• Sonuç bulunamadı

Koruma Sisteminin Suistimali (Genişlemesi) ve

2. BÖLÜM: KAPİTÜLASYONLAR ve TARİHSEL GELİŞİM

3.2. Kapitülasyon Hukukunun Uygulama Alanı

3.2.3. Koruma Sisteminin Suistimali (Genişlemesi) ve

kurumun kendine özgü yanlarının ne şekilde suistimale uğradığını ayrıntısıyla gördük. Bu başlıkta sistemin genişlemesini somut birkaç örnekle özetledikten sonra, bozulmanın yarattığı genel hukuki ve ekonomik sonuçları ele alacağız.

Koruma sistemi, 18. yüzyılın ikinci yarısına kadar iktisadi ve hukuki cephede çok fazla sorun yaratmamıştı. Ne var ki imparatorluğun siyasi ve iktisadi yapısını sarsan gelişmeler ile koruma sisteminin genişlemesi ve olumsuz etkilerini açığa çıkaran sebepler birbiriyle ilintiliydi. Dolayısıyla koruma sisteminin genişlemesi ile Osmanlı Devleti’ni kapitalist genişleme sürecinin mağduru yapan gelişmeler aynı nedensellikleri içeriyordu. Bu süreçte Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı ülkesinde de tüccarların temel düsturu, altın çağını yaşayan merkantalizmin serbest ticaret ilkesi idi. Tüccarlar ne olursa olsun serbest ticaretin önündeki bütün engellerin kalkmasını istiyordu. Bu itibarla aşılması gereken iki önemli engel vardı: Ülkelerin yerel

kanunları ve maliyetleri yükselten vergiler1. Kaldı ki Batı’da ulusal birliklerin sağlandığı monarşiler döneminden itibaren, kralın kendi ulusu üzerinde istediği gibi vergilendirme yetkisi kalmamıştı2. Tüccar sınıfının fazlasıyla tahammülsüz ama

1 Ticaretin vergilendirilmesi yeni bir şey değildi. Fakat ticaretin ulus devletler tarafından eskiye göre daha fazla çeşitlilik içeren biçimde vergilendirilmesi bu dönemin sorunudur. Feodalite’den ulus devlete geçiş sürecinin son dönemlerinde (17-18. yüzyıllar) ticaretin gerçekleştiği yollar daha sık kesintiye uğruyor; sınırlar ve gümrükler yeni oluşan çok sayıda ulus devlet örgütlenmesi nedeniyle daha fazla engeller yaratıyordu. Dolayısıyla, aşılması gereken sınırları daha belirgin fakat daha güvenli ticari alanlara sahip çok sayıda merkezi iktidarlar ortaya çıkmıştır. Örneğin Avrupa ile Asya arasında yapılan kara ticaretinde 14. yüzyıl ile 18. yüzyıl arasında aşılması gereken dış gümrük sayısı bakımından ciddi bir fark vardır. Nitekim vergiler, ulus devletlerin siyasal örgütlenmesini tamamlamaya yardımcı olan en önemli kaynaktı. Feodal toplumdan yiriminci yüzyıla geçişin dinamikleri için bkz. Leo HUBERMAN, Feodal Toplumdan Yiriminci Yüzyıla (İstanbul: İletişim Yay., 2002)

2 16. yüzyılda ulus devletlerin kuruluş sürecinden itibaren süregelen savaşlar devamlı ordu beslemesi ihtiyacını yaratmıştı. Krallar bu nedenle tüccar sınıfı üzerine daha sık vergi koymaya başladılar. Vergilerin sürekli ve düzenli bir ödemeye dönüşmesi de bu döneme rastlar. Vergi yükünün ağırlığı bu dönemde bir çok ayaklanmalara ve ihtilallere neden olmuştur. Fakat zamanla ticaret burjuvazinin güçlenmesi ve siyasal alanda etkinliğini kabul ettirmeye başlaması, vergilendirmenin halk temsilcilerinin onayına sunulması gereğini doğurmuştur. Sonuç olarak yasama organları aracılığı ile vergilendirme yetkisinin sınırlandırılması, bu alandaki keyfiliği sona erdirerek hukuksal bir çerçeveye oturtmuştur. Artık “temsilsiz vergi olmaz” ilkesi batı ülkelerinin ulusal anayasalarının temel bir hükmü olmuştur. Bu sürecin İngiltere, Amerika, Fransa ve Almanya’da gelişimi hakkında geniş bilgi için bkz. Nami ÇAĞAN, Vergilendirme Yetkisi (İstanbul: Kazancı Hukuk Yay., 1982) 13-26.

siyasi alanda etkin olduğu bu dönemde, söz konusu engellerin aşılması Osmanlı ülkesindeki koruma sisteminin genişlemesi sürecini doğurmuştur.

Mahmîlik sistemi ve yarattığı sorunların Çin ve bazı Uzak Doğu ülkelerinde de mevcut olduğunu görüyoruz. Fakat bu sistem Çin’de yerli azınlıkları korumak için değil, kapitülasyon sahibi olmayan yabancı devlet uyruklarını kapitülasyonlardan istifade ettirmek için uygulanıyordu. 1843 tarihli İngiliz kapitülasyonlarına göre Çin’de, İngiliz uyruklarının tüm hukuk sorunlarını çözmek üzere yerel İngiliz mahkemeleri ve bir yüksek mahkeme kurulmuştu. Bu durum zamanla İngiliz kuruluşlarında çalışan ve kendi ülke kanunlarına tabi olmak istemeyen, ulusal hukuk sisteminin dışında ve yabancı devlet koruması altında yaşayan bir sınıf yarattı. Bunlar yeri geldiğinde diplomatik baskı unsuru olarak da kullanılıyordu. Özellikle Çin mahkemelerince ceza tehdidi altında olan kişiler, yabancılara sığınıyorlardı. Sonuç olarak bu gelişmeler Çin’de kapitülasyonlara karşı giderek ciddi bir tepkinin oluşmasına yol açmıştır1.

İstanbul’da bulunan yabancı devlet elçiliklerinin, gayrimüslim tüccarları koruma altına almaları, zamanla para karşılığı gerçekleştirilen rutin bir işleme dönüşmüştü. Elçi bu statüyü kazanmak isteyen gayrimüslimi, elçilik veya konsoloslukların birinde tercüman veya ona yardımcı tayin ediyordu. Kural olarak bu istihdam ancak bazı mesleki yeterlilikler sağlandıktan sonra mümkün olabilirdi. Örneğin beratlı tercüman denen kişinin aslında dil bilmesi gerekiyordu. Halbuki uygulamada berat alan tüccar, sarraf ya da yardımcı dil bilmek bir yana konsolosluğa dahi bir daha uğramıyor, serbestçe kendi ticari faaliyetlerini yürütmekle uğraşıyordu. Öyle ki İstanbul’daki bir İngiliz büyükelçisi hazırladığı raporda, beratı alan kimsenin kendi beratını dahi okuyabilecek durumda olmadığını bildiriyordu. Elçiler, ticaretlerinin olmadığı şehirlerde konsoloslukları bulunduğunu belirtip, hayali isimler icad ederek tercüman ve yardımcı atıyorlardı. Gerçekte tayin edilenler, İstanbul veya ticaretin yoğun olduğu diğer merkezlerde ticari faaliyet yürütüyorlardı2.

Kont de Volney 1785’te kaleme aldığı bir yapıtta, berat dağıtımının ulaştığı boyutları gözler önüne sermektedir3: “Yirmi yıl önce onları (beratları) satmak daha

kârlıydı. Bugünkü fiyatları 5 ile 6000 livre arasında değişmektedir”. Görüldüğü üzere berat dağıtımının ne kadar yaygın hale geldiği, “piyasasının daralmasından”

1 ALTUĞ, Yabancıların Hukuki Durumu, 77. 2 BAĞIŞ 29.

3 Chasseboeuf di Comte de VOLNEY, Voyage du Egypt et en Syrie, 1793-5, Cilt II, 2. baskı, Paris, 278. (aktaran: SONYEL 360.)

kaynaklı fiyat düşüklüğünden açıkça anlaşılmaktadır1. Bu durum zamanla beratların öneminin azalmasına ve buna bağlı olarak yeni bir sorunun ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir. Buna göre yabancı devletler, tüm gayrimüslimler üzerinde koruyuculuk hakkı ileri sürmeye başlamıştır; Ruslar2, Ortodoks Rumlar ve Ermeniler üzerinde; Fransızlar, Katolikler üzerinde; İngilizler ve Prusyalılar, Protestanlar ve bazen de Museviler üzerinde koruyuculuk hakkı iddiasında bulunuyorlardı3. Bununla beraber mahmilik sistemi, sadece kapsadığı ülkeler bakımından yatay bir genişleme değil, aynı zamanda uygulamanın kapsadığı kişiler bakımından dikeni bir genişleme de göstermiştir. Şöyle ki kişiler bakımından uygulama alanına baktığımızda koruma sistemi: Dragomanlar, yabancı elçiliklere aylık karşılığı hizmet veren gayrimüslim çevirmenler, konsoloslar, tüccarlar, yabancı topluluklarla ilişkilendirilen mahzenciler, simsarlar, sarraflar ve elçilik yahut konsolosluk hizmetkarlarının çocukları ile sınırlıydı. Fakat zamanla uygulama kapsamındaki kişiler artmıştır. BROWN’a göre mahmîlik usulünün kötüye kullanımı o denli ileri gitmiştir ki, aslında hereditary protègè”, yani “irsi koruma” adı altında yeni bir sınıf dahi oluşmuştu4. Tüm bu olup bitenler Osmanlı da, koruyuculuk iddialarına karşı o ülkelerdeki Müslümanlar üzerinde aynı hakkı ileri sürerek bir karşılık verme çabası yaratmışsa da bu girişimler sonuç vermemiştir5.

İstanbul’daki Amerika ortaelçiliğinin 1860 yılındaki verilerine göre sadece Osmanlı başkentinde yaklaşık 50.000 Osmanlı tebaası, yabancı devletlerin koruması

1 Koruma karşılığı alınan ücretler ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. BOOGERT 79-81.

2 Rusya Küçük Kaynarca (1774) anlaşmasından sonra Ortodokslar üzerindeki nüfuz mücadelesinde önemli kazanımlar sağlamıştır. Bu tarihten itibaren ve özellikle Kırım’ın Rusya’ya katılmasından sonra Karadeniz ve Ege’de ticaret yaoan Rumlar Rus bayrağı altında ticaret yapıp vergiden kurtulma imkanı buluyordu. BAĞIŞ 36.

3 SONYEL 361.

4 BROWN, “ The Capitulations”, 74-75.

5 İslamcılık olarak adlandırabileceğimiz bu eğilimin ortaya çıkışında özellikle Rus Panislavizmi etkili olmuştur. Çeşitli ideolojik yaklaşımlar olmakla birlikte özünde Müslümanlar arasında birlik ve dayanışmayı tesis ederek, İslam ülkelerini Batı karşısında geri kalmışlıktan kurtarmaya yönelik bir çözüm arayışı olarak tanımlanabilir. Gayrimüslim tebaanın önce Osmanlı hukuk sisteminde Müslümanlar ile eşit, hatta yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı üstün hale gelmesi ve daha sonra gayrimüslimlerin siyasal kopuşları İslamcılık ideolojisini besleyen temel nedenler olmuştur. Osmanlı aydınları arasında Osmanlıcılık idealinin yarattığı hayal kırıklığı ortamında bir dönem etkili olan İslamcılık fikri, Sultan II. Abdülhamid döneminde devlet ideolojisi olarak hayata geçirilmeye çalışılmışsa da başarılı olamamıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yusuf AKÇURA, Üç Tarz-ı Siyaset (Ankara: TTK, 1998) 21-22.; Şerif MARDİN, “İslamcılık”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye

Ansiklopedisi, cilt V (İstanbul: İletişim Yay., 1985) 1400.; KARAL, Osmanlı Tarihi, cilt VII, 175.; İsmail KARA, “İslamcılık Tartışmaları”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yay., Cilt V, 236-236.

altında idi1. Bunlara ek olarak İyonyalı ve Malta’lı bir çok Rum, İngiliz pasaportu, İranlı Ermeniler ise Rus pasaportu alarak dolaşıp, işlerini yürütüyorlardı. Mahmilik sisteminin suistimaline dair ilginç bir tespit de Boğazlardaki İngiliz konsolos vekili William ABBOTT tarafından yapılmıştır. ABBOTT’un 1860’da bildirdiğine göre, Fransız Katolik kilisesi Rumlara, az bir ücret karşılığı Latin statüsü ve ayrıcalık hakları sağlayan beratlar veriyordu. İngiliz konsolosu, meslektaşlarının bu ihtiyatsız davranışı sebebiyle bir çok kötülüğün yaşandığını ise şöyle dile getiriyordu:

“Üzülerek diyebilirim ki, onlar, bir hristiyan suç dahi işlese, hiç ayrım yapmadan onu destekler ve böylece Türkleri önyargıya tabi tutarlardı”2.

Sonuç itibariyle Osmanlı ülkesinde zimmi statüsünde yaşayan gayrimüslimlerin hak ve sorumlulukları artık başka statüler gereği belirlenir hale gelmişti. İslam hukukunun genel prensipleri ve geleneğin sağladığı korumadan Avrupa devletlerinin sağladığı hak, ayrıcalık ve koruma sistemine bir geçiş yaşanıyordu. 19. yüzyıla gelindiğinde ise yabancı devletlerin gayrimüslimler üzerindeki koruyuculuklarının daha da arttığını görüyoruz. Artık sadece beratlılar değil, her milletin yabancı konsolosluklarla ilişki kurmuş üyeleri bu konsolosların koruyuculuğu ve yardımına sığınıyordu. Bu gelişmeler üzerine Osmanlı İmparatorluğu, giderek uyruk değiştirme merhalesine varan koruma sistemine ve berat dağıtımına son vermek ya da bazı tahditler getirmek adına girişimlerde bulunmuştur. Bu çerçevede başta Rusya3, Fransa ve İngiltere olmak üzere çeşitli ülkelere notalar verilmiş, nizamnameler ve muhtıralar yayımlanmıştı. Bu tedbirlerin etkisiz kalması üzerine; İstanbul’daki yabancı elçiliklere gönderilen 7 Temmuz 1867 tarihli bir muhtıra ile kapitülasyonların hala mer’i ve muteber olduğu, ancak bu şekilde teyid ve ibka olunan kapitülasyon hükümlerinin uygulamada uygun olmayan şekillerde yorumlandığı, bundan böyle kapitülasyon hükümlerine dayanmayan her çeşit imtiyaz iddiasının “Saltanat-ı Seniyye’nin hukuk-u muazzeze’yi mülkdarisine” dokunacağı gerekçesi ile reddedebileceği belirtilmiştir4.

1 1703-1789 yılları arasında İngiltere, Fransa ve Hollanda’ya verilen berat sayılarının İstanbul, İzmir ve Halep şehirlerine göre tasnif edilmiş oranları için bkz. BOOGERT 87-88.

2 SONYEL 367-368.

3 İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi Charles Arbuthnot 5 Mayıs 1806’da dışişlerine gönderdiği bir yazıda “Bab-ıâli bu konuda haklıdır” diyor; Beratlıların, ya koruyucu beratlarından vazgeçmeleri veya beratlarla saptanan ikamet yerlerinde yaşamaları gerektiğini bildiriyor; Bab-ıâli’nin bu önlemlerde en çok Rusya’yı hedef aldığını, çünkü “Rus büyükelçisi d’Italinsky’nin bu konuda daha titiz ve ketumiyetle davranması kendi hükümetine önermiş olmasına karşın”, Rus yönetiminin “Türk

tebaalarına gayet serbestçe uyrukluk verdiğine” inanıyordu.SONYEL 362. 4 ÖKÇÜN 140.

Nihayet bu tedbir ve girişimlerin hiç birisinin sonuç vermemesi üzerine 1869 tarihli “Tâbiiyet-i Osmaniye Kanunnamesi” çıkarılmıştır. Bu kanun hükmü ile mahmîlik usulü kaldırıldı. Fakat gayrimüslim Osmanlı tebaasının izin almadan uyrukluk değiştirmelerinin önüne geçilememiştir. Zira bu konuda yabancı devletlerin, özellikle Rusya ve ABD’nin, uluslararası teamülleri hiçe sayan davetkar tutumları devam ediyordu1. Bu tedbirlere rağmen suistimallerin en çok devam ettiği ülkelerden biri de Yunanistan’dı. Öyle ki vatandaşlık değiştirme işlerini ticari bir faaliyete dönüştüren kişiler, Atina’da bu işlerin görüldüğü acenteler tesis etmişlerdi. Buralardan gerekli belgeleri temin edenler daha sonra Yunan tebaası sıfatıyla kapitülasyonların tanıdığı ayrıcalıklardan istifade etme cüretini bile gösteriyorlardı2.

Koruma sisteminin siyasi, hukuki ve iktisadi olarak ulaştığı son nokta “Doğu

Sorunu” olarak adlandırılan ve esasen Osmanlı’nın paylaşılması anlamına gelen uluslararası mesele boyutudur. Bu mesele 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren

“koruyuculuk” adı altında Osmanlı İmparatorluğu’nun emperyalist paylaşıma tabi tutulması biçimini almıştır. Sonuç itibariyle görünürde gayrimüslimler üzerinden biçimlenen doğu sorunu ve beraberinde statükonun korunması hususları uzun yıllar Avrupa diplomasinin temel gündemini teşkil etmiştir.

3.2.4. En Çok Gözetilen Millet Statüsü (Most Favored Nation)