• Sonuç bulunamadı

MEVLÂNÂ DÖNEMİNDE HORASAN’DAN ANADOLU’YA GELEN ÖNEMLİ MUTASAVVIFLAR MUTASAVVIFLAR

14.1. Hacı Bektâş-ı Velî

Hacı Bektâş-ı Velî, XIII. asırda Horasan’dan Anadolu’ya yerleşen Türkmenler arasındaki ünlü bir tasavvuf ve fikir önderidir. Dönemin mutasavvıf ve meşâyihi içinde en fazla meşhur olan ve etkisi en geniş olan kişi olduğu halde hakkında tarihi belge niteliğinde pek az bilgi vardır. Hacı Bektâş’ın “Horasan Erenleri”nden Horasan Melâmetiye ve Kalenderiye akımına mensup bir sûfî olduğu genel olarak kabul görmektedir. Keza Ahmet Yaşar Ocak, Bektaşî efsanesinin yaratılmasında önemli rolü bulunan Abdal Musa’nın da Hacı Bektâş-ı Velî gibi Haydarî ve Kalenderî bir şeyh olduğunu ileri sürmektedir (Ocak, 2017: 144-146).

Hacı Bektâş-ı Velî’nin yaşadığı dönemden bugüne değin pek çok taraftarı ve müntesibi bulunmaktadır. Günümüzde dahi, ona bağlı ve onu seven çok sayıda kişi ve topluluk vardır. Bektaşîlik adıyla kendisine izafe edilen bir tarikatın önderi olarak kabul edilmektedir (Hacı Bektâş, 2007: 13).

Araştırmacılar Hacı Bektâş-ı Velî’yi iki farklı şekilde ele almaktadır: Tarihî kişiliği ve menkıbevî kişiliği. Onun tarihî kişiliği bakımından dönemin kaynakları içinde kendisi hakkında hiçbir iz bulunmamaktadır. Bu durum onun tarihsel kişiliğini tartışmalı hale getirmiştir. Menkıbevî kişiliğine göre ise Hacı Bektâş, Rum (Anadolu) abdallarının pîri ve Diyâr-ı Rûm’un büyük evliyasıdır. Bu menkıbeler onun belirli bir kesim tarafından kutsallaştırılmasının sonucudur. Onunla aynı çağda yaşamış olan ne Yûnus Emre ne Mevlânâ ne de başka bir sûfî onun kadar kutsallaştırılmamıştır. Bununla birlikte onun yaşadığı dönemde yazılmış hiçbir eserde ve resmî hiçbir kronikte ondan bahsedilmemektedir (Ocak, 1996c: 455).

Hacı Bektâş ile ilgili bilgi veren ve bilinen en eski kaynak Âşıkpaşazâde’nin oğlu Elvan Çelebi’nin “Menâkıbu’l-Kudsiyye” isimli menkıbevî tarih eseridir. İkinci

kaynak ise kendisinden sonra XIV. yüzyılda yaşamış olan Ahmed Eflâkî’nin “Menâkıbu’l-Ârifîn” adlı eseridir. XV. yüzyılda ise “Menâkıb-ı Hünkar Hacı Bektâş-ı Velî” isimli ve daha çok Velâyetnâme olarak da bilinen eser yazılmıştır. Bu eser onun tarihî kişiliğinin tespit edilmesi bakımından son derece önemli olmakla birlikte sonradan kurumlaşan Alevî-Bektâşî inançlarının esasını teşkil edecek menkıbeler bakımından da son derece zengindir. XVI. yüzyılda Taşköprülüzâde’nin “Şekâiku’n Numâniyye” adlı eserinde diğer kaynaklardan farklı olarak Sünnî bir Türkmen şeyhi olarak anılmaktadır (Ocak, 1996c: 455).

Hacı Bektâş-ı Velî’nin ne zaman ve nerede doğduğu ve nereden geldiğine dair kesin bir bilgi yoktur. Onun doğum tarihi gibi ölüm tarihi de tam olarak bilinmemektedir (Hacı Bektâş, 2007: 13-15).

Gelibolulu Mustafa Ali, onu Orhan Gazi Devri; Taşköprülüzâde ise onu I. Murad Devri uleması arasında zikreder. Velâyetnâme’de ise çağdaşı olduğu belirtilen Mevlânâ (1207-1273) Seyyid Mahmud Hayrânî (ö. 1268) Hacım Sultan gibi isimler hep XIII. yüzyılda yaşamış oldukları bilinen kimselerdir. Ahmed Eflâkî Menâkibu’l Ârifîn’de onun Mevlânâ ile aynı dönemde yaşadığını söylemektedir. Sonraki asır kaynaklarda ise 1248’de doğduğu yazılmışsa da bu kanıtlanamamıştır (Hacı Bektâş, 2007: 13-14). 

Velâyetnâme’de verilen bilgiye göre kendisi bir Türkmen şeyhi olmasına rağmen Seyyid’tir. Soyu VI. İmam Musa Kazım üzerinden Hz. Ali’ye varmaktadır. Nişabur’da doğmuş, Ahmet Yesevî’nin halifelerinden Lokman Perende’den ders almıştır. Ahmet Yesevî ile görüşmüş ondan icazet alarak irşat yapmak üzere Anadolu’ya gönderilmiştir. Velayetnâme’nin 6. Bölümü “Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Ahmed Yesevî’den İcazet Alıp Rum Ülkesine Gelmesi” başlığı ile geçse de Ahmet Yesevî’nin Hacı Bektâş-ı Velî’nin doğumundan 43 sene önce öldüğü bilinmektedir (Eyyüboğlu, 1989: 62).

Âşıkpaşazâde onu meczup bir derviş olarak tanıtır. “Hacı Bektâş sırrını, keşif ve kerametlerini, her nesi var ise Hatun Ana’ya emanet etmiştir ve kendisi meczup bir derviştir (Âşıkpaşazâde, 2003: 298).

Hacı Bektâş-ı Velî’nin 1240’ta bastırılan Babailer isyanına katıldığı da ileri sürülmüştür. Bununla birlikte Ahmet Yaşar Ocak, Hacı Bektâş’ın Baba İshak’ın önemli halifelerinden biri olmakla birlikte isyana katılmadığını ileri sürmektedir (Ocak, 1996c: 101).

Hacı Bektâş-ı Velî’nin Bektaşîlik içinde sahip olduğu kült, başka hiçbir tarikat önderi için söz konusu olamamıştır. Alevî-Bektâşî inançlarında menkıbevî kişilikten de öte bir kült, bir mitos ve inanç esasına dönüşmüştür. M. Fuad Köprülü yaptığı araştırmalarda XIV. yüzyılda Sulucakarahöyük tekkesinde yetişen Abdal Musa’nın, bu menkıbevî kültün inşasında büyük bir rolü olduğunu ortaya koymuştur. (Ocak, 1996c: 86).

14.2. Evhadüddîn-i Kirmânî

XIII. asrın en tanınmış mutasavvıfları arasındadır. Vahdet-i vücûd mektebine bağlı olan Kirmânî, Kalender-meşrep biridir (Ocak, 2017: 131). Ahmet Yaşar Ocak onu Kalenderî olduğunu söylerken; Mikail Bayram ise onun Anadolu’da fütüvvet teşkilatının kurucusu ve aynı zamanda Melâmetî olduğunu dile getirir (Bayram, 1999: 66-68). Ancak İbn Arabî, Melâmetiyye yolundan olanların isimlerini zikr ederken Kirmânî’ni ismini hiç vermez. Onun cezbe halinde genç delikanlılarla semâ ettiğinde cezbeye kapılması (Mostafavi, 2011: 100) da Melâmetîyye tarikatına mensup olma ihtimalini zayıflatır. Çünkü bu yola mensup olanlar hallerini aşikâr etmek yerine halktan gizlerler.

Kirmânî, Ahmet Yaşar Ocak’ın “Anadolu’da yüksek zümre Kalenderîliği” olarak nitelediği önemli sûfîler arasında yer almaktadır.

Evhadüddîn-i Kirmânî, “şahidbâzî” yani Allah’ın cemal sıfatını varlıkta temaşa etmek anlamına gelen meşreptendir. Bu meşrepten olanlar gençlere ilgi duyup onlarla semâ etmekten hoşlanırlar (Azamat, 1995: 519). Bu sebepten olsa gerek, Evhadüddîn Kirmânî’nin, meşrepdaşı Fahreddîn-i Irâkî gibi güzel yüzlü delikanlılara karşı meyli olduğu belirtilir (Ocak, 2017: 132). Kirmânî’nin onların güzelliğini arttırmak için ellerine birer kandil verdiği de söylenir. Onun bu tavrı suistimal edilip neticesinde kötü sonuçlar doğuracağı endişesiyle tenkit edilmiştir (Azamat, 1995: 132). Ancak onun bu durumu cismânî taraftan değil de aksine manevî taraftan ele alınırsa durumun böyle olmadığı gözlemlenecektir. Çünkü bu denli tasavvufî derinliğe sahip bir sûfînin şehvete kapılıp böyle şeyler düşünme ihtimali gerçeğe pek de yakın olmasa gerek.

Kirmânî, Rubaiyat isimli eserinde şahidbâzî olduğunu zaman zaman şöyle dile getirir:

“Ne zaman kendi şahidimden söze başlasam Kendi varlığımdan yokluğa yönelirim Bana çok şahidbâz olduğumu söylüyorlar

Evet, şahidbâzım hakikaten şahidbâzım” (Kanar, 2014: 457).

Kirmânî’nin tasavvuf anlayışı İbn Arabî ile tasavvufun zirvesine oturan vahdet-i vücûd anlayışı ve şahidbâzî düşüncesi önemli bir yere sahiptir (Mostafavi, 2016: 79). O, bu düşüncelerini ve seyr ü sülûk yolunda yapılması gerekenleri “Rubaiyat” isimli eserinde zikr etmiştir.

Vahdet-i vücûd anlayışını benimseyen Kirmânî, aynı zamanda Evhadî tarikatının ilk halkasını oluşturur. O, diğer tarikatlara nazaran kendi erkânına bazı değişik özellikler kazandırmıştır. Zikir telkini, saçı tıraş etmek, hamama gitmek, hırka giymek, halvete girmek ve sarık takmak bu tarikatının adapları arasındadır (Mostafavi, 2016: 133-135).

Evhadüddîn-i Kirmânî’nin Anadolu toprakları içinde devamlı seyahat etmesi (Mostafavi, 2016: 263) onun hem pek çok taraftar toplamasına hem de düşüncelerini geniş çevrelere yaymasına yardımcı olmuştur. Onun bu tavrı tasavvufun da bu asırda daha geniş alanlarda yaygınlık göstermesinde etkili olmuştur.

Kirmânî sadece İran’ın değil Anadolu’nun da tasavvuf hayatında derin izler bırakmış bir sûfîdir (Mostafavi, 2016: 266). O, resmî olarak Evhadiyye tarikatının kurucusu olsa da zaman zaman onun hem Melâmî hem de Kalenderî yolunun özelliklerini taşıdığını görmekteyiz.

14.3. Fahreddîn-i Irâkî

Münevver bir aileye mensup olan Fahreddîn-i Irâkî, Hemedan’ın Kamacan adlı bir köyünde doğmuş, daha küçük yaşta iken kuvvetli hafızasıyla tanınmıştır. Genç yaşında devrin bütün ilimlerine vakıf olmuş ve bir medresede ders vermeye başlamıştır. Daha sonra bazı Kalenderîler ile tanışan Irâkî, onlarla yolculuğa çıkmış ve çeşitli maceralara atılmıştır. Hindistan’ın Multan şehrinde Sühreverdî’nin bir müridi olan Bahaaddin Zekeriya’nın yanına gelip onun müridi olmuştur. Şeyh Bahaaddin’in kızı ile evlenip yirmi beş yıl onun hizmetinde kalmış ve onun vefatından (H. 666 / M. 1267) sonra da onun yerine şeyhliğe geçmiştir. Ancak kendine yönelik eleştiriler artıp başı belaya girince oradan ayrılıp Kâbe’ye gidip hac etmiş sonra da Anadolu’ya geçmiştir (Ahmed Eflâkî, 1973: C. I, 60,61).

Fahreddîn-i Irâkî, Konya’da İbn Arabî’nin üvey oğlu Sadreddîn Konevî ile de görüşüp onunla uzun süre sohbet etmiş ve ondan feyiz alıp kendisine intisap etmiştir.Sadreddîn Konevî’nin derslerine iştirak ettiği kaydedilen Fahreddîn-i Irâkî, tasavvufî olarak vahdet-i vücûd anlayışına sahiptir (Bilgin, 1995: 85). Irâkî, tasavvuf çevrelerince çok önemli bir eser olarak kabul edilen “Lemaat” (Parıltılar) isimli eserini manzum olarak kaleme almıştır. Kendisi Ekber’e müntesipliğinden dolayı

onun hatırasına şiirlerinde “Mağribî” mahlasını kullanmaktadır. Lemaat isimli eserine sonraki dönemlerde pek çok şerh yazılmıştır (Yetkin, 1963: 2).

Aşkı, aşk ile aramış bir âşık (Alkan, 2012: 7) olan Irâkî, hem XIII. asrın önemli mutasavvıfları arasında olan Mevlânâ ile hem de Sadreddîn Konevî ile dostluk kurmuştur (Ocak, 2017: 135).

İlk zamanlarda Hindistan’da Sühreverî’nin İşrâk düşüncesinde olan Irâkî, Anadolu’da vahdet-i vücûdun temsilcisi olmuştur. Ancak Kalenderî bir hayat sürmüştür (Bilgin, 1995: 85). Kirmânî gibi güzel yüzlü delikanlılara olan meyli bunun göstergesidir.

14.4. Necmeddîn-i Dâye

Ebû Bekir İbn-i Abdullah bin Muhammed bin Şâhâver bin Enûşirvân bin Ebî el-Necib el-Esedî el-Râzî olan Şeyh Necmuddîn-i Râzî, Necmeddîn-i Dâye olarak da bilinmektedir. “Dâye” sütanne anlamına gelmektedir. İran’ın kadim Rey (573/1177) şehrinde dünyaya gelen Dâye, eserlerinden de anlaşıldığı üzere iyi bir eğitim görmüştür. İlk eğitimini Rey’de aldıktan sonra Moğolların istilasından önce Horasan, Harezm ve Irak’ı ziyaret etmiş farklı tasavvuf önderleri ile tanışmış kendilerinden feyz almıştır. En fazla etkilendiği mutasavvıf 1221 yılında Moğol istilası sırasında şehit olan Necmeddîn-i Kübrâ’dır. Bu yüzden Necmeddîn-i Dâye’ye Küçük Necmeddîn de denilmiştir (Necmeddîn-i Dâye, 2013: 19-22).

İlk yolculuğuna 599/1202 yılında Hac vazifesini yerine getirmek için çıkan Dâye, bu yolculuğunda önce Şam’a daha sonra da Mısır’a ve Hicaz’a gitmiştir (Baltacı, 2010: 165). Moğol istilası sırasında memleketi olan Rey şehrinde olmayan Dâye, ailesinin katledilmesi haberi üzerine sarsılmıştır ve 1221 yılında Anadolu’ya geçmiştir (Necmeddîn-i Dâye, 2013: 10-11).

1221 yılında Kübrevîlik, Anadolu’ya Necmeddîn-i Dâye sayesinde girmiştir (Gökbulut, 2009: 144). Câmî, Dâye’nin Konya’da Mevlânâ ve Sadreddîn Konevî ile de

görüştüğünü söyler. Câmî’nin Nefehât adlı eserindeki rivâyete göre; Dâye, Mevlânâ ve Konevî bir arada iken akşam namazı vakti girer. Dâye’den imamlık etmesini rica ederler. Dâye her iki rekatta da Kafirûn sûresini okur. Mevlânâ Konevî’ye nazire yaparak: “Öyle görülüyor ki bunlardan birini senin için birini de benim için okudu” der. (Câmî, 2008: 605). Kirmânî’nin Menâkıbnâme’sinde geçen bilgiye göre Dâye’nin Anadolu’da Evhadüddîn-i Kirmânî ile de görüştüğü belirtilir (Gökbulut, 2009: 145).

XIII. asrın en mühim sûfîleri arasında yer alan (Mostafavi, 2016: 232) Dâye’nin Abdurrahman Câmî’nin verdiği bilgiye göre eğitimi Kübrâ tarafından Şeyh Mecdeddin Bağdadî’ye verilmiştir (Câmî, 2008: 606).

XII. ve XIII. asırda yaşayan İbn Arabî, Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî, Necmeddîn–i Dâye, Ahi Evran ve Yûnus Emre gibi mutasavvıflar aynı kaynaktan beslenmişlerdir (Muslu, 2017: 60).

15. MEVLÂNÂ DÖNEMİNDE ETKİLİ OLAN DİĞER TASAVVUF AKIMLARI 15.1. Melâmetîlik

Arapça bir kelime olan melâmet, “zemmetmek, kötülemek” anlamına gelmektedir. Tasavvuf ıstılahı olarak da “gösteriş olur endişesi ile yaptığı iyilikleri gizlemek ve nefsiyle mücadele etmek için de yaptığı kötülükleri de açığa vurmak” anlamına gelmektedir (Kara, 1987: 561). Süleyman Ateş, Melâmetiyye’yi şöyle tanımlar: “Zamanla şekilciliğe dökülmüş, riyâya bürünmüş olan tasavvuf mensuplarına karşı bir tepki olarak doğmuş, tasavvufun özü olan ihlâsı temel ilke edinmiş bir tasavvuf okuludur (Ateş, 2004: 175).

Melâmetî; damarlarına dek tüm benliği ile ihlâsı içine sindirmiş bir kimsedir. Melâmetîler, kimsenin onların ameline vakıf olmasını istemezler (Sühreverdî, 2010: 90). Çünkü Melâmetîler ibadetlerini ve hayırlarını gizli yaparlar. Onlar için bu gizlilik çok önemlidir.

Mustafa Kara, “Melâmetiye” isimli çalışmasında bu tasavvuf yolunun şu iki ayete dayandırıldığını söyler: “Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getirecektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın, dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir” (Mâide 5/54) ve “Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim (diriltilip hesaba çekileceksiniz)” (Kıyâmet 75/2) (Kara, 1987: 561). Nitekim Kur’ân’da geçen bu iki ayetin mealinden de anlaşılacağı üzere Melâmetiyye yolunun temel esası “nefsi kınamak”tır. Nefis, yaptığı kötülüklerin gizlenmesini istese de bu tarikata mensup olan kişiler bu durumlarını aşikâr ederek nefislerini terbiye etme yoluna gitmişlerdir.

Melâmetiyye ilk olarak IX. asırda Nişabur’da ortaya çıkmıştır (Knysh, 2011: 96). Melâmî anlayışın bu dönemdeki özellikleri bir tarikat niteliğinde değildir. Çünkü bu asırda tasavvuf henüz kurulum aşamasındadır.

Melâmetiyye akımının doğduğu Nişabur, IX. asırda Herat, Belh ve Merv ile birlikte Horasan bölgesinin dört önemli şehrinden biri konumundaydı. Farklı tasavvuf akımlarının hâkim olduğu bu bölgede Melâmetiyyenin orta çıkmasından evvel İbrahim b. Edhem, Abdullah b. Mübârek ve Şakîk-i Belhî gibi önemli zâhidler yetişmiştir (Öztürk, 2016: 129; Tek, 2019: 48). Horasan’ın İslâmlaşmasının ardından Belh, Nişabur ve Merv şehirlerinde de tasavvufî hareket gelişim göstermeye başlamıştır (Bolat, 2011: 36). Bu dönemde Horasan bölgesinde yaşanan huzursuzluklar bu akımla beraber bir “öze dönüş” hareketi oluşturmuştur.

Abbasi dönemindeki “Mevâlî” tabakasına mensup olan esnaf kesimin içinde doğup gelişmiş olan tasavvufî hareketin adı (Ocak, 2017: 63) olan Melâmetîlik, asıl

Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkıp gelişim göstermiştir (Gölpınarlı, 1931: 25; Ocak, 2017: 64).

Horasan bölgesinin tasavvufun teşekkülü esnasındaki önemini Hucvîrî şu sözlerle ifade eder: “Horasan’daki mutasavvıfların hepsini saymam zor olacak. Ben sadece Horasan’da üç yüz şahıs gördüm. Bunlardan her birinin bir meşrebi vardı. Onlardan bir tanesinin bulunması dahi dünyaya kâfi gelir. Bunun sebebi muhabbet güneşinin ve tasavvuf ikbalinin Horasan tarihinde bulunmasıdır” (Tek, 2019: 49). Hucvîrî’nin bu sözlerinden de anlaşılacağı gibi, Horasan pek çok önemli mutasavvıfın yetiştiği bir bölgedir. Öyle ki Melâmetî düşüncenin temelini Horasan kökenli sûfîler oluşturmaktadır (Bolat, 2011: 75).

Horasan, Melâmîlik anlayışının merkezi durumundadır (Bolat, 2011: 31). Anadolu’nun İslâmlaşmasında önemli bir yere sahip olan “Horasan Erenleri” ifadesi melâmet anlayışını benimseyen sûfîlere karşı kullanılmış bir ifadedir.

Melâmet, günden güne gelişerek H. V. asırda Horasan ve bütün Türkistan’da bir meslek haline gelmiştir (Gölpınarlı, 1931: 14).

Melâmetîlerin gözünde ihlâs her şeyin üzerindedir (Sühreverdî, 2010: 90). Onların nefsi terbiye etmek için şekilci olan her şeyden uzak durmaları ihlâsın zedelenme endişesindedir. Çünkü onlara göre riya ve gösteriş, ihlâsı geri plana iterek zedelemek manasındadır.

Sühreverdî: “Bir gün Melâmetîlerden birisinin kendisini semâ yapmak için davet ettiğini ancak bunu kabul etmediğini, sebebi sorulduğunda ise: ‘Eğer ben semâ yaparsam vecd hali ile kendimden geçerim. Ben halimin kimse tarafından bilinmesini istemem’” dediğini söyler (Sühreverdî, 2010: 93). Onun tasavvufun önemli kaynaklarından biri olan Avârifü’l-Maârif’inde söylediği bu sözler, Melâmetî anlayışını benimseyen kimselerin içinde bulundukları halleri halktan gizlemek için

gösterdikleri gayretin göstergesidir. “Ölmeden önce ölünüz” hadisi de, Melâmî anlayışa sahip kimselerin benimsediği bir anlayıştır.

Melâmilikle ilgili ilk eser Sülemî’ye aittir. Sülemî, bu meşrepten genel olarak bahseder ve sonrasında bu tasavvuf yolunda olan sûfîlerin kırk beş ayrı özelliğini sıralar (Kara, 1987: 574). Onun bu yaklaşım tarzı XIII. asırda Melâmîliğin Sünnî tasavvuf çevrelerinde nasıl algılandığını göstermesi bakımından oldukça önemlidir (DİA, 2004: 29). Sülemî, Melâmetîliğin tipik Nişabur anlayışından farklı bir şey olmadığını söylemiştir (Bolat, 2011: 220).

İbrahim b. Edhem ilk Melâmetîler arasında yer alır (Bolat, 2011: 36; Ocak, 2017: 64). Kuşeyrî’nin Risâle’sinde biyografisi hakkında bilgi verdiği ilk sûfî İbrahim b. Edhem, bir prensin oğlu iken ava çıktığı bir sırada başına gelen olaylarla dünyaya sırt çevirip fakr hayatı yaşamaya başlamıştır. Onun dünya nimetlerinden vazgeçip dış dünya ile alakasını kesmesi onun Melâmetî olduğunun göstergesidir.

Melâmetîliğin ilk kuşak temsilcilerinden olan Ebû Hafs el-Hadd bu yolu şu şekilde tanımlar: “Allah ile birlikte olmak için sırrını gizlemek, kulluk adına kendini ve nefsini kınamak, halka sadece eksik ve kusurlarını gösterip iyiliklerini gizlemek suretiyle onun kınanmasını celbetmek” demektir. Bu tasavvuf akımını temsil eden Hamdûn Kassar, Ebû Hafs el-Haddad gibi isimlerin pek çoğu esnaf tabakasındandır (Ocak, 2017: 65).

Melâmiyye tarikatı üç evre olarak nitelenmiştir:

a) Melâmiye-i Kassariye: Kurucusu Hamdûn Kassâr’dır. Bunun oluşmasında “Horasan Mektebi”nin payı oldukça büyüktür (Sunar, 1975: 9; Kara, 1987: 579; Bolat, 2011: 19; Öztürk, 2016: 166).

b) Melâmiye-i Bayramiyye: Kurucusu Hacı Bayram-ı Velî’nin müridlerinden Bursalı Ömer Sikkînî’dir. Bu dönem melâmîleri Anadolu tasavvuf tarihi içinde önemli bir yere sahiptirler (Sunar, 1975: 9; Kara, 1987: 579; Bolat, 2011:

19; Öztürk, 2016: 166). Bu kolun ilk dönem Melâmîliği ile bir ilgisi yoktur. Tamamıyla Bayramiyye içinde gelişmiştir. Aynı zamanda Şiî ve Hurûfî etkilere zamanla kapısını açmıştır (Bolat, 2011: 394).

c) Melâmiye-i Nuriye: Kurucusu Muhammed Nuru’l-Arabî’dir (Sunar, 1975: 9; Kara, 1987: 579; Bolat, 2011: 19; Öztürk, 2016: 166).

Sühreverdî kendi döneminde Melâmetîlerin özellikle Horasan’da bulunduğunu kaydeder. Bununla birlikte bu topluluğun ihlâs sahibi kimselerden oluştuğunu nasıl ki günahkâr olanlar günahlarının gün yüzüne çıkmasından çekinirlerse onların da yaptıkları iyilikler ve güzel işlerin ortaya çıkmasından çekindiklerini söyler (Sühreverdî, 2010: 93).

Melâmetîlere göre dört şekilde zikir yapılır: Dille, kalple, sırla ve ruhla (Ateş, 2004: 177; Sühreverdî, 2010: 94). Onların belirli kıyafetleri yoktur (Sunar, 1975: 19). Melâmetîlik, H. V / M. XI asırdan sonra büsbütün bâtınîleşmiş bir tasavvuf yoludur.

Melâmî anlayışın dayandığı nazarî tem kötümserlik ve fütüvvettir (Bolat, 2011: 219). Nefs kötülenmiş ve aşağılanmıştır. Mustafa Kara, Melâmetiyye’nin fütüvvetden, Kalenderîlik’in ise Melâmetiyye’den doğduğunu söyler (Kara, 1987: 566). Abdülbaki Gölpınarlı ise Melâmetîliğin Mevlevîlik ve Kübrevîlik tarikatlarına neş’esini verdiğini ve Abdallık ve Kalenderlik gibi bâtınî mezhep ve mesleklerin doğuşunda da etkili olduğunu söyler (Gölpınarlı, 1931: 14-15). Öyle ki, Melâmîlik tek başına teşekkül etmiş bir tarikat değildir. Kökünü “Horasan Mektebi” anlayışından almış bir tasavvuf yoludur.

Fütüvvetin “nefsin isteklerine karşı hareket etme, kendini beğenme duygusunu içinden çıkartma, sır ile bâtını zâhirden çok gözetme ve halleri gizleme” (Kara, 1987: 567-568) esasları Melâmetiyye anlayışı ile paralellik göstermektedir.

Melâmetîler, fütüvveti bir ahlâk ilkesi veya manevî bir makam olarak algılamışlardır (DİA, 2004: 28). İlk Melâmetîlerin hemen hepsinin fütüvvet ehli

olması ve onun yanında pek çoğunun esnaf teşkilatında yer alması melâmet-fütüvvet bağlantısı açısından oldukça önemlidir (Bolat, 2011: 296). Bu ifadeler neticesinde Melâmîliğin fütüvvet esasına dayalı bir yapıda olduğunu ve ondan beslendiğini söylemek mümkündür.

İbn Arabî Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de fütüvvet makamına ancak Melâmîlerin ulaşabileceğini söyler. Ayrıca onların nefisleri üzere hükümran olduklarını dile getirir (Demirli, 2007: 245). Arabî’nin bu sözleri de Melâmîlik ve fütüvvetin biri birinden bağımsız düşünceler olmadığının bir göstergesidir.

İsmail Hakkı Bursevî ise Melâmetîleri gayb erenlerinden sayıp onlardan övgüyle bahsetmektedir (Bolat, 2011: 343).

Melâmetîliğin Kalenderîlik ile olan bağlantısı, XIII. asırda Sühreverdî tarafından kaleme alınmış Avârifu’l-Maârif isimli önemli tasavvufî eserle başlamış ve XV. asırda da Nefehâtü’l-Üns’le devam etmiştir (Ocak, 2017: 66). Hemen her tarikatta tesiri görülen Melâmetîlerin yoğun olarak görüldüğü iki tarikat vardır ki bunlar Mevlevîlik ve Nakşibendîlik’tir (Bolat, 2011: 349). Mevlânâ ki, Melâmîliğin önemli bir yer tuttuğu Belh şehrinde doğmuştur.

Tasavvufun XII. asırda tarikat şeklinde örgütlenmeye başlamasıyla Melâmetîlik, bir meşrep olarak devamlılığını sürdürürken Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Mevleviyye olmak üzre büyük tarikatları etkilemiştir. Bunun akabinde XV. asırda kurulan Bayramiyye tarikatı içinde tekrardan oluşarak günümüze dek gelmiştir (DİA, 2004: 29). Aynı zamanda Melâmetîlik, Bektâşîlik ve Halvetîlik üzerinde de tesir etmiştir (Gölpınarlı, 1985: 127). Bu da gösteriyor ki Melâmetiyye bir tarikat olmaktan çok pek çok tarikata tesir etmiş bir anlayış veya