• Sonuç bulunamadı

Mevlânâ’yı ve onun düşüncelerini anlamak için onun kaleme aldığı eserleri mütalaa etmenin yanı sıra onun fikrî gelişiminin nasıl oluştuğunu ve içinde bulunduğu dönemin kültürel ve siyâsî yaşantısını da iyi anlamakla mümkün olur.

Hz. Mevlânâ’ya kadar gelen süreçte eserleri ile tasavvuf tarihine adlarını yazdıran Sühreverdî, Şeyh-i Ekber gibi isimler düşünceleriyle XIII. asırda yetişmiş olan Mevlâna’yı etkilemişler ve onun tefekkür hayatının şekillenmesinde büyük katkılarda bulunmuşlardır.

Bu iki isim Mevlânâ’nın yanı sıra onun Mesnevî isimli eserine şerh yazan Ankaravî’yi de derinden etkilediği tarafımızdan hazırlanan VI. cilt şerhinde ortaya çıkmıştır. Ankaravî, Sühreverdî’nin Heyâkilu’n-Nûr isimli eserine de bir şerh yazmış ve Mesnevî Şerhi’nin altıncı cildinde göndermelerde bulunmuştur. İbn Arabî’nin düşünceleri ışığında da Mesnevî’yi şerh etmiştir.

Mevlânâ’nın yaşadığı XIII. asır, Anadolu Selçuklu Devleti’nin en huzursuz olduğu, siyâsî entrikalarla çalkalandığı ve aynı zamanda mezheplerin hatta dinlerin kaynaştığı ve İslâmî düşüncenin hareketli ve renkli olduğu bir zamandır (Küçük, 2015: 20-24). Coğrafyanın içinde olduğu bu huzursuzluk ve Moğol baskıları tıpkı zühd döneminde olduğu insanları manevî bir sığınak olan tasavvufa yöneltmiştir. İnsanlar, dönemlerinde yaşayan tasavvuf büyüklerine sarılmışlar ve onların din büyüklerine olan saygıları artmıştır. Mevlânâ da bu çalkantılı dönemde yaşamış tasavvuf büyükleri arasındadır.

Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışında en fazla etkilendiği mektep İbn Arabî ve onun sistemleştirdiği vahdet-i vücûd anlayışı olmuştur (Ocak, 1996: 91). XIII. asırda İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd düşüncesini en iyi şekilde müdafaa eden Sadreddîn Konevî, Mevlânâ’nın hocasıdır. Mevlânâ’ya bu düşünceyi telkin eden hocası Konevî’dir (Topçu, 1998: 129). Babası Bahâeddin Veled’in Mevlânâ’nın irfânî

dünyasının gelişiminde payı büyüktür. Manevî doygunluğa erişmiş olan babası ona ilk tasavvufî terbiyeyi veren kişidir. Mevlânâ’nın yaşadığı dönemde Anadolu’da gelişim gösteren Melâmetîlik ve Kalenderilik de onun etkisi altında kaldığı tasavvuf akımları arasındadır. Mevlânâ’da Kalenderiliğe karşı sempati uyandıran Şems’tir. Lakin o, dönemdeki kaba Kalenderiliğe karşıdır. Yine bunlara ilave olarak o dönemdeki Kübrevîlik, Yesevîlik ve Vefâilik, Mevlânâ üzerinde tesir eden akımlar arasında yer alır (Ocak, 1996: 94-95).

Şüphesiz Mevlânâ üzerinde en derin tesiri olan kişi Şems-i Tebrîzî’dir. O, Mevlânâ’da var olan derin cezb halini ortaya çıkarmıştır. Mevlânâ, Şems’i tanımamış olsa belki yalın bir kişi olarak kalacaktı. Ancak Şems, Mevlânâ’yı Mevlânâ yapmıştır. Onun manevî zenginliğini ortaya çıkartmış ve ilahi aşk ile ilgili coşkulu şiirler yazmasına vesile olmuştur.

Şems-i Tebrîzî, Mevlânâ’nın coşkun ırmağının önünde olan seddi yıkmış ve ona kendi kalenderâne tasavvuf anlayışını eklemiştir. Kalenderîlikte yer alan dünyayı boşlama, dünyaya ait her şeye tepeden bakma ve dünyaya ait her şeyi ilahi aşka engel gören bir anlayışı Mevlânâ’ya da aşılanmıştır (Ocak, 1996: 144).

Şems, Mevlânâ’nın talebeleri ve halk arasında çıkan kargaşa nedeniyle ortadan kaybolmasından sonra Mevlânâ, sevgi ve muhabbetini Selâhaddin Zerkubî’ye hasretmiştir. Onun ölümü ile de Hüsâmeddîn Çelebi ile aynı muhabbeti devam ettirmiştir. Mevlânâ’nın Mesnevî isimli eserini vücuda getirmesinde Çelebi Hüsâmeddîn’in payı oldukça büyüktür. Çünkü bu önemli eser onun isteği üzerine kaleme alınmıştır. Mevlânâ’nın Hüsâmeddîn’e muhabbeti öyle büyüktür her ciltte ona göndermelerde bulunur. Altıncı cildin ilk beytinin “

Ey ḥayāt-ı dil Ḥüsāmeddḭn

besḭ /Meyl mḭcūşed beḳısm-ı sādisḭ”

şeklinde olması bunun bir örneğidir.

Mevlânâ çok kuvvetli bir sûfîyâne cezbeye mâlik, rind ve kalendermeşreb bir adam, en geniş tasavvufî telakkileri ruhunun samimi ihtiyaçları neticesinde duymuş

kuvvetli bir şahsiyettir (Köprülü, 1966: 188). O, bir ayağı ile sımsıkı şeriata bağlı diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşan bir pergel misalidir (Ocak, 1996: 146).

Mevlânâ için tasavvuf, billurlaşmış bir “belli kaideler ve akideler mecmuası” değil, duyulan yaşanılan bir şeydir. Öyle aklî ve hissî muhâkemât ile değil keşf yani ilham ve aşk ile anlaşılır (Köprülü, 1966: 191).

Mevlânâ şiire tasavvufa intisabından sonra başlamıştır. O, şiiri mistik düşüncelerin ve ilahi aşkın terennümünde bir araç olarak kullanmıştır. Tasavvufu konu edinmesi hasebiyle pek çok kavram ve sembol kullanmıştır (Ocak, 1996: 124-125). En tanınmış eseri Mesnevî’de de sembolik bir dil kullanmış olması onun bazı kesimler tarafından yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Onun tasavvufî düşünce sisteminin nasıl geliştiğini bilmeyenler onun şiirlerini yorumlarken hataya düşmüşlerdir.

Mevlânâ’nın şiirleri incelendiğinde onun tasavvuf anlayışında etkili olan üç anlayış olduğu görülmektedir. Bunlardan ilki Necmeddîn-i Kübrâ’nın sünnî esaslara dayalı kısmet zühdçü nitelikte olan tasavvuf sistemidir. İkincisi kaynağını Horasan Melâmetîliğinden alan ilahi aşk ve cezbeye dayalı Kakenderîlik ve üçüncüsü ise Arabî’nin sistemleştirmiş olduğu vahdet-i vücûd anlayışıdır (Ocak, 1996: 129). Mevlânâ’nın tasavvuf anlayışı sadece Şems-i Tebrîzî ile sınırlandırılmış olsa da babasının da etkisi göz ardı edilmemelidir. Sünnî zühdî yaşantısının temeli babasına dayanır.

Mevlânâ, İbn Arabî’nin vahdet-i vücûdunda yer alan ahlakçı karakteri üzerine estetiği ekleyerek ve onun varlık meselesine verdiği önemi de insan üzerine kaydırarak yeni bir sentez yapmıştır (Ocak, 1996: 132). Ancak Mevlânâ’nın sanatı kadar tasavvufî fikirleri orijinal değildir (Ülken, 2015: 186). Onun tasavvuf anlayışının temelinde “insaniyetçilik” vardır. Öyle ki herkes tarafından bilinen ve

Mevlânâ ile özdeşleşmiş olan: “Ne olursan ol yine gel” ifadesi onun insaniyetçi tasavvuf anlayışının bir göstergesidir.

XII. ve XIII. asırlar siyâsî olarak Moğol istilasının olduğu dönemlerdir. Moğollar, Maveraünnehir’den Anadolu’ya dek her yeri kasıp kavurmuşlar, yakıp yıkmışlardır. Bunun neticesi olarak ilim her ne kadar bu dönemlerde gerilemiş olsa da tasavvufa dair önemli eserler vücuda getirilmiştir.

İbn Arabî’nin yanı sıra onun yetiştirdiği Sadreddin Konevî de Mevlânâ’nın üzerinde tesir etmiş bir isimdir. Mevlânâ’nın tefekkür âlemini, felsefesini ve düşünce hayatını ve onun yanı sıra Ankaravî’yi ve ona “Hazret-i Şârih” unvanını kazandıran Mesnevî Şerhi’ni derinlemesine anlamak, onun fikriyatının inceliklerine vakıf olmak için bu bahsi geçen fikir adamlarını ve onların düşüncelerini iyi anlamak gerekir. Ta ki ne zaman büyük mutasavvıflar ve eserleri anlaşılırsa o zaman Mesnevî ve ona yazılan şerhler tam manasıyla anlaşılmış olur.

Mevlânâ’nın yaşamış olduğu Anadolu çok çeşitli ve renkli tasavvuf ortamı idi. Öyle ki Mevlânâ’yı ve onun Mesnevî isimli eserini bilip anlamadan Anadolu’daki ilk Türk eserlerini anlamak mümkün olmayacaktır.

XII., XIII. ve XIV. asırda tekkeler ve tarikatlar kurulup yaygınlık göstermeye başlamıştır. Medreselerin de kurulmasıyla ilim hayatı ilerleme kaydetmiş ve tarikatlarla birlikte de tasavvuf iyice yayılma alanına sahip olmuştur. Bu dönemde pek çok tarikat kurulmuştur. Başlarda zühd yönü ağır basan ve ferdî bir hareket olan tasavvuf, artık tarikatlarla birlikte toplumsal bir özellik kazanmaya başlamıştır. Biz burada Mevlânâ tarafından kurulan “Mevlevîlik” yolunu; sonraki bölümlerde de dönemin diğer önemli tarikatlarını incelemeye çalışacağız.

10. MEVLEVÎLİK

Mevlânâ, babası Bahâeddin Veled ve Burhâneddîn Muhakkık Tırmızî vasıtasıyla aldığı Kübrevîlik, Şems-i Tebrizî’den aldığı vecd ve coşkuyu İbn Arabî

tesiriyle aldığı vahdet-i vücûd telakkisiyle yoğurmuş ve yepyeni bir mektep oluşturmuştur (Yılmaz, 2016: 130). Onun oluşturduğu bu yeni mektebin adı Mevlevîlik’tir.

Çelebi Hüsâmeddîn’den sonra Mevlevîliği Sultan Veled ve ondan sonra da oğulları temsil etmiştir. Bu dergâhta şeyhliğin ya babadan oğula ya da ailenin büyüğünden diğer büyüğüne geçmesi bir gelenek haline gelmiştir (Gölpınarlı, 2018: 337). Mevlevî tarikatı her ne kadar fikrî olarak Mevlânâ’nın döneminde kurulmuş olsa da tarikatın tarihi asıl olarak oğlu Sultan Veled döneminde başlamıştır.

Mevlevîlik, Horasanîlik’ten yani Melâmetîlik’ten meydana gelmiştir. Tarikat, Mevlânâ’nın ölümünden sonra oğlu Sultan Veled tarafından sistemleştirilmiş olup Mevlânâ’nın görüşlerinin yayılmasında etkili olmuştur. Sultan Veled, babasının döneminde bir nüve olarak teşekkül eden bu tarikatı tamamıyla kurmuş;

halifeleriyle birlikte bu tarikatın yayılmasında çaba göstermiş ve nitekim de çok başarılı olmuştur.

Mevlevîlik yıllarca Osmanlı toplumunda “kalem efendileri”nin tarikatı olarak hüküm sürmüştür (Yılmaz, 2016: 130). Köylere kadar yayılmıştır. Bunun en önemli sebebi Mevlevî dervişlerinin halktan kopuk bir hayat sürmemesi olsa gerektir.

İslâm dünyasının en yaygın tarikatlarından biri olan Mevlevîlik, diğer tarikatların aksine genel itibariyle elit zümre, sanatkârlar ve musikîşinaslar arasında yaygınlık göstermiş olup aşk ve cezbeye ağırlık vermiştir (Türer, 2013: 172). Bu tarikat, ilk başlarda zanaatkâr kesimden oluşmakla birlikte sonraları üst sınıftan insanlara hitap etmeye başlamıştır.

XVI. asra gelindiğinde Mevlevîlik köyden kasabaya, kasabadan şehre çekilmeye başlayıp kendi için gömülme sürecine geçmiştir. XVII. asırdan itibaren adeta devlet müessesi haline gelmiştir. Zaman zaman vezirler, padişahlar bu

müesseseye önem vermişler ve onlara uyan halk da Mevlevîliğe akmıştır (Gölpınarlı, 2018: 229-231).

Mevlevîlik zaman içinde yüksek zümreye mal olmuştur. Bununla beraber vakıflar çoğalmış, dergâh müştemilatı artmış, harap olan şeyler tamir edilmiş ve yanıp yıkılan şeyler tekrardan yapılmıştır (Gölpınarlı, 2018: 239).

Mevlevîliğin ilk yıllarından XVII. asra kadar kadının erkekten hiçbir farkı bulunmamaktadır. Bu dönemlerde kadına hilafet dahi verilmiştir. Ancak XVII. asra gelindiğinde durum değişmiştir (Gölpınarlı, 2018: 257). Mevlevîliğin ilk dönemlerinde Mevlevî cemiyetlerinde yer alan kadın, Mevlevîliğin vakıflaşıp iktidara dayanmasının ardından geri planda kalmıştır.

Mevlevî dergâhları XVIII. asırdan itibaren tasavvuf ve müziğin yanı sıra edebiyat ve diğer sanatlar içinde akademi niteliğine dönüşmüştür. Mevlevîler arasında III. Selim, İsmail Dede Efendi ve Zekâi Dede gibi bestekârlar ve Şeyh Gâlib gibi büyük şairler de yetişmiştir (Ateş, 2004: 163). Yine XVIII. asırda yetişmiş olan İsmîil Rüsûhî-yi Ankaravî de Mevlevî’dir.

Mevlevîlik inanç bakımından sonraları iki ayrı kola ayrıldığı iddia edilmiştir. Bunlardan ilki, zühdü esas alıp şeriat çizgisini takip eden Veled kolu, diğeri ise şeriat çizgisini takip etmeyen, şarap ve esrarın serbest olduğu ve bıyıkların uzatıldığı bâtınî karektere sahip Şems koludur (Öngören, 2017: 274). Mustafa Kara, bu düşüncenin aksine Mevlevîliğin kolu olmadığını Şems ve Veled olarak gösterilen kolların meşrep dolayısıyla bu şekilde adlandırıldığını izah eder (Kara, 2006: 230).

Mevlevîliğin en önemli iki özelliği semâ ve çiledir (Yılmaz, 2016: 253). Mevlânâ’nın herhangi bir düzene tabi olmadan cezbe halinde kendiliğinden yaptığı semâ, Sultan Veled tarafından kurala bağlanmış ve bir ayin haline getirmiştir (Topçu, 1998: 119; Ateş, 2004: 161). Semâ, dönülerek yapılan Mevlevî ayinidir. Mevlevî tarikatında dervişin çile günü 1001’dir. Çile çeken dervişlere çilekeş ifadesi

kullanılır. Derviş, çileden çıktıktan sonra artık olgunlaşmış ve insan-ı kâmil mertebesine ulaşmış olur.