• Sonuç bulunamadı

Tanzimat’tan Sonra Osmanlı Hukuku (Klasik

2. BÖLÜM: KAPİTÜLASYONLAR ve TARİHSEL GELİŞİM

2.1. Tarihsel Gelişim

3.1.4. Tanzimat’tan Sonra Osmanlı Hukuku (Klasik

3.1.4.1.1. Anayasa Hukuku

Genel olarak ifade etmek gerekirse Osmanlı hukuk sistemi Tanzimat’tan sonra bazen hızlı bazen yavaş bir ritimle ama mutlak surette sürekli nitelikte bir dönüşüm, değişim ve gelişim içine girmiştir. Artık Osmanlı hukuk ve idare sisteminde klasik dönem kurum ve anlayışlarından belirgin bir farklılaşma söz konusudur. Bu nedenledir ki hemen bütün akademik çalışmalarda Tanzimat bir dönem/dönüm noktası olarak alınmaktadır. Fakat şöyle de bir zorluk var ki hukuk sistemindeki bu değişim/dönüşüm, makro ve mikro ölçekte çok kapsamlı boyutlardadır. Tabiatıyla sınırlarının belirlenmesi kolay değildir. Tanzimat’tan itibaren hukuki yapının sürekli bir oluş içinde olması, meselenin belli bir tarih noktasında sabitlenmesini güçleştirmektedir. Öyleki modernleşmeye dair bu tarihlendirme, esasen Tanzimat’tan çok önce başlamış bir takım gelişmeleri tasnif dışı bırakmaktadır. Özellikle modernleşmenin ekonomik alt yapısından soyutlanmış bir adli, idari ve siyasi modernleşme tarifi ve tarihlendirmesi ekonomik-toplumsal tarih bakımından doğru bir yöntem değildir. Çok sık yapılan hatalardan bir diğeri de Osmanlı-Türk modernleşmesine dair tespit ve tahliller yaparken moderniteye dair herhangi bir kavramın sadece Osmanlı-Türk tarihine indirgenerek, yani diğer ülkelerden yalıtılarak ele alınmasıdır. Örneğin “hukuk devleti” kavramı Avrupa’da ya da dünyanın herhangi bir ülkesinde de mevcut değilken, yalın olarak bu kavramın 1840’da ya da daha sonra Osmanlı Devleti’nde olmadığını söylemek salt bilgi eksikliği değil2, metodik bir hatadır. Hal böyle olunca hastalıklı bir modernleşme algısı ortaya çıkmaktadır. Modernleşme sorgulamalarında bir çok kurum, kavram ve

1 GERBER 280.

2 Bu örnek özelinde söyleyecek olursak, bilgi eksikliği olsa olsa “hukuk devleti” ile “hukuka bağlı

ilke aynı yöntemle irdelenmektedir. Biz meseleyi mümkün mertebe konumuzla ilişkili olduğu noktalara ağırlık vererek ele almaya çalışacağız.

Tanzimat öncesi dönemde devleti içinde bulunduğu güç durumdan kurtaracak kurumsal yenilenme çabaları göze çarpmaktadır. Ancak bu dönemde meşruti bir yönetime gidişi sağlayacak olgunlukta bir hareketten söz edilemez. Tanzimat ve Islahat Fermanları hukuken bağlayıcı ve Padişahın iradesi ile ferman şeklinde yayımlanmış hukuki belgelerdi. Bunlar birer anayasa sayılmasalar da TANÖR’ün1 deyimiyle anayasal nitelikte belgelerdi. Zira bu belgeler vatandaşa can, mal ve ırz güvenliği, vergi ve kamu hizmetlerinde eşitlik gibi bir takım temel hak ve güvenceleri mutlak surette temin eden ifadeler içeriyordu2. Bazı yazarlar3 padişahın yasama yetkisini kısmen belli kurullara terk etmesini iktidarın kendisini sınırlaması olarak yorumlamışlardır. Buna göre ilk kez bir Osmanlı hükümdarı kendi iradesi ile yetkilerini kısıtlamış oluyordu. Islahat Fermanı, zimmîler ile Müslüman Osmanlı vatandaşları arasında hukuki ve siyasi eşitlik kurma amacı taşıyordu. Fakat bu amacı tesis etmenin uzağına düşmüş gibidir. Zira yabancıların sahip oldukları adli kapitülasyonlar, modern hukukun ilkeleri ile ulus devlet ve ulusal egemenlik düzleminde karşılaştığında hukuki eşitlik çabalarını boşa çıkarmakta idi.

Osmanlı siyasal modernleşmesinde anayasal haklara ulaşmayı sağlayan ilk ciddi hareket Yeni Osmanlılar olmuşlardır. Tanzimat’ın yarattığı düşünce ikliminin çocukları olan bu muhalefet grubu, teşkilat yapısı bakımından İtalyan Carbonari örgütünden esinlenmiştir4. Ülke içinde bir çok aydının yetişmesini ve batılı düşüncelerle tanışmasını sağlayan Tercüme Odası, Yeni Osmanlılar’ın da bu manada okulu sayılır. Anayasacı hareketin önde gelen kişileri arasında Ziya Paşa, Namık Kemal, Mehmet Bey, Rıza Bey, Reşat Bey, Nuri Bey, Ayetullah Bey, Ali Suavi ve daha sonraları Midhat Paşa gibi bürokrat-asker-aydın kökenli seçkinci liberal1er bulunuyordu5. Bunlar siyasal mücadelenin sertleştiği dönemlerde içerde baskı ile

1 Değerli anayasa hukukçumuza göre bu süreçteki çabalar meşrutiyete geçişi olmasa bile mutlakıyetten çıkışı ifade eder. Bülent TANÖR, Osmanlı Türk Anayasal Gelişmeler (İstanbul: YKY, 2001) 149.

2 ÜÇOK/MUMCU, Türk Hukuk Tarihi, 313-316.

3 Gülnihâl BOZKURT, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi (Ankara: TTK, 1996) 48-52.; ÜÇOK/MUMCU, Türk Hukuk Tarihi, 313.

4 Şerif MARDİN, “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce (İstanbul: İletişim Yay., 2001) 47-55.

5 Yeni Osmanlılar’ın kuruluşu, gelişmesi, siyasal mücadelelerinin araç ve yöntemleri, yarattıkları etkiler hakkında kendisi de bu hareketin kurucuları arasında olan Ebuzziya TEVFİK’in eserine başvurulabilir. Ebuzziya TEVFİK, Yeni Osmanlı Tarihi (İstanbul: Kervan yay., 1973); Bu konuda

karşılaşmış ve yurt dışına kaçmışlardır. Böylece siyasal hayatımızda Avrupa sürgünü aydın tipi geleneği ortaya çıkmış oluyordu1. Muhalefetin en önemli mücadele aracı ise basındı. Bu nedenle sıklıkla sansür ve toplatmaya maruz kalmışlardır. Fakat tüm bu baskılara rağmen kapitülasyonlar sayesinde sansür etkisiz kalıyordu. Nitekim ayrıcalıklardan yararlanan yabancı basına ait işyerlerinin camına yasaklı yayımlar yapıştırılıyor bu suretle vatandaş okuma imkanı buluyordu. Bununla beraber yine

kapitülasyonlar sayesinde dokunulmazlık zırhına bürünen yabancı basın, Osmanlı yöneticileri ile de ısmarlama yazılar karşılığında parasal ilişkiler kurmuştu. Böylece hem sansürden kaçmak isteyen muhalefetin, hem de idarenin isteklerini dile getirerek çift taraflı çalışıyorlardı2. 11 Za 1319 (H) tarihli bir kayıtta, Beyoğlu’nda özellikle yabancı kitapçıların memleket dahiline girmesi ve dağıtılması yasak olan yayımları alıp satmalarının zararlı yayınların engellenmesi hususundaki çalışmaları semeresiz bıraktığından bahsedilmektedir. Belgeden bu gibi evrakları alıp satanların kimler olduğu ve hangi tebaadan olduklarının tespit edilerek konsolosları aracılığı ile kendilerinden zararlı yayınları durdurmalarının istenildiği anlaşılmaktadır3.

Yeni Osmanlı hareketinin çabaları sonunda bir anayasa ilan edilememiştir. Nitekim siyasal program ve örgütlenme bakımından yapıyı baştan değiştirecek modern anlamda bir siyasal parti değildir. Ancak anayasa uğruna harcanan entelektüel çabanın ciddi bir kurumsallaşması söz konusudur. Bu hareketin üzerinden elde edilen tecrübe ve kadro ise Midhat Paşa öncülüğünde ilk Osmanlı Anayasası (1876) olan Kanun-i Esasi’yi ilan ettirmiştir. “Ettirmiştir” diyoruz çünkü anayasa sonuçta padişahın iradesinin bir ürünüydü4. Böylece Osmanlı Kamu Hukuku bakımından yeni bir sayfa açılmış ve Osmanlı devleti artık “anayasal” ya da “anayasalı” bir monarşi haline gelmiştir5.

ayrıca bkz. İhsan SUNGU, “Tanzimat ve Yeni Osmanlılar”, Tanzimat, Cilt II, MEB, İstanbul, 1999, 778-857.; Şerif MARDİN, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (İstanbul: İletişim, 1996 )

1 Orhan KOLOĞLU, “Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi, Cilt I, (İstanbul: İletişim, İstanbul, 1985) 77. 2 KOLOĞLU, Osmanlı Basını: İçeriği ve Rejimi, 84-90. 3 BOA, DH (Dahiliye). MKT. (Mektubi Kalemi) no: 83

4 Anayasanın ilanı, kamu hukuku bakımından tek taraflı bir tasarruf işlemi olarak ortaya çıkmış olsa da Kanun-i Esasi’yi bir “lütuf” ya da “ihsan” olarak nitelemek yanlış olur. Zira dönemin padişahı II. Abdülhamid anılarında, “o zamanki cereyanın önüne geçemezdim, madem ki millet kendi

mukadderatını bir de kendi idare etmek tecrübesinde bulunmak istiyor, milletin istediği olsun”

ifadesini kullanmıştır. Abdülhamid’in Hatıra Defteri, Haz. İsmet BOZDAĞ (İstanbul: Kervan yay., 1975)

5 Anayasa’nın içeriği ve hukuki niteliği hakkında çok değişik görüşler vardır. Fakat bu mesele başlı başına bir çalışma konusu teşkil ettiği için burada ele almaktan kaçınıyoruz. Konu hakkındaki görüş ve tartışmalar için bkz. Recai G. OKANDAN, Amme Hukukunun Ana Hatları, (İstanbul: Fakülteler Mtb., 1977) 145-147.; Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma (Ankara: Bilgi Yay., 1973) 293-

3.1.4.1.2. İdare Hukuku

Kamu hukuku alanındaki en önemli gelişmeler idare hukuku alanında yapılmıştır. III. Selim ile başlayan merkezi idari yapıyı güçlendirme çalışmaları, II. Mahmut döneminde merkez teşkilatın bakanlıklar düzeyinde kurumsal yeniden yapılanması sonucunu doğurmuştur. Bakanlıklar çatısı altında teşkilatlanan modern kurumlar ve idari birimler genişleyen bir kamu hizmeti alanının oluşmasını sağlamıştır. Özellikle ticaret, nafia, eğitim, ziraat, posta işleri, nüfus ve karantina işleri gibi idarenin çok geniş bir faaliyet alanı ortaya çıkmıştır1. Modern anlamda kamu hizmeti ve sivil memur olgusunun temelleri de bu dönemde atılmıştır. Tabiatıyla idari işlemleri gerçekleştirecek geniş bir devlet aygıtı ve bunlardan doğacak sorunlulukları denetleme mekanizması olan idari yargı rejimi de bu dönemde şekillenmeye başlamıştır. Artık idari teşkilatlanma, idari yargı ve idari denetim alanlarında adli ve idari yapıyı birbirinden ayrıştıran nitelikte bir kurumsallaşma söz konusudur. Devlet organları arasında kuvvetler ayrılığı prensibinin ilk kez bu idari kurumsallaşma sayesinde ortaya çıktığı söylenebilir.

1854 senesine kadar yönetim işlerinde danışma ve anlaşmazlıkları çözme görevi “Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye” adında bir kurula bırakılmıştı. Hem idari yargı hem de kanun taslaklarını hazırlama görevi olan bu kurul, 1854’te teşkil edilen “Meclis-i Âli Tanzimat” ile birleştirilerek 1861’de “Meclis-i Ahkam-ı Adliye” dönüştürülmüştür. 1868’de ise bu kurul yeniden düzenlenerek iki bölüme ayrılmıştır. “Divan-ı Ahkam-ı Adliye”, adliye mahkemelerinin en üst yargı organı olarak belirlenmiş ve bugünkü Yargıtay’ın temeli atılmıştır. “Şuray-ı Devlet” ise bugünkü Danıştay’ın görev mantığı çerçevesinde, hem idari yargı hem de kanun ve nizamnamelerin incelenmesi işlerini yürütüyordu. Çalışma düzeni bakımından yargısal görevleri dışında yürütme fonksiyonunu da yerine getirdiği beş daireye ayrılmıştı2. Bu nedenle sözkonusu dönemdeki kuvvetler ayrılığı prensibi günümüz anlayışına göre bazı farklılıklar arzediyordu. Görüldüğü üzere Şuray-ı Devlet’in görevleri sadece idari yargı ile sınırlı olmayıp, klasik anlamda yürütmenin görev alanına giren bazı konuları da kapsıyordu. Yani Şuray-ı Devlet yürütme

295., G.BOZKURT, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, 68.; Suna KİLİ, 1876 Anayasası ve

Çağdaşlaşma Sorunu, (Ankara:AÜSBF yay. No: 423, Sevinç mtb., 1978) 192.; T. Zafer TUNAYA,

“1876 Kanun-i Esasi ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye

Ansiklopedisi, Cilt VI, (İstanbul: İletişim, 1985) 49.; Gisbert FLANZ, 19. Yüzyıl Avrupası’nda

Anayasa Hareketleri, Çeviri: N.ERDER/Ş.MARDİN/A. SİNANOĞLU (Ankara: AÜSBF Yay., 1956) 1 ONAR 697.

fonksiyonundan bütünüyle ayrışmış değildi1. Bu da gayet normaldi. Zira devletin kurumsal örgütlenmesinde adli ve idari teşkilat ayrımı henüz başlamıştı. Adli teşkilat içinde de adli yargı ve idari yargı ayrımı ancak 1868 senesinde mümkün olabilmişti.

Tanzimat sonrası yargı örgütündeki gelişmeler idari örgütlenmeden ayrışması temelinde yeni mahkemelerin ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur. Özellikle 1864 Vilayet Nizamnamesi ile vilayet, sancak ve kaza örgütü esas alınarak tesis edilen Nizamiye Mahkemeleri2, Osmanlı hukuk sisteminde yetki karışıklıklarına sebebiyet vermiştir3. Zira müslüman ve gayrimüslim üyelerden oluşan bu mahkeme hem gayrimüslim hem de Müslümanların davalarına bakabiliyordu. Nizamiye mahkemeleri ile Şer’iyye Mahkemeleri arasında bu anlamda usul ve yetki karmaşası yaşanıyordu 4 . Adli yapıda kapitülasyon hukukunun uygulamasına yönelik teşkilatlanma hakkında ileride özel başlıklar açacağımız için açıklamalarımıza burada son veriyoruz.

3.1.4.1.3. Ceza Hukuku

Tanzimat’ın ilanı ile ortaya çıkan prensipler etkisini ilk olarak ceza hukuku alanında göstermiştir. Fermanın ilanından bir sene geçmeden 3 Mayıs 1840 tarihinde ilk Ceza Kanunnamesi yürürlüğe girmiştir. Böylece can, mal ve namusun korunması kutsal şahsi haklar olarak kabul edilerek güvence altına alınmışlardı5. Tanzimat’ın bu ilk ceza kanununun hükümleri daha çok İslam ceza hukukunun genel hükümlerini teyit eder nitelikte idi6. Ayrıca kamu güvenliği olgusuna hiç yer verilmemişti. Fakat bu eksikliklerine rağmen suçların kanuniliği, kanun önünde eşitlik ve keyfi ceza

1 Şuray-ı Devlet’in idari idarenin yürütme fonksiyonuna ve yargı fonksiyonuna ilişkin görevleri şu beş daire altında yürütülüyordu: 1- Mülkiye ve Harbiye Dairesi 2- Maliye ve Evkaf Dairesi 3- Kanun Dairesi 4- Nafıa, Ticaret ve Ziraat Daireleri 5- Maarif Dairesi. Konu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. G. BOZKURT, Batı Hukukunun Türkiye’de Benimsenmesi, 160-161.; Orhan ÖZDEŞ, “Danıştay’ın

Tarihçesi”, Yüzyıl Boyunca Danıştay (Ankara: TTK, 1968), 41-61.

2 Bu mahkemeler bir nizamname ile kurulduğu için “Nizamiye” adını almıştır. Nizamiye mahkemelerinin yetki, görev ve teşkilatına dair eksiklikler 1869, 1872 ve 1879 tarihli düzenlemeler ile tamamlanmıştır. “Mahâkim-i Nizâmiye Hakkında Nizâmnâme”,Düstûr, I. Tertip, Cilt 1, 352- 357; “Dersaadet Hukuk-ı A’diye ve Cezaiye Mahâkim-i Nizamiyesinin Teşkilat ve Vezâifine

Dair Nizâmnâme”, Düstûr, I. Tertip, Cilt 1, 357-363.; “Mahâkim-i Nizamiyenin Teşkilâtı Kanunu”, Düstûr, I. Tertip, Cilt 4, 245- 260.

3 ENGELHARDT 510-511.

4 Örneğin adam öldürme suçundan Nizamiye mahkemesinde yargılanan ve beraat eden bir şahıs, maktulün mirasçılarının arzusuyla olaya şer’iyye mahkemesi el koymuş ve şahsı idama mahkum etmişti. TANER, “Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku”, 231-232.; Bu konuda daha trajik bir örnek için bkz. Düstur I. Tertip, Cilt IV, 392.: “Şer’an diyetle mahkum olup da kanunen idam olunan

katilin mahkum olduğu diyetin terekesinden istî’fası (alınması) hakkında tezkire-i sâmiye”

5 Tahir TANER, “Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku”, Tanzimat I (İstanbul: MEB Yay., 1999) 226- 230.

vermeyi engelleyici prensipleri getirmesi ve Tanzimat’ın ilk ceza kanunu olması münasebetiyle tarihi bir kıymete sahiptir. Bu kanundan sonra ilkine göre fazla değişiklik getirmeyen 1851 tarihli ikinci ceza kanunu yürürlüğe girmiştir. Nihayet 1858’de büyük ölçüde 1810 Fransız Ceza Kanunu’ndan esinlenerek hazırlanan üçüncü ceza kanunu yürürlüğe girmiştir. Mehaz Fransız Ceza Kanunu olsa da İslam hukukundan gelen bir çok hükme bu kanunda yer verilmişti. 1858 tarihli Ceza Kanunu, 1 Temmuz 1926 tarihine kadar 56 sene yürürlükte kalmıştır1.

Görüldüğü gibi Tanzimat ve Islahat Fermanlarının etkisiyle ceza hukuku alanında önceleri hızlı bir gelişme yaşanmıştır. Ancak yaşanan hızlı gelişme Abdülaziz döneminde yerini adli, idari ve hukukun diğer alanlarındaki gelişmelere bırakmıştır. Bu sebeple ceza hukuku alanında ciddi gelişmeler kaydedilememiştir. Ceza hukuku alanındaki gelişmelerin eksik yanlarından biri de yeni düzenlemelerin uygulamaya yönelik kurallarının olmaması idi. Kanunların uygulamasına yönelik yargılama kuralları çok geç bir tarihte ancak 1879’da kabul edilmiştir. Buna göre aynı yıl içinde mehaz Fransız olmak üzere ceza usul ve hukuk usul muhakemeleri kanunları yürürlüğe girmiştir2. Sonuç itibariyle bu dönemde hem suç ve cezaların kaynağı hem de ceza hukuku kurallarının kişilere uygulanması bakımından İslam ceza hukuku prensiplerinden modern ceza hukuku ilkelerine doğru ciddi bir gelişme kaydedilmiştir.

3.1.4.1.4. Toprak Hukuku

Kamu hukuku alanında yapılan düzenlemeler arasında yerli karakterli sayılabilecek tek kanun, toprak hukukunu düzenleyen 1858 tarihli “Arazi

Kanunnamesi”dir3. Böylece Osmanlı Devleti’ndeki toprakların bölümlenmesi ve tanımlanması yapılmıştır. Kanunun ağırlıklı olarak örfi hukuk ve İslam hukuku kurallarına dayanıyor olması yerli karakterini yansıtır 4 . Fakat kanununun sistematiğinde batı hukuk tekniği kullanılmıştır. Toprak hukuku bu kanunun peşi sıra 1859 ve 1860 yıllarında çıkarılan Tapu Nizamnamesi ve Tapu Senetleri hakkındaki düzenlemeler ile birlikte bir ölçüde düzene girmiştir5.

1 TANER, “Tanzimat Devrinde Ceza Hukuku”, 226-230. 2 ÜÇOK/MUMCU, Türk Hukuk Tarihi, 323.

3 Düstur, I. Tertip, Cilt 1, 165-199.

4 Hıfzı V. VELİDEDEOĞLU, “Kanunlaştırma Hareketleri ve Tanzimat”, Tanzimat I (İstanbul: MEB Yay., 1999) 180.; ÜÇOK/MUMCU, Türk Hukuk Tarihi, 324.

Bu alanda yaşanan asıl sıkıntı yabancılara toprak üzerinde mülkiyet kurma hakkının tanınmamasından kaynaklanıyordu. Bu nedenden dolayı Arazi Kanunnamesi, Avrupalı devletlerin her daim eleştirilerine uğramıştır. Yabancı devletlerin eleştirilerinin hukuki dayanağı ise Islahat Fermanı’nın şu maddesidir1:

“Emlakin alım satımı ve tasarruf hakkındaki kanunlar tüm tebaa için eşit olduğundan

kanunların devlete ve belediye zabıtası nizamlarına uymak ve asıl yerli halkın ödediği vergileri vermek üzere Osmanlı hükümeti ile yabancı devletler arasından yapılacak düzenlemeden sonra yabancılara da emlak tasarrufu izni verilecektir.”

Engelhardt, yabancılara emlak satın alma hakkının verilmesi yönünde Babıâli’ye yapılan “tavsiyeleri” şöyle dile getirmiştir2:

“1867 senesi Paris kabinesi, önceleri İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı gibi Babıâli’ye

müracaat ederek vakıf usulünün esaslı bir şekilde düzeltilmesini, emlak ve arazinin mülke dönüştürülmesini, Müslümanları kendi emlaklarını serbestçe kullanmaktan men eden durumun kaldırılmasını tavsiye etti. Fransa hükümetinin teklifine göre arazi ve emlak muamelatıyla uğraşmak üzere bankalar kurulacaktı.”

Avrupalılar, Osmanlının içinde bulunduğu kötü durumu miri toprak rejiminin mutlak mülkiyet ve serbest alışveriş prensiplerine yeteri kadar imkan vermemesine bağlamışlardı. Böyle olmakla beraber pratikte yabancılar gayrimenkul mülkiyetini yasaklayan hükümleri çeşitli yollarla bertaraf etmeyi başarıyorlardı. Sıkça kullanılan yöntemlerden biri, Osmanlı tebaası kadınlarla yapılan evlilik sayesinde gayrimenkul sahibi olunmasıydı3. Bir diğeri ise Osmanlı tebaası kukla bir temsilcinin kağıt üzerinde mülk sahibi olarak görünmesi yoluydu. Bu yöntemin, hukuki açıdan kukla temsilcinin gerçek sahibi dolandırması ihtimali taşıması sebebiyle risk olduğunu ileri süren görüşler mevcuttur4.

Yasak olduğu halde evlilik ya da bir şekilde emlak ve arazi temellük eden yabancıların ellerinden mallarının alınması hususunda, Balyebadra voyvodasına ve naibine hitaben yazılan 20 C. 1229 H. tarihli belge şöyledir5:

1 Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi, Cilt V (Ankara, TTK) 262-263. 2 ENGELHARDT 196.

3 Osmanlı Devleti yabancılara toprak mülkiyeti tanınması hususunda o kadar ihtiyatlı idi ki ünlü Fransız yazar A. de LAMARTİNE’e hizmetleri karşılığı kiralanan Aydın’daki 38 bin dönümlük çiftliği Reşit Paşa adına tescil etmeyi uygun görmüştü. Zira ilerde Fransız hükümetinin bu çiftlik için hak iddia etmesinden ve sahip çıkmasından çekiniliyordu. Alphonse de LAMARTİNE, Osmanlı

Tarihi, Çev. Serhat BAYRAM (İstanbul: Sabah Yay., 1991) 10-11.; Ömer Lütfi BARKAN, “Türk

Toprak Hukuku Tarihinde Tanzimat ve 1858 Tarihli Arazi Kanunnamesi”, Tanzimat I (İstanbul:

MEB yay., 1999) 402.

4 Roderic DAVISON, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform (1856-1876), Cilt II, Çev. Osman AKINHAY, (İstanbul: Papirüs, 1997) 28-29.

“Ticaret tarikiyle memalik-i İslamiye’ye gelip ikamet eden müstemen taifesinin memalik-i İslamiye’de emlak ve arazi temellük ve iştira eylemeleri muhalif-i mesağ-ı şer’i şerif ve münafi-

i uhud ve şürut iken bir müddetten beri o makule müstemenlerin emlak ve arazi temellük ve iştira eylediklerinden, bunun katiyen men ve mübaya etmiş oldukları emlakın Devlet-i Aliyye reayasına satarak kendilerinin müsteciren sakin olmaları ve müstemenler reaya-yı Devlet-i Aliyye kızlarını tezevvüç eylediklerinden o kızların ve onlardan tevellüt eden evlatlarının reayadan adiyle Devlet-i Aliyye reayası gibi mükellefiyetleri hakkında…”

Başka bir belgede Salone kazası ecnebi tebaasından ve konsoloslarından emlak temellük eden 12 kişiden bahsedilmektedir1. Osmanlı Devleti bu gibi kişileri tespit için yerel idarecilere sıkça emirler göndermiştir. 29 M. 1123 H. tarihli İzmir kadısına yazılan bir yazıda, emlak ve arazi sahibi ecnebilerin isimlerinin bildirilmesi hususu bildirilmiştir2:

“Ecnebi devletler tebaasından İzmir’de evlenip emlak ve arazi sahibi olanların ve evlenmeyip emlak ve arazi tasarruf edenlerin ve evlenmiş olduğu halde emlak ve arazi sahibi olmayanların ve emlak ve arazi olduğu halde vergi verenlerin ve vermeyenlerin başka başka başka defterlerinin tanzim ve irsaline dair…”

Belgelerden anlaşıldığına göre Osmanlı Devleti arazi ve emlaka bir şekilde sahip olan yabancıları mülkiyeti terke ve kiracı statüsünde bulunmaya mecbur etmiştir3. İlginçtir ki bazı belgelerde yabancıların emlak ve arazi satın almalarının

“şer’an ve ahden” yasak olduğu vurgulanmıştır. Demek ki sadece şer’i hukuk değil, kapitülasyonlarca da yasaklanmış bir hukuki durum söz konusudur4.

1862 senesinde İngiltere, Fransa, Avusturya Rusya ve Prusya gibi devletler, Osmanlı Devleti’ni, Islahat Fermanı’ndaki yükümlülüklerini yerine getirerek yabancıların emlak ve araziye müteallik hakları hususunda düzenleme yapmaya çağırmışlardı. Dönemin hariciye nazırı Âli Paşa, bu talepleri değerlendirmiş ve büyük bir ustalıkla meseleyi kapitülasyonların kaldırılması zeminine çekmiştir. Usta devlet adamı verdiği cevapta şöyle demiştir5:

“Avrupa ile ilişkiler başladığı zaman Osmanlı Devleti’nin ne halde bulunduğu bilinmektedir. Doğu iskelelerinin bazılarında sayıları çok az olan yabancı tacirler, halktan tamamen ayrı yaşarlar; ancak toptan alış veriş ile meşgul olurlardı. Osmanlı Devleti bu yabancılara o

1 BOA, C. HR. no: 5931 2 BOA, C. HR. no: 4665

3 “Ecnebilerin Memalik-i Osmaniye’de emlak ve arazi tasarrufları memnu olmakla vaktiyle birer