• Sonuç bulunamadı

Prof. Dr. Turan KARATAŞ “Allah verdiği nisbette sanatkâr olabiliyoruz.”

AHT Sadece Şair Olarak Yaşamak

Türk edebiyatının en iyi iki romanını, güzel hikâyelerini, Türkçenin en parlak denemelerini yazmış bulunan Ahmet Hamdi Tanpınar, kendisini hemen daima, her şeyden önce şair olarak görmek istemiştir. Şiirinin ön planda tutulmasını/gösterilmesini, kendisinin de şair diye anılmasını her fırsatta dile getirir yazdıklarında; bilhassa mektuplarında, günlüklerinde, deneme ve makalelerinde. Arzusu böyle: “Yalnız şair olarak yaşamak.” “Şiirim esastır”, der ya. Asıl estetiğini, düşüncesini şiirinde görür. Öğrencisi Mehmet Kaplan’ın bu konuda kitap çapında çalışma yapması (Tanpınar’ın Şiir Dünyası), onun isteğine muvafık bir gayret yahut Kaplan’ın bir vefa borcu sayılabilir. O kadar kudretli olduğu romanı ve hikâyeyi çağına temas noktası, “şiirin eksik bıraktığını tamamlayacak” tabir yerindeyse ikincil bir uğraş olarak telakki etmesi, onun şiiri ne derece önemsediğini, yüksekte tuttuğunu göstermektedir. Bir mektubunda da söylediği gibi, “şiir, insanlardan sonra, belki de beraber, tek sevdiği” şeydir. Bana öyle geliyor ki, Tanpınar bütün ömrünce, hocası Yahya Kemal büyüklüğünde, o şöhrette bir şair olmayı arzulamıştır. Yazdıklarını bu dikkatle okuduğumuzda, edebî programını da bu emele kavuşmak üzere tanzim ettiğini görüyoruz.

Şöylece söyleyeyim, Huzur müellifinin gözü de gönlü de hep şiirde olmuştur. O, şiire tutkuludur, benzetme yerindeyse âşıktır; onunla buluşacağı anları kollar durur, şiirle geçirdiği saatlerde mesut olur. Şiirin parıltısıdır Tanpınar’ın gecelerini dolduran ve aydınlatan. Şiir, rüyalarının “sarışın buğdayı”dır, bağrında ekip biçtiği. Yani gönlünde, çünkü bağır kalp hizasıdır, yürek bölgesi. Bu cümleden olmak üzere, Ahmet Hamdi Tanpınar, şiiri ömrünün vaz geçilmez bir meselesi, gayesi, uğraşı haline getirmiş ve birçok yazısında, hatta kurmaca metinlerinde bile münasip vesileyle şiirden söz açmıştır. Şiirden ne anladığını yani poetikasını açıklayan yazılar yazmış. Başka şairlerin eserleri vesilesiyle şiirden söz açma fırsatı bulmuştur. Bir istek üzerine kaleme aldığı “Antalyalı Genç Kıza Mektup”ta, derli toplu biçimde dile getirdiği bu görüşleri, düşünceleri, birçok yazısında dağılıp genişleyerek karşımıza çıkacaktır.1 Epey yekûn tutan bu makaleler, denemeler,

Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.

1Ahmet Hamdi’nin bu bahisteki düşüncelerini ilk defa, otuz yaşlarında kaleme aldığı ve Görüş mecmuasının iki sayısında (S. 1, Temmuz 1930; S. 2, Eylül 1930) yayımlanan “Şiir Hakkında” başlıklı makalesinde okuruz. Söz konusu yazıda Tanpınar, daha evvel simgecilerin, Ahmet Haşim’in, Yahya Kemal’in savunduğu şiir anlayışının benzeri olan görüşlerini (şiirin lisanı, gayesi, şiirde ahenk, mana) genel hatlarıyla ortaya koymuştur. Söylediklerinde Haşim’in yaklaşık 10 yıl önce (1921) Dergâh mecmuasında neşrolunan “Şiirde Mana” yazısını hatıra getiren görüşlerle karşılaşırız. Diğer sanatların kendilerine mahsus malzemeleri olmasına karşılık, şiirin malzemesini umuma ait lisandan almasının zorluklarından bahseder. Haşim de yıllar önce bundan yakınmıştır. Şiirin herhangi bir ideolojinin, fikrin emrine girmesine de karşıdır yazar. Hakiki şiirin, kendi varlığından başka bir gayesi yoktur, der. İyi şiir, “Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün asaleti de buradan gelir. Ondan beklenebilecek yegâne şey, bizde bediî alâka dediğimiz ve hayatımızın maddi taraflarıyle, gündelik endişeleriyle münasebettar olmayan saf bir alaka uyandırmasıdır.” Saf şiirin savunmasıdır bu. Kendisini var eden ve varlığını değerli kılan her türlü unsurdan arınmış olan şiirin. Hülasaten “Bizim şiirden anladığımız mana” der, Tanpınar, “kelimelerin terkibinden doğan ritim, ahenk… ve saire vasıtasile alelâde lisanda ifadesi kabil olmayan derunî haletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımız, neş’e ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bediî alâka dediğimiz büyüyü te’sis eden bir sanat olmasıdır.” Bu öz görüşlerin yanında vezin ve kafiyenin şiirde tuttuğu

söyleşiler; Türk şiirinin birçok meselesini tartışma ve çözüme götürme bağlamında kıymetli metinlerdir. Bu yazımız, Tanpınar’ın gönül verdiği şiire başka türlü bir gayreti yani şiirlerini ortaya çıkarırken sarf ettiği ceht etrafında olacaktır. Başka bir deyişle Tanpınar’ın şiire çalışma biçimi, “şiir yapma” yolu çevresinde.

Konuyu serip dökmeden, yolumuzu aydınlatması için yazımızın başlığına koyduğumuz “cehd/t” kelimesi üzerinde kısacık durmak istiyoruz. Söz konusu kelime için lügatlere müracaat ettiğimizde genel olarak “sa’y, gayret, ikdam, çalışma, çabalama” karşılıklarının verildiğini görüyoruz. Fakat kelimenin bütün anlamlarını yoklayınca fark ediyoruz ki, ceht öylesine, alelade bir çaba değil; “elinden geldiği/ gücü yettiği kadar çalışmak, var kuvvetini sarf etmek” demek. “Cehd ü gayret, cehd ü ikdam”, “çok çalışmak” manasında kullanılıyor. Cehdin karşılığı olan “ikdam”a, bir şeye cesaretle teşebbüs etme, sebat ve devam ile çalışma manası veriliyor. Demek ki, “cehd” eden insanın bir şeyi başarmak için var gücüyle çabalaması gerekiyor, hem de ara vermeden. Tanpınar’ın şiir bahsinde tavrı tamı tamına böyledir; devam ile ve ziyadesiyle çalışmıştır. Cehd ü gayretten geri durmamıştır. Onun şiirinin anahtar kelimelerinden biri de cehttir. Çünkü amelî bir şiirdir Tanpınar’ın şiiri, çalışarak yazılan.

Şiirin Peşinde Bir Ömür

Şiir meselesi ve mesaisi, mübalağasız denebilir ki, Tanpınar’ın yazı hayatını doldurmuştur. Muazzam bir merak, dikkat ve gayretle. En başından gençlik arkadaşı olan iki mühim şairle Necip Fazıl ve Ahmet Kutsi ile “şiirin tılsımlı hesaplarını yapmak” suretiyle başlamıştır arayış ve ceht. Zihni hemen her zaman şiire ayarlıdır, onunla meşguldür. Muhayyilesi çok zaman şiir için çalışır durur. Valéry’nin şiiriyle karşılaşması, buluşması, bu bahiste yazdıkları (1930’ların başı); kendi şiir anlayışını, beğenisini ve şiire çalışma seyrini, şeklini daha bir belirginleştirmiştir.1 Ne var, “nazariye, estetik, formül, bütün bunlar olsa

olsa bir çalışmayı kırbaçlamak ve bazen de tahdit etmek” için gerekebilir. Çalışmak yoksa, diğer edimlerin şiirin ortaya çıkması için fazla bir faydası olmayacaktır Tanpınar’a göre. Beri yanda, sadece çalışmayla olmadığının da farkındadır. “Aynı ruh hali içinde kalma da lâzım” der, şiire ulaşmak için. Bir de inanmak, sanatın ve şiirin gücüne.

Tanpınar tabiatta ve hayatta arıyordu şiiri. Ama en çok dilde. Çünkü lisan, onun deyişiyle her türlü şekillenmeye müsait bir maddedir. Şiir, bu akışkan maddenin içinde dağınık vaziyettedir, toprağa dağılmış bulunan altın zerrecikleri gibi. Onu ayıklayıp yoğurmak, kelimeyi asırların yükünden, lüzumsuz mana yığınından temizlemek, şiir için elverişli hale gelinceye kadar arındırmak gerekir (Tanpınar 1977: 17). Hayattan ve tabiattan aldığı intibaları şiir diline aktarmak için “büyük bir dikkat ve itina ile kelimeleri seçmek”, sonra onları yan yana getirerek bir mana ve musiki güzelliği elde etmek. Tanpınar için şiir

yeri ve gerekliliğini izah eden yazarımız, farkında olmadan, yedi sekiz yıl sonra Orhan Veli’nin dillendireceği, savunacağı Garip şiirinin ilkelerine cevap vermiş olacaktır.

1Denebilir ki, 1932 senesi, Tanpınar’ın şiirde şahsiyetini bulma dönemecidir. Bu tarihten önce onca sevgiyle, heves güvesle yazdığı ve dergilerde yayımlanan şiirlerinin biri hariç (“Sabah”) hiçbirini sağlığında yayımladığı şiir kitabına almamıştır. Böyle bir iç hoşnutluğuna kavuşmak veya aradığının tam olarak ne olduğunun farkına varmak için otuz bir yaş geç bir çağdır insan ömrü içinde. Geç kalmışlık, kendisinin de şikâyet ettiği bir hâl. 26 Temmuz 1960 tarihli günlüğünde “Ne hazin, kendimi çok geç buldum. Başka bir insan gibi yaşamaya, eb’adına erişmiş bir şair olmaya vakit bulabilecek miyim?” diyor (Tanpınar 2015: 189). Ölümünden bir buçuk sene önceki düşüncesi de böyle! Bir başka yerde, düzyazıya Erzurum’dayken (1920’lerin başı) başlaması gerektiğini söyleyecektir, ardından da mazeretini, “fakat evim yoktu”.

uğraşının en mühim kısmı burasıydı. Bu meyanda çok kullanılan bir ifadeyle söyleyelim, kuyumcu titizliğiyle seçtiği ve ayrı bir değer/anlam verdiği/yüklediği kelimelerle mısralar kurup şiir yapıyordu. Tanpınar mısralarını uzun ve titiz bir cehtten sonra ortaya çıkarıyordu. Sonra yeni mısraların yapılması (yazılması değil, evet “yapılması”) için günlerce çabalıyordu. Manzume kişiliğini buluncaya kadar üzerinde çalışıyor; yazıyor, çiziyor, ekleyip çıkarıyor; içine sinmeyince kenara bırakıyor, günler/haftalar/ aylar sonra yeniden ele alıyor. Şairin istediği kıvama gelmiş midir, bilemeyiz, ama bir şahsiyet kazandığında yayımlanıyor şiir, öyle alelacele değil.1 Fakat şair, eserinden yine de emin değil, yıllar sonra

onu kitaba alırken bile üzerinde düşünüyor, çalışıyor, değişiklikler yapıyor.

Kendi ifadesiyle “bir yığın tezadın adamı” olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, şiir anlayışında ve şiiri arayışında, ona çalışma biçiminde pek ayrıksı yollara düştüğü söylenemez. Bu tutkulu ve biteviye uğraşta, şiire ayırdığı dikkat ve harcadığı emek şaşırtıcıdır gerçekten. Bu büyük çabayı yani “şiir cehdi”ni, Tanpınar’ın mektuplarını ve günlüklerini okuyunca daha iyi görüyoruz, anlıyoruz. Bu hususta kaydettikleri az buz değil. Mesela, 1960 yılında Paris’ten yazdığı bir mektupta şu cümleleri okuruz: “Çalışmaktan hiç vazgeçmedim. Ve çalışıyorum da. Şimdi itiraf edeyim, günde hiç olmazsa iki saat bitmemiş mısraları kopya ederim, nasıl bitireceğimi düşünürüm ve ararım. Bavul dolusu böyle müsvedde vardır evimde. Burada da böyle. Ölmediğime göre daha ümit var demektir.” (Tanpınar 1992: 154) Günde iki saat şiire çalışmak, elbette her gün değil, zihni onunla meşgul etmek ve bundan hiç vaz geçmemek, şayan-ı dikkattir. Aynı günlerde kaleme aldığı bir başka mektubuna, “Eşik” manzumesini yeni baştan ele aldım. Bu beşincisi oluyor. İnşallah bu sefer bitiririm, kaydını düşmüştür. “Eşik” malum uzunca bir şiirdir, beşinci defa ele alınıyor, adeta yeni baştan yazılıyor. O günlerin inanılması güç bir durumunu daha mektubunda okuruz, fıtık sancısıyla ıstırap çektiği sırada “Eşik”in değiştirilecek noktasını bulmuştur!

Tanpınar’ın günlüklerinde yer yer, şiirleriyle ilgili tasarılarına, değiştirmelerine rastlıyoruz. Mesela, Paris’te 30 Aralık gecesi (1958) şiirle meşgul olduğu kaydını düşmüş günlüğüne. Sonra “Dönüş”ü bitirmeliyim diyor. Elindeki mevcut bitmemiş şiirlerinden bahsediyor. Üç yeni şiir adı (Mağara, Viran Çeşme, Güneşin Atları) zikrediyor ve “korkarım sade isim kalacaklar” kaygısını ekliyor. (Öyle de olmuştur. Eğer başka bir isimle yazmadıysa, kitabındaki manzumeler içinde bu isimde metinler yoktur.) Fakat “Sis” manzumesinden ümitli olduğunu kaydediyor. Bu arada, salt izlenim olması kaydıyla, Paris’e ilişkin dört şiir yazacağını söylüyor. “Merdiven”e biraz daha çalışması gerektiğini, eski bir şiirindeki (“Ayna”) “Olgun akşamların ağırlığından” mısraını, “Sisli sabahların mahmurluğundan” diye düzelteceğini belirtiyor. Görüldüğü gibi, şiir üzerine birçok iç konuşma, tasarı, düzenleme. Bir çeşit fikir jimnastiği aynı zamanda.

Günlüklerini yazdığı defterlerin bazı sayfalarında şiir çalışmaları görülür Tanpınar’ın. Hiçbir zaman bitirilemeyen, ilk fırsatta ele alınacak manzumelerin müsveddeleri. Bir kısmı “avare ilhamlar”la yazılan, sonra beğenilmeyip üstü çizilen yahut başka bir mısraa kaydırılan kelimeler, yerleri değiştirilen dizeler, yeniden yeniden yazılan dize taslakları…İşte yarım kalmış bir şiirinden mısralar:

Mavi ve pembe sonsuzluğa doğru

1Tanpınar, altmış yaşında çıkardığı Şiirler kitabına kırk yıllık uğraşının hasılası olarak hepi topu 37 şiir almıştır. Seneye bir şiir bile düşmüyor. Şimdi yılda kırktan fazla şiir yazıp yayımlayanlar, bu tavırdan bir ders çıkarmalı değil mi?

Örümcekler hep böyle yürüyecekler Yağmurlu, puslu bir günde.

Benim için ışığını örecekler Örümcekler birbiri ardınca Duvarda döşemede gökyüzünde

Avucumda, yüzümde, ellerimin tersinde (Tanpınar 2015: 120)

Şayet tamamlansaydı, bu şiirin adı muhtemelen “Örümcekler” olurdu.

Bir mektubunda ise şair dostu Tecer’e “gelecek seneye bir şiir kitabı neşrine niyet et”tiğini haber veriyor. Fakat hemen aşağıda isimlerini sıraladığı 33 şiirin bitmesi şartıyla. Bu şiirlerden henüz on tanesi bitmiş ve dergilerde yayımlanmıştır. Kalan yirmi üç şiirin bir kısmı yazılmaktadır, henüz hiç başlanmamış olanlar dahi vardır. Şiirin adı ve özü bir düşünce yahut duygu olarak şairin içine doğmuş olmalıdır ki isimlerini kaydetmiş. Mektup şöyle sonlandırılıyor: “Hülyaya bak. Sade ‘Eşik’te 80 mısra eksik.1 Ötekileriyle beraber lâ-

akal 380-400 mısra ister. Vakıa gün hesabıyla 380 mısra bir senede yahut sekiz ayda ferah ferah yapılabilir [vurgu bana ait]. Fakat 33 manzumeyi sekiz ayda ikmal ve ıslah etmek için benden çok babayiğit olmak lâzım…” (Tanpınar 1992: 32) Denebilir ki, evvelini hadi hesaba katmayalım, bu tarihten ölünceye kadar, mektuba kaydettiği manzumeleri ve birkaçını daha var etmek yani yeni kelimelerle mana ve ahenk sarayları yapmak için uğraşmış durmuştur “Zaman Kırıntıları” şairi.

Tanpınar’ın ömrüne yayılan şiir sızısının hemen hiç dinmediğini bir kez daha söyleyelim. Bir mektubunda şunları okuyoruz: “Şiirlerimi kitap halinde basıyorum. Bittabi tahmin edersiniz, böyle bir derleme, toparlama kolay olmadı. Kırk senenin kirinden ve pasından kurtulmak güç. Ne ise bir hale yola soktum. Eskileri biraz düzelteyim derken yenilere başladım. Ve böylece gelecek zamanı da haciz altına almış oldum. Uyuyan bir hastalık, bütün bir cihaz tekrar uyandı.” (Tanpınar 1992: 55) Yazarın son cümlesine itiraz kaydı koyabiliriz. Şöyle, onda tabir doğruysa şiir müptelalığı, hastalık derecesindedir denebilir, fakat bu karasevdanın hiçbir zaman uyumuş olabileceğini düşünemiyorum. Mektubunda söylediklerine uygun olarak, kitabının basılmasından hemen sonra Tanpınar’ın harekete geçtiğini görmekteyiz. 19 Aralık 1961 tarihli günlüğünün altına kırk beş şiirinin adını belli bir tertiple sıralamış. Bu manzumelerden bir kısmı Şiirler’de2 mevcuttur. İnci

Enginün’ün bu listeye ilişkin yorumu, “ilk şiir kitabı yeni çıktığı halde, ikincisinin hazırlığındadır.” şeklinde (Tanpınar 2015: 318). Bana sorarsanız, kitap arzu ettiği gibi çıkmamıştır yani beğenmemiştir kitabı. Bu çıkarım, herhangi bir bilgiye dayanmıyor, Tanpınar’ın mizacından ve şiir anlayışından yola çıkılarak yapılan bir tahmindir.

1Tanpınar şiirinin nasıl ölçülü biçili yani yapma (sentetik) olduğu fark edilsin diye bu açıklamayı yapıyorum. Şiirin kaç mısra olacağını önceden planlamış. Daha azı yahut fazlası olmaz. Her şey hesaplı kitaplı: “Her şey yerli yerinde.”

21961, İstanbul: Yeditepe Yayınları. Kitabın yayıncısı Hüsamettin Bozok, “bir kitabın hikâyesi”ni anlattığı yazısında (1962),Şiirler’in Tanpınar için nasıl bir kıymet ifade ettiğini, şairin kendisine gönderdiği bir mektupta “Bu kitap benim için kitaptan başka bir şeydir.” cümlesi üzerine şu izahı yapıyor: “Evet, kendisi, çok güzel bir anlatım biçimi bulmuştu: Bu, bir kitaptan başka bir şeydi onun için. Bir hayat serüveni, ömrünün son bir iki yılını, gece ve gündüz tıka basa dolduran, kaçınılmaz ve vazgeçilmez bir şeydi. Bu uğurda ne uykusuz gecelere, ne düşündürücü saatlere katlanmazdı ki…”(Uçman-İnci 2008: 102)

“Ne İçindeyim Zamanın”1 şairinin günlüklerinden bir örnek daha vereyim, şiir

çalışmasına ilişkin: “Bu sabah ‘Deniz’ şiiriyle meşgul oldum. /…/ daha yumuşak bir dil arıyorum; yumuşak, gizli ve telkinle iş gören. Maalesef güç. Manzumelere ne yazacağımı bilmeden başlamanın kötülüğü. / Maalesef birinci mısraın sesini devam ettiremiyorum. İlk kıtayla kaldım. Yeni aşk nağmesinde ise bu kıta ile tasavvur ettiğim contenu arasında geçiş noktası bulunmadığı gibi ayrıca da şekil çok dağınık. Kelimelerin büyüsü. Epeyce âciz bir sızlanış var; fakat mısra yok. Mısraı bulmak lâzım.”(Tanpınar 2015: 168) Şuraya alıntıladığımız beş altı cümle, Tanpınar’ın şiire çalışma tarzıyla birlikte ne aradığına, şiirinin yapısına ve dolayısıyla zaafına da işaret ediyor. Sentetik şiir, bir tarafıyla böyle, içine bir şey doğmadan yani ne yazacağını bilmeden masanın başına oturmak!

Yoksunluğun azabı verimsizlikten şikâyet

Yaşarken Tanpınar’a en fazla azap veren, daha hafif bir ifadeyle huzursuz eden hemen iki şey var; parasızlık ve şiir. (Bir şey daha var da onu bu yazının içine dâhil etmeyeyim.) İlki maddi yoksunluğun azabını, diğeri sadece şiir bağlamında yetenek eksikliğinin sızısını çektirmiştir ona. Şunu kesinleyelim, Tanpınar’ın daimî meşgalesi şiirdir, en azından zihninden atamadığı. Diğer eserlerine de zaman ayırıyor kuşkusuz, fakat başta şiir geliyor. 9 Aralık 1958 tarihli güncesindeki “Ben edebiyat tarihi için yaşamadım.” cümlesi, çok manidar değil mi? Bu ifade, bana sorarsanız, aynı zamanda büyük arzunun hüznünü de içinde barındırıyor, yani büyük şair olamamanın. Çünkü evvelinde şunu söylüyor, şiirlerini kastederek: “Eserim bitmemiş, yoluna dahi girmemiş. Hâlbuki ben bu eser için yaşadım [vurgu benim].” (Tanpınar 2015: 135). Uğruna yaşadığı kitabı çıkaramamaktan yakınıyor, bir bakıma haklı olarak. “Haklı olarak” diyorum, bir insan bir şeye bu kadar emek verir de arzu ettiğine kavuşamazsa şikâyet etmeye hakkı olduğunu düşünür.

Beri tarafta Tanpınar’ın, tembelliğinden, gereği kadar çalışamadığından yakındığını da görüyoruz. Zaman zaman da “vakit yok”luğundan ya da yazıya ayırdığı zamanın yetersizliğinden. Günlüğünden okuyalım: “Beş Şehir’i, Şiirler’i, Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü bir neşredebilsem. Bir de para kazanmak için şu romanı tamamlasam. Galiba asıl çalışmam o olacak. Halbuki şu iki ayı şiire ayırmak istiyordum! Yine de öyle yapmalıyım ve öyle yapacağım. Varsın parasız kalayım.” (Tanpınar 2015: 213). 1 Aralık 1958 tarihli günceden: “Fakat bir güçlük var. Vaktim yok. Günler beni kovalıyorlar. Hiçbir şey olmazsa küçük angaryalar. Mesela altı senedir [vurgu benim] şu ‘Deniz’ şiirimin etrafında kendimi konsantre edemedim gitti. Şiir dilimin ucunda ve bir türlü gelmiyor.” (Tanpınar 2015: 128). Yukarıdan beri söylediklerimizle şu son cümlelerimiz arasında, ilk bakışta bir çelişki görülebilir. Hayır. Söylediğimiz, bir yaşama tasavvurunda şiire büyük ve yüce bir yer vermek, kırk yılı aşkın yazı yolculuğunda ondan uzak durmamak, zihni şiirle meşgul etmek, bu yolda çalışmak. Yoksa, büyük bir sanatkârdan planlı programlı bir bilim insanı disiplini, vazifesine bağlı çalışkan bir memur düzenliliği beklemiyoruz ve bunu anlatmaya çalışmıyoruz.

Şiire çalışmakla birlikte ortaya çıkanların hem sayıca hem de nitelik olarak yetersiz oluşundan yani bir çeşit “kısırlık”tan hep şikâyet edecektir Tanpınar. 1937 yılında Ahmet Kutsi’ye yazdığı mektupta şöyle yakınıyor: “Yeni manzumelerin var mı? Ben fena halde durgunluğa düştüm; yazamıyorum, mütemadiyen uğraştığım halde yine yazamıyorum.

1Hüsamettin Bozok’un şahitliğine göre, Tanpınar’ın 1961’de basılan ilk ve tek şiir kitabı, bu meşhur şiirin adını taşıyacakmış, şair sonradan vazgeçmiş bu ismi vermekten (Uçman-İnci 2008: 101).

Bugünlerde iki manzume tecrübe ettim, ikisi de boşa çıktı: Birisi ‘Bülbül’, birisi ‘Melek’. ‘Bülbül’ aşağı yukarı üç haftamı aldı. /…/ Üç haftalık bir üzüntünün işte sana meyveleri [mektuba aldığı şiir çalışmalarını kastediyor]. Bittabi bıraktım, müsait bir zamana; tekrar meşgul olmaya karar verdim. ‘Melek’ manzumesi de aynı şekilde.” (Tanpınar 1992:25, 27) Bu alıntıda, aslında Tanpınar’ın şiir ameliyesinin anahtar ifadelerini görüyoruz: mütemadiyen uğraşmak, istediğini yazamamak, tekrar meşgul olmak üzere bırakmak. Benzer cümlelerle, başka mektuplarında ve günlüklerinde de karşılaşırız. Söz gelimi,1953 senesinde ilk defa gittiği Paris’te tuttuğu günlüklerde, Tanpınar’ın zihninin iki şeyle meşgul olduğunu görüyoruz: Resim ve şiir. İlki için müzelere, sergilere gider, orada yaşayan Türk ressamlarla görüşür, tablolar alır vs. Fakat şiir nâmına bir şey yazamayışından kaynaklanan bir büyük huzursuzluk devinir durur içinde. Günlüklerine yansıyan biçimi şöyledir bu kaygının: “Bütün günlerim, kendi kısırlığımdan, sathiliğimden, yalancılığımdan, ekleme şeylerden, şahsiyetimden korku ile geçiyor. Acaba sadece bu kadarla mı kalacağım? Paris beni kendimle kavgaya soktu. Fakat bu kavga eskiden de bende vardı! Paris’te kendimin olan yeni bir şey bulamayacak mıyım?” (Tanpınar 2015: 62)

Ah Bir Beğenebilsem!

Onca uğraş ve emek sonucu şiir adıyla ortaya koyduklarından Tanpınar’ın