• Sonuç bulunamadı

MÜZAKERE: DİVAN EDEBİYATI VE FELSEFE (ARKA-PLAN KRİTİĞİ VE QU-POST TEORİLERİN MEŞRULAŞTIRICI İCAZETİNE ELEŞTİRİDİR)

Yrd. Doç. Dr. Ali ÖZTÜRK Şiir ve edebiyat ürünlerinin kıymetlendirilmesi ve değerlendirilmesinin edebiyat ve belagat disiplininin kendi iç teknik kriterlerinin olduğu kadar tarihsel, dönemsel, paradigmasal, uygarlık merkezli birçok başka sebebi de vardır. Esasen bu bağlamda sosyo- epistemik yönelimlerin disiplinin kendi iç düzeneğine de büyük ölçüde etki ettiği söylenebilir. Daha doğrusu dönemsel felsefi tazyikler cari edebi metinlerin kıymet ve işlevlini yorumlamamıza büyük ölçüde etki ederler.

Bu bağlamda Sayın Kahramanoğlu’nun,1 felsefedeki gelişmeler ve ona bağlı büyük

paradigmasal dalgalanmaların bizim Divan edebiyatının kıymetlendirilmesindeki rolünü öne çeken çalışması son derece kıymetlidir. Kısacası, Antik Yunandan başlattığı Batı Felsefe geleneğini naçizane benim terkibimle qu-post teorilerle (Küreselleşme, post-modern, post- yapısal, kuantum vb. teori ve yaklaşımları içeren periyodu kasten üretilmiş, ayrıca -qu- ifadesinin aynı zamanda bilgisayarlaşma sürecine; yani diji-entelektüelizme gönderisi de vardır.) sonuçlanan serencamına kısaca değindikten sonra; Batının son dönem filozoflarının yaklaşımından yol bularak Divan edebiyatımızın da kıymetli olduğu ve birtakım felsefî yetkinliklere haiz olduğunu Divan edebiyatı şiirinden çeşitli beyit seçkileriyle de ispata varmıştır. Ki esasen bu tespit cari haliyle oldukça doğru ve geçerlidir.

Nitekim batıdaki Qu-post teoriler batı-dışı aydınları cesaretlendirmiş ve batı-dışı kültürel ve sanatsal ürünlerin kıymeti yeniden parlatılmıştır. Mamafih hâlihazırda postmodern teoriler ve yandaşı teoriler (Postmodern paradigmaya ait olduklarını reddeden ancak bu teorilerle büyük ölçüde aynı yöne bakan yaklaşımlar kastedilmiştir.) karakterleri gereği tüm yerel kültür ürünlerin kendince kıymetli olduklarını ve incelenmeye değer olduklarını vurgulamışlardır. Bu da batı-dışı sanatsal ve edebi ürünlerin değerlendirilmesinde yeni imkânlara kapı aralamıştır.

Özellikle qu-post teorilerle birlikte başkaca birçok entelektüel tarafından da başka kültürel ürünler için farklı biçimlerde dile getirilen bu güncel sayılabilecek görüşün kendince çok haklı nedenleri varsa da bu yaklaşımın barındırdığı, epistemik anakronizm, meşrulaştırım buhranı, epistemik jetlag ve maruz kalmış uygarlık krizine yönelik birkaç tespiti dile getirmekte fayda görüyorum.

Öncelikle Batı tarihi açısından Felsefe ve şiir gerginliği kadim bir sorundur ve bunun birçok başka nedenle birlikte sosyo-politik nedenleri vardır. Birçok felsefi metinde ya da entelektüel mülahazalarda Platonun şairi siteden (şehir) kovduğu vurgulanır. Buna gerekçe de Platonun taklide açtığı savaş gösterilir. Bu ve benzeri analizleri birçok metinde bulmak mümkündür. O yüzden içeriğe çok değinmeden hemen mahkûm edeceğim. Naçizane bendenize göre bu çatışma felsefe/şiir diyalektiği esasen bir epistemik savaş değildir. Platon burada politik ve çıkar çatışmasını epistemik maskeyle gizlemiş, filozofun lehine geliştirdiği pozisyonunu ontolojik ve epistemik gerekçelere bağlamıştır.

Bartın Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü.

1 Bu bildiri, Doç. Dr. Kemal Kahramanoğlu’nun “Kıta Avrupası Felsefesi ve Klasik Şiirimiz”adlı çalışmasını müzakere etmek üzere sunulmuştur.

Platon şairi kovmuştur çünkü –radikal ifadelerle- şair esasen tanrıları yaratan, dolayısıyla devleti ve toplumu yaratan, şekillendiren ve yönlendiren büyücüdür. Nitekim mitosların rolü bu bağlamda merkezi bir öneme sahiptir. Bunun birçok döneme özgü sosyo- siyasal nedeni vardır, ancak olayın batı ve batı-dışı toplumlarla olan ilişkisi de belirleyici bir öneme sahiptir. Özellikle şairler doğunun yağmalanmasının meşrulaştırıcı kâhinleridir (Aslında kâhinler ifadesi yetersiz kaçmaktadır, peygamber ifadesi etik ve epistemik anlamda yanlış düşerdi, doğrudan tanrıları da var eden ya da tanrılar hükmünde bilgi ve bilgelik rolleri de vardır, felsefenin etimolojisinde de bu tartışma çok önemlidir. Esasen felsefe kavramının kendisinin ortaya çıkmasında bu diyalektiğin büyük bir önemi var. Ama bunu anlamadan felsefe niye mütevazı bir iddiayla “bilgelik-sevgisi” şeklinde terkip olunmuştur, savı anlamsızlaşır. Bu söylediğimi uzun uzadıya açıklamayayım, lakin felsefeciler iyi anlayacaktır). Yani gözleri olmayan tanrılar adına rüya gören adamlardan bahsediyoruz, tanrıların gözü, kulağı ve dili olmuşlardır, bu rolü daha sonra filozoflar üstlenmek isteyecek, sonra da bu epistemik ilişki olduğu gibi Hıristiyan din adamlarına tevarüs edecektir1.

Şayet şairlerin bu tarihi büyük rolünü bilmez isek, Kur’an-ı Kerim Fuzuli hazretlerinden ne istiyor ki şairleri bu denli acımasızca eleştiriyor diye zannedebiliriz. Bu manada Şuara Süresinin son ayetleri oldukça manidardır; özelikle “onlara uyanlar azgından başkası değildir” ifadesi bu bağlamıyla daha iyi anlaşılmaktadır sanıyorum. Aksi takdirde “iman etmiş ve salih amel işleyen” şairleri bundan ayırması doğrudan şiir teknolojisine bir kastı olmadığının oldukça açıkça bir belirlenimidir. Bu bağlamda Fuzuli’nin (burada Fuzuli örnek olarak tüm Divan şiirini temsilen kullanılmıştır) yerinin başka bir nitelik arz ettiği ayrıca önem kazanır. Fuzuli’nin yerinin ayrıca önem kazandığı Doğu-İslam dünyası ve Batı geleneği ayrımı ile Pagan dönem ve sonrasının işlev ve rollerinin başkalaşmasını fark edemez isek Fuzuli’yi de “şiir ve patronaj” sistematiği içinde izah etmeye kalkarız ki -buna çok somut kanıtlar bulsak bile- kanaatimce bu uygarlık veritabanı karmaşasıyla büyük bir epistemik jetlagın yaşandığı talihsiz bir modellemedir.

Sorunun ana tespitine yönelik sava döner isek öncelikle şiirin doğrudan felsefî teknolojideki gibi bir bilgi üretmesine gerek yoktur. İkincisiyse felsefî teknolojinin çıktısının şiir teknoloji çıktısından çok bağımsızlaşan bir yargı alanı oluşturmadığı gibi ikisi de aynı motivasyonlarla çeşitli hedefler ihtiva edebilirler. Yani sosyo-politik sonuçları bakımından birbirinden rol çalma şansları çok fazladır. Paradoks gibi görünen bu tespitin tarihsel nedenleri vardır. Öncelikle Antik batıyı şairler kurgulamış ve kızıl elmalarını parlatmışlardır. Fakat dünyayı ele geçirmek isteyen batının daha anlaşılır kodlara ihtiyacı vardır ve felsefe burada devreye girerek ritmik gizemlerle gaza gelmiş batıya gideceği yolun matematiksel haritasını çizmiştir. Yani emperyal fikrini şair vermiş emperyal olmasını felsefe ve bilim sağlamıştır. Açıkçası felsefeyi ve bilimi bir anlam arayışı vs. vs. vs. vs. görenleri hayal kırıklığına uğratacağım ancak felsefe ve bilimin birincil dereceden böyle bir rolü yoktur, o şairler tarafından gaza gelmiş yağmacı batı aklının yolda kazaya uğramaması için

1 Nitekim temerküz etmiş Hristiyanlık sosyo-epistemesinde din adamı Tanrı (İsa) adına dini terkip eden ve en önemlisi din ile insan ilişkisinin tüm tezahürlerini tanzim eden bir rol üstlenecektir, yani kurumsal olarak Tanrının dinamik sözcüsü, temsilcisi; kulağı, gözü, sözü ve yargısı olacaklardır. Böylece vahiy Tanrının Peygamberlerine gönderdiği bir metin olmaktan çıkacak, doğrudan kurumsal sosyo-polik ve sosyo-epistemik dinamik bir metin olma hüviyetine kavuşacak, din olgusallaşarak (tıpkı tanrının İsa bedeninde olgusallaşması gibi) ve belli ölçüde hiyerarşik bir kulüp niteliği kazanacaktır. Bu da kurumsallaşan Hristiyanlığın Roma’yı dönüştürmesinden çok Romanın Hıristiyanlığı dönüştürmesinin bir sonucu olarak açığa çıktı. Şairin bu rolünün Hristiyan din adamına geçmesi de büyük ölçüde felsefenin ara rolü sayesinde olduğunu da düşünmemiz mümkündür.

ihtiyaç hissettiği nesri inşa etmiştir. Dolaysıyla Batı emperyalizminin mimarları şairler, mühendisleri ise filozof ve bilim adamları olmuştur.

Ancak tarihsel olarak yapay zekâyla yapan zekâ arasında batı medeniyetinin doğası gereği de bir diyalektik meydana gelmiş, çıkar çatışması söz konusu olmuştur. Nitekim Platon Devlet (Diyaloglar) kitabının en büyük amacının kimin patron olacağı sorusuna verilen cevabı ihtiva ettiği gerçeği okuyan hiç kimse tarafından yadırganamaz. Evet batı dünyasının en büyük arayışıdır; patron kim olacak?...

İşte Divan edebiyatı bu bataklık üzerinde kurulmuş epistemolojiye de esasen esaslı bir reddiyedir. Çünkü o kaderler kurmak için yola çıkmayı haram saymış, ancak insanların kaderine yardımcı olmayı dilemiştir. Yani “iman etmiş ve salih amel işlemiştir”

Şimdi özetle modern dönemde batı bu büyük zarafete kötü dedi, biz daha acımasız bir biçimde kötü dedik, şimdi pardon iyi de olabilir, dedi – bu arada henüz tam iyi demedi, biz de evet gördün mü bak galiba biz iyiyiz demeye başladık. Ama onlar bize iyidir demedi iyi olduğunu onların epistemolojiyle ispat etme imkânı verdi. Şimdi önümüzde bizi bekleyen binlerce yeni tez var. Derrida’da Hoca Ahmet Yesevi sembolizmi falan filan feşmekan… Elbette bu yeni bir imkândır, ama biline ki feşmekândır, divana çıkılmamıştır, Divan’ın yağmalanmaya devamıdır… Oysaki bizim şiirimiz küllî bir metodoloji üzerinden manayı kadavra ve cesede dönüştürmeden, kelimeleri yağmalamadan ifadeyi yoğunlaştırmış, ama yalın bir zarafetle vezin notalarla müzikalize etmiş, sözü derin sembollerle şifre kodlara yükseltmiş, zihni, aklı, kulağı, gözü ve gönlü kışkırtan ve dinginleştiren; üstün ve huşulu bir tarzdır. Yani bu yeni furyaya kapılacaklar, PC bilgisayarlarda Makintoş programlar çalıştıracaklarını unutmasalar iyi olur. O zaman bu çalışmalar daha anlamlı olur. Aksi takdirde anakronik ve asimetrik çalışmalara yenileri eklenmiş olur.

Şimdi romantik gibi görünen bu sonucu haklı epistemik analizlere bağlanmış açıklamalarla sistemli bir biçimde izah etmem gerekirdi, fakat bildiri formu buna imkân vermiyor. Ancak içim rahat, çünkü bunun epistemik açıklamasını “Medeniyet ve Sosyoloji” adlı kitabımda sisteme bağladım, İmajoloji adlı çalışmamada ise sistemli bir iddiaya dönüştürdüm. Bu bakımdan ilgilisi bu cevaplara kolayca ulaşabilir.

_________________ Kaynakça

Kahramanoğlu, Kemal, 2017, Kıta Avrupası Felsefesi ve Klasik Şiirimiz, I. Uluslararası Dil ve Edebiyatta Modernleşme ve Gelenek Sempozyumu, Karabük.

Öztürk, Ali, 2008, İmajoloji: Bir Disiplin Denemesi, 1.Basım, Edim Y. İstanbul, 2. Basım, 2013: Elis Y. Ankara.

Öztürk, Ali, 2011, Kriz Sosyolojisi, Doğu Kitapevi, İstanbul.

CEMAL SÜREYA ŞİİRİNDE MODERNİST BİR TAVIR OLARAK KİŞİLİK