevgiyi ikiye ayırmıştır. İlki, insanı Allah’tan başkasıyla olmaktan alıkoyan sevgi; ikincisi ise Allah’ı zatı için sevmektir (Doğrul, 2008: 87).

Bununla birlikte, Rabiatü’l-Adeviyye’nin zühd anlayışının kıyaslanamaz ölçüde en çarpıcı özelliğini, arzulamaya, sevilmeye ve tapılmaya değer yegâne varlık olarak gördüğü Allah’tan başka hiçbir varlığa zihinde yer vermemesi oluşturur (Knysh: 2011: 36). Adeviyye, Allah sevgisine olan vurgusu ile dünyaya ait her şeyden tamamıyla uzak kalmayı gaye edinmiştir. Bunun neticesi olarak da sevgiye dayalı zühd yolunun temsilcisi olmuştur.

Rabiatü’l-Adeviyye ile ilgili anlatılan meşhur bir hikâye şöyledir: “Adeviyye, Basra sokaklarında bir elinde meşale, diğer elinde bir testi su ile yürümektedir. İnsanlar ona bu yaptığının manasını sorduklarında onlara cevaben şunu der: ‘Cehennem ateşini söndürmek ve cennete ateş düşürmek istiyorum ki böylece bu iki perde kalksın. Kalksın ki, insanlar cehennem korkusuyla ya da cennet arzusuyla Allah’a ibadet etmekten vazgeçsinler ve kulluklarını sadece Cemâlullah için yerine getirsinler” (Ahmed Eflâkî, 1973: C.I, 381).

Hasan Basrî’nin hayatı ve ona ait olan sözler bize artık iyiden iyiye teşekkül etmiş olan zâhidlik kavramının ilk manzarası ile Rabiatü’l-Adeviyye’nin hayatı ve ona ait olan sözler de ikinci manzarasını canlandırır (Doğrul, 2008: 79). Yani tasavvuf, Basrî ve Adeviyye ile Basra’da iki ayrı koldan gelişim göstermiştir.

Süleyman Ateş, İbn Teymiyye’nin “

es-Sûfiyye ve’l-fukarâ

” isimli eserinde tasavvuf hareketinin Kûfe’den değil Basra’dan doğduğu fikrini şu ifadelerle açıkladığını söyler: “Tasavvuf, Basra’dan kaynaklanmıştır. Kûfe’de fıkıh ve ilim yolu gelişip o yola girenler, ciddiyetle çabalarını harcarlarken; Basra’da ibadet ve zühd yoluna girenler, çabalarını bu alanda harcamışlardır (Ateş, 2004: 51).

3.1.3.Kûfe Mektebi: Sûfî kelimesini ilk olarak H. II. asrın sonlarında kullanan Ebû Hâşim el-Kûfî, (Câmî, 2008: 153) bu ekolün önde gelen simaları arasındadır. Kerbelâ’da yaşanmış olan acı olayların toplumda meydana getirdiği derin etki Kûfe’de pişmanlıklarından dolayı Tevvâbûn hareketi altında tecessüm etmiş, bu zümreye çokça ağlamalarından dolayı Bekkâûn adı da verilmiştir (Bolat, 2017: 124). Ebû Hâşim’in yanı sıra Cafer es-Sadık ve Davud Tâî, Kûfe ekolünün önemli isimleri arasındadır.

3.1.4.Horasan Mektebi: Horasan, Anadolu’nun İslâmlaşmasında önemli bir yere sahiptir. Gerek H. II. asırda gerekse sonraki asırlarda Horasan’da tasavvufa yön veren pek çok önemli isim yetişmiştir. Kaynaklarda geçen “Horasan Erenleri”

ifadesi, Horasan merkezli bir hareket olan melâmet anlayışını benimseyen sûfîler için kullanılmıştır. Bu mektebin en önemli özelliği tevekkül ve teslimiyet olup en mühim zâhidi ise İbrahim b. Edhem’dir (Bolat, 2017: 125-126). O, sıkı bir zühd hayatını benimsemiş bir sûfîdir.

Hicri II. asırda ortaya çıkan bu mektepler ve bu mekteplerin önemli temsilcileri tasavvufun belli konularına ağırlık vermişler ve bu vesileyle tasavvufun fikrî temellerini atmışlardır. Geçen bu iki asır, tasavvufun oluşumunda da bir hazırlık safhası niteliğindedir. Bu iki asırla zühdî hareket oluşumunu tamamlamış ve tasavvufun ortaya çıkmasına sağlam bir zemin hazırlamıştır. Bu asırda henüz sistemleşemeyen tasavvuf, Hicri III. ve IV. asırlarda sistemleşmiş ve müstakil bir ilim dalı olmuştur. II. asrın sonlarında ilk asırdaki zâhidlerin yolunu takip edenlere sûfî, onların yoluna da tasavvuf denilmeye başlanmıştır (Türer, 2013: 75).

Hicri II. asırla beraber ortaya çıkan bu mektepler bir ağaç olarak düşünülecek olursa, Hz. Peygamber’in hayatı bu ağacın kökü ve ashabının yaşantısı ise ağacın gövdesini oluşturur.

3.2. Tasavvuf Dönemi

Hicri I ve II. asırla ortaya çıkıp gelişimini tamamlayan zühd hareketi, III. ve IV. asra gelindiğinde artık yerini tasavvufa bırakmıştır. Bu dönem siyâsî ve tarihî olarak incelendiğinde ise Abbasilerin gelişim çağlarına rastlar. H. III. asırla beraber artık büyük mutasavvıflar yetişmeye ve tasavvuf tarihi için mühim eserler kaleme alınmaya başlanmıştır.

Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi batıl cereyanlar, Mâtürîdîlik ve Eşârilik gibi Ehl-i Sünnet mezhepleri ile Hanefiyye, Mâlikiyye, Şâfiiyye ve Hanbeliyye gibi amelî mezhepler ve felsefî cereyanlar bu asırlarda ortaya çıkmıştır (Yılmaz, 2016: 108).

H. II. asrın sonlarına doğru ilmî bir hareket olarak gelişmeye başlayan tasavvuf, H. III. ve IV. asırlara gelindiğinde artık oluşum evresinden çıkıp

olgunlaşma evresine geçiş yapmıştır. Aslında tasavvufun olgunlaştığı bu evre, ferdî olarak yaşanan zühd hareketi döneminden sonraki asırlarda ortaya çıkacak olan tarikatlar dönemine geçiş niteliğindedir. Bu dönemde ortaya çıkan on iki tasavvuf yolu tarikatlar döneminin ön hazırlık safhasını oluşturmuştur.

Tasavvuf, bir ağaca benzetilecek olursa, H. I.-II. asırlarda gelişim gösteren zühd dönemi tasavvufun özünü yani kökünü; H. III.-VI. asırlarda tekâmülünü tamamlayan tasavvuf dönemi gövdesini ve tarikatlar dönemi ise ağacın dallarını oluşturur. Zühd döneminde tasavvufun hali, tasavvuf döneminde felsefesi ve kavramları, tarikatlar döneminde ise sistemi oluşmuştur (Gürer, 2017: 136).

Tasavvuf bu dönemde, fıkıh ve kelâm gibi zâhirî ilimlerden ayrılarak müstakil bir ilim haline gelmiştir. Tasavvufî kavramlar da bu asırda ortaya çıkmaya başlamıştır (Yılmaz, 2016: 108).

Tasavvuf tarihinin altın çağı olarak tarif edilen bu dönemde tasavvuf, bağımsız bir ilim haline gelmiştir. Zühd döneminde baskın olan ahlâk eğitimi yani tahalluk, bu dönemle beraber baskınlığını keşf ve marifete yani tahakkuka bırakmıştır. Ayet ve hadislerin işârî tefsiri de bu dönemde yapılmaya başlanmıştır (Baz, 2017: 139).

Hicretin ilk iki asrında genel olarak Medine, Basra, Kûfe ve Horasan’da kurulan mekteplerden yetişen sûfîler, üçüncü asra gelindiğinde İslâm coğrafyasının pek çok yerinden yetişmeye başlamıştır. Bu dönemde yine Nişabur, Mısır, Şam ve Bağdat’ta mektepler kurulmuştur.

3.2.1.Nişabur Mektebi: Hicretin ilk asırlarında Horasan’da gelişim gösteren tasavvuf, III. ve IV. asırlarda Nişabur’da da sirayet etmeye başlamıştır.

Nişabur III. asırda “fütüvvet ve melâmet” özellikleri ile tanınan bir merkez haline gelmiştir. Bâyezid-i Bistâmî ve Hamdûn Kassâr burada yetişen mutasavvıflar

arasındadır (Yılmaz, 2016: 110). Bâyezid-i Bistâmî, tasavvufu aşk ve vahdet ile ifade etmiştir ve onun sözlerinde kuvvetli bir vahdet-i vücûd fikri göze çarpar (Sunar, 1978: 36). Öyle ki onun bu fikri, sonraki asırlarda İbn Arabî ile zirveye ulaşacak olan