• Sonuç bulunamadı

Kişilik Kavramının Şiirdeki İzdüşümleri: Yabancılaştırma ya da Anlamsal Sapmalar

CEMAL SÜREYA ŞİİRİNDE MODERNİST BİR TAVIR OLARAK KİŞİLİK SÖYLEMİ

PERSONALITY DISCOURSE AS A MODERNIST APPROACH IN CEMAL SÜREYA’S POETRY

3. Kişilik Kavramının Şiirdeki İzdüşümleri: Yabancılaştırma ya da Anlamsal Sapmalar

Cemal Süreya için şiir dilinde ulaşılması düşünülen özgünlük ve yeniliğin en temel araçlarından biri gündelik dilde bir arada kullanılmayan sözcük grupları yoluyla yeni duygu ve düşünce durumları yaratmaya çalışmaktır. Süreya’nın folklor karşıtlığının temelinde yer alan bu tutumun, şiirlerinde çok güçlü bir şekilde uygulama alanı bulduğunu söylemek

1İkinci Yeni ve dolayısıyla Cemal Süreya’nın işaret edilen dil özelliklerini betimleyici mahiyette çok sayıda akademik çalışma yapılmıştır. Bu yüzden, burada tekrar betimleyici bilgilere yer verilmeyecek, daha çok bu dil özelliklerinin Süreya’nın kişilik söylemiyle olan ilişkisi irdelenmeye çalışılacaktır.

mümkündür. Temel mantığını, dilin yabancılaştırılmasının oluşturduğu bu tavır, Süreya’nın özellikle şiir diline ilişkin yapılan akademik veya özel çalışmalarda genellikle alışılmamış bağdaştırmalar/ mantık dışı söyleyişler başlığı altında değerlendirilmiştir. Ancak adına yabancılaştırma ya da alışılmamış bağdaştırmalar da dense, Süreya’nın bu dilsel tutumu özgün ve özerk bir şiir üretebilmek, diğer bir ifadeyle, kişilik söylemini hayata geçirebilmek için bilinçle uyguladığı modernist bir yönseme olarak değerlendirilebilir.

Northrop Frye, Eleştirinin Anatomisi adlı eserinde “çağrışımsal sürecin en güçlü olduğu ve sıradan nesrin basmakalıp tasvirlerinden en uzak olduğu yerde “lirik [Kastedilen yeni/ modern şiirdir.], diğer türlerin aksine, yaratmak istediği asıl etki için yeni ve şaşırtıcı imgeye muhtaçtır.” (2015: 323) der. Süreya’da biçim düzeyinde görülebilen sapmalar dikkate değer bir yoğunluk ve sıklık sergilese de onun şiir dilindeki temel ayrıksılığın, dilin semantik dokusunda bilinçle meydana getirilen bu “yeni ve şaşırtıcı imge” uygulamalarından kaynaklandığını belirtmek gerekir. Şiir dilinde, göstergelerin göndergesel/ temel anlamlarının yansıttıkları çağrışım, tasarım ve imgelerin yanında, okurun/ dinleyenin zihnine çok farklı, yeni tasarım ve çağrışımların üşüşmesini sağlayan bir dil olayı olarak tanımlanabilecek alışılmamış bağdaştırmalar (Aksan, 1993: 151), Süreya’nın şiir dilini çok katmanlı, görece kapalı, kendi kişiliğinden menkul ve imgesel bir dil hâline getiren başlıca uygulamadır. Süreya’nın, yeni ve özgün bir şiir dilini kişilik söylemiyle irtibatlandıran bu poetik tavrında ne kadar tutarlı ve kararlı olduğunu daha iyi ve somut olarak görebilmek için muhtelif şiirlerine bakmak gerekir.

Üvercinka’nın ilk şiiri olan “San”da, sevilen kadınla gerçekleşen tensel yakınlık, çok farklı imajlar ve alışılmışın dışında bağdaştırmalar yoluyla betimlenmeye çalışılır. Söz konusu yakınlıktan duyulan heyecanın bir göstereni olan soluk, kırmızı bir kuşa benzetilerek yaşanan durumun içerdiği arzuya, bu arzunun yoğunluğuna işaret edilir: “Kırmızı bir kuştur soluğum” (s. 11)1. Şiirin ikinci biriminde arzunun ve heyecanın giderek artan dozu,

bu kez soluğun kırmızı bir ata benzetilmesiyle anlatılır: “Kırmızı bir at oluyor soluğum” (s. 11). Kendisine benzetilen unsurun kuştan ata dönüşmesi, bedensel devinimin artan hızına, uyumuna ve içerdiği hoyratlığa işaret etmek için kullanılmış gibidir. İlk dizede durum bildiren yüklemin (kuştur), ikinci dizede kullanılan şimdiki zaman kipiyle kademeli bir oluşa dönüşmesi (oluyor) buna bağlanabilir. Şiirdeki anlatıcının “Yüzümün yanmasından anlıyorum” (s. 11) demesi de bu arzu çoğalmasının bir gösterenidir. Şiirin son dizesi arzunun bu artışını, hızını ve uyumunu imlemek istercesine, atla ilgili yeni bir bağdaştırmayı devreye sokar:

“Yoksuluz gecelerimiz çok kısa Dörtnala sevişmek lazım” (s. 11)

Böylece, karşı cinsle yaşanan tensel yakınlık, alışılmamış bağdaştırmalar yoluyla, kaynağını şairin kendi duyarlığından, kişiliğinden alan bir üst dilin üretimi yoluyla dile getirilmektedir.

Bu türden bağdaştırmalar, Cemal Süreya şiirinin en temel dil tutumunu yansıtır. Cemal Süreya’nın Şiir Dili başlıklı çalışmasında Zeliha Güneş, Süreya şiirindeki sapmaları ele aldığı bölümün sonunda yer verdiği tabloda, en fazla görülen sapma türünün, 154 kezle anlamsal

1 Şiirlerden yapılacak bu ve bundan sonraki alıntılar toplu şiirlerin şu baskısındandır: Süreya, Cemal (2007), Sevda Sözleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

sapmalar olduğuna işaret eder. Süreya’nın şiir diline yönelik incelemelerin çoğunlukla odak noktasını oluşturan sözcüksel sapmaların sayısının ise ancak 66’yla sınırlı kalmış olması, Süreya’daki dil uygulamalarının genellikle söylenenin aksine, sadece biçimsel değil daha çok semantik bir yönsemeyi içerdiğine işaret etmektedir (2007: 189).

Biten bir aşkın ardından yapılan fakat giderek Süreya’nın kendi hayatına ve şiir anlayışına ilişkin bir muhasebeye dönüşen “Bir Kentin Dışardan Görünüşü” adlı şiirde anlatıcı özne -ki bu, büyük ihtimalle Süreya’nın kendisiyle özdeşleşmiş bir anlatıcıdır- ayrılığın ve bu durumdan ileri gelen yalnızlığın kendisinde yarattığı hüzün ve sıkıntı duygularını yaşanan şehre yansıtır. Yapılan tasvirlerden İstanbul olduğu anlaşılan bu şehir; “uçuklamış kıyılarıyla”, “üç kulesi” ve “sayısız minareleri”yle bu sıkıntının bir kaynağı gibi görülür. Böyle görüldüğünden olmalı ki, anlatıcı özne bu bunaltıcı atmosferden kurtulmak için sürekli denize bakarak geçmişini ve deyiş yerindeyse kendi taşrasını duyumsamaya çalışır. Süreya’nın yaşamına dair gönderiler de içeren şiirde, anlatıcı ses, bir zamanlar sevilen kadına hitap ederken aynı zamanda kendisiyle bir muhasebeye de girişir. Bu muhasebede dikkati çeken unsur, anlatıcının şehri gezerken gözlemlediği her şeye bu sıkıntılı ruh hâlinin de sirayet etmesidir. Şiirde, konu bağlamında işaret edilmesi gereken temel husus ise, anlatıcının bu durumu, tamamen kendi kişisel duyarlığından doğan sözcük ve bağdaştırmalarla ifade etmesidir. Bir türlü bellenemediği söylenen ve muhtemelen yaşanan sıkıntının kaynağı olan şey, bu bakışın ışığı altında muhtelif imajlarla anlatılmaya çalışılır. Sıkıntı, “bir türkünün hallacında dağılmış bir kuş”, “Doğu’da nehirlerin kaynaklarına basılan bir keçe”, “eski Frigya üzümünden, inansız menekşeden bir leke” ya da “Bizans’ın yıkılışını kibirle sürdüren bir taş” gibi sıradışı bağdaştırmalar yoluyla anlatılır. Önceleri, sevilen kadının, içinde bulunduğu katı toplumsal normlara karşın anlatıcıya verdiği güven ve yaşama duygusu “dört tarafından çekiştirilmiş utanç” ve “şiirin güvenli barınağı” bağdaştırmalarını içeren şu dizelerle dile getirilir:

“Çünkü daha dün dört tarafından çekiştirilmiş utancınla Şiirime güvenli bir barınak aramıştın” (s. 75)

Ama daha dün bir güven ve sevgi kaynağı olan sevgili, şimdi yiten bir aşkın ardından duyulan güvensizliğin ve kederin başlıca müsebbibi olur. Bu durum şu alışılmamış bağdaştırmalarla verilmeye çalışılır:

“İnce parmaklarıyla

Aralamaya çalışırken kederini Sen yitip giden aşkta

Senin kahkahanın boğumlarında Söz temiz değil” (s.75)

Sevilen kadından pek de iç açıcı olmayan duygularla ayrılan anlatıcının bakışı, tekrar mekâna yönelir. Havanın bunaltıcı sıcağı, “İklim. Devrik tezgâhı güneşin” dizesiyle dile getirilir. Şehrin yeni yapılarının anlatıcıda yarattığı iğretilik duygusu “yeni yapıların kekemeliği” şeklinde ifade edilir. Bu dekor içinde yer alan çınar ağacı, “Yelesinin içinde tükenmiş bir aslan” şeklinde tavsif olunur. Şehrin sahip olduğu tarihsel ve kültürel mirastan geriye kalan işlevsel tek şey, serinliği savunan sütunlardır:

Sokaklardan kadınsı bir seccade gibi akıyor iklim Gözlerimiz bozuluyor kanımızın gürültüsünden Kırmızılar bitişiyor hiçbir şey kesin değil

Tenteler gökyüzüne bir folklor kazandırıyor Yeni yapıların kekemeliği ve akasya

Ve çınar. Yelesinin içinde tükenmiş bir aslan Ve sütunlar başıbozuk devriyeleri

Ne kuşatmalar ne dostluklar pahasına

Büyük bir mutfak yaratmış bir imparatorluğun, Yalnız sütunlar savunuyor serinliği” (s. 75)

Şiirin devamında, bu duyguların ağırlığı altında, “gri bir gökkuşağının altından”, “cüzzamlı işhanlarının çiçekbozuğu basımevlerinin/ Önlerinden dalgın dalgın yürü[nür]”(s. 76). Sıkıntı ve kasvet duygularının idaresi altında görülen işhanları cüzzamlı bir insanla, basımevleri çiçek hastalığından yüzü delik deşik olmuş bir çocukla bağdaştırılarak çok öznel ve kişisel bir mekân algısı yaratılır. Sıkıntının boyunu aştığı noktada Süreya, Ece Ayhan’ı doğrularcasına giderek kendi içine kapanır. “Bir güz sonu duygusu”, “ancak bir kez duyulabilecek bir sığınma eğilimi”yle bağdaştırılacak kadar koyulaşan sıkıntı hâli, “kuytulardan al[ınmış] bir çiçek gibi yukarı semtlere doğru sürükl[enerek]” -ama sürüklenerek- kendi üzerine kapanır. Şiirin son bölümünde anlatıcı özne üzerindeki ölü toprağını atmak istercesine kendisine seslenir. Ağırlığa mahkûm olduğu hissedilen insani yaşam alanını kurtarmak için bir yaklaşım değişikliğine, “dünyaya bir başka açıdan, bir başka mantıkla, başka bir bilme ve doğrulama yöntemiyle bakmak” (Calvino, 2000: 26) gerekliliğine ikamet edilen ortam yoluyla işaret edilir:

“Sen ki

Ayı Hugo’dan zararsız Mallerme’ye, kaçık Artaud’ya kadar Bir şeyler okudun biraz. İyi.

İngilizlerden de saymayı öğrendin biraz. O da iyi. Ağzında bir tatil gevezeliği

Alnında bir ayazma serinliği taşıyan Bir kadını sevdin çok. O belki daha da iyi. Ama ne yap biliyor musun?

Şu eski adresini değiştir artık On yıldır bilgeliğini tüketti.” (s. 77)

Bireysel yaşamından kaynaklı bir sıkıntı hâlinin mekân üzerinden odağa alındığı bu şiirde Süreya, yaşadığı ontolojik sıkışmayı kendi imgeleminden, duygu ve düşünce dünyasından hareketle dile getirir. Sıkıntı kavramı doğrudan değil, çok özgün benzetme ve bağdaştırmalar yoluyla anlatılmaya, sezdirilmeye çalışılır. Şiir boyunca, anlatıcının içinde hareket ettiği mekâna ilişkin tasvir ve belirlemeler de bu sıkıntının idaresindedir. Mekâna

ilişkin unsurlara atfedilen olumsuz nitelikler, mekânın da bireysel bir duyuş ve kavrayışla yansıtıldığını gösterir. Bu tavrın, Süreya’nın kendiliğe ve özerkliğe vurgu yapan “Şiir insanın evren ve dünya içinde, insan ve eşya karşısında kendini ayrı bir denemesidir.” (2012: 286) görüşüyle bağdaştığı söylenebilir. Poetikasında, yeni bir şiir dili üretebilmenin yolunun, sözcüklerin alışılagelen kullanım yerlerinden, anlamlarından saptırılmasından geçtiğini vurgulayan Süreya’nın, “Bir Kentin Dışardan Görünüşü” şiirinde örneklendiği üzere, bunu pratikte fazlasıyla uygulayabildiğini söylemek mümkündür. Şiirin sahip olduğu özgün bağdaştırmalar ve bundan ileri gelen görece kapalılık, bu şiirin kişilik damgası taşıdığının bir işareti olarak değerlendirilebilir. Çünkü, ancak kişisel ve özgün olan bir şiirde okur tarafından kapalı ve anlaşılmaz olarak tanımlanabilecek bir şeyler vardır. Çünkü böyle bir şiir kişiseldir, temel motivasyonunu verili/ uzlaşımsal olandan değil, şairin kendi içsel deneyiminden almaktadır. Şairin “kendine özgü izlenimleri, duygulanmaları, şiirlerinde ister istemez ‘karanlık’ yerler bırakacaktır.” (Uyar, 2012: 192). Okura anlaşılmaz ve kapalı gelen şey, şiir tarafından içerilen kodların biricikliği, karşılıksızlığıdır.

“Bir Kentin Dışardan Görünüşü”nde yapılan bu muhasebeden ve dile getirilen değişim isteğinden sonra, gerçekten de şiirlerin gerek biçim gerekse içeriğinde bir ton ve hava değişikliği yaşandığı fark edilir. Süreya, bu kitaba kadar hemen hiç söz etmediği bireysel tarihini, yaşanan bu kırılmanın etkisiyle artık söz konusu etmeye başlamış gibidir. Sürekli bastırılmaya çalışılan bireysel trajedi, kültürel motiflerin oluşturduğu bir doku içinden çok yoğun şekilde görünürlük kazanır. Şiirlerde kullanılan dil, yine alabildiğine kişisel ve kapalı tasarruflar içerir. Ama bu dil, aynı zamanda, Süreya’nın kişisel tarihine dair önemli içerimlere de sahiptir. Bu durum, en çarpıcı biçimde, yine özgün bağdaştırmalar yoluyla, dilin alabildiğine kişisel bir düzleme çekildiği bir noktadan yapılır. Bu durumu pratikte sınamak için kitapla aynı adı taşıyan “Beni Öp Sonra Doğur Beni” şiirine bakılabilir.

“Beni Öp Sonra Doğur Beni”, henüz yedi yaşındayken annesinin ölümünü deneyimleyen şairin duygu ve düşünce dünyasında meydana gelen boşluğu, eksikliği sevilen kadından hareketle dile getirir. Ancak, şiirde anne kaybının yarattığı duygusal boşluğu gidermek için girişilen her teşebbüs, şair öznenin geçmişe dair anımsamalarıyla - deyim yerindeyse- bozguna uğrar. Eksikliği giderme teşebbüslerine, her seferinde bu eksikliği yürürlükte tutan bir algı eşlik eder. Sevilen kadınla yaşanan mutluluk anı, belki de annesinin sürgün yıllarındaki sefaletten kaynaklanan trajik ölümünü anımsamanın utancıyla gölgelenir. Kaybın yarattığı utanç duygusu, “başlangıçta annenin içinde olan çocu[ğun] şimdi anneyi kendi içinde taşıma[sına]” yol açar (Klein, 2014: 20). Bu utanç, henüz 23 yaşındayken ölen anneden daha fazla yaşamanın utancı olarak da okunabilir. Şiirin sondan ikinci dizesinde, bu kaybın şairin kendisi çok küçükken değil, annesi çok gençken yaşandığına vurgu yapılması böyle bir okuma yapmaya imkân verir. Bu durum, gündelik dilin anlam itibariyle alabildiğine büküldüğü / deforme edildiği aşağıdaki dizelerle şiire taşınır:

“Şimdi

utançtır tanelenen

sarışın çocukların başaklarında” (s. 84)

Görme duyusuna yansıyan bu anımsama, hemen ardından çok ilginç bir bağdaştırmayla koku alma duyusuna uzanır. Kaybın anımsanması, ovadan yayılan “gözü bağlı bir leylak kokusu” bağdaştırmasıyla dile getirilir. Leylak kokusunun ilettiği olumlu

çağrışımlar, bu kokunun gözlerinin bağlı olduğunun dile getirilmesiyle eksiklik duygusuna ulanır. Bu tuhaf bağdaştırmanın şair öznenin muhayyilesinde yarattığı olumsuz çağrışımlar, yaşanan anın üzerine güç bela ışıyan “küçücük güneş”i de içerdiği kasvetle kuşatarak hükümsüz bırakır. Doğal bir güzelliğin yapay bir müdahaleyle sakatlanması olarak yorumlanabilecek bu durum, annenin sürgünlük koşullarından dolayı gerçekleşen ölümüne işaret etmek için olabilir:

“Ovadan

Gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan Çeviriyor küçücük güneşimizi” (s. 84)

Pekâlâ çok farklı şekilde yorumlanabilecek bu dizelerin en dikkat çeken özelliği, sahip oldukları bu tuhaf özgünlüktür. Orhan Koçak da şiirin bu biriminin içerdiği kapalılığı ve dilindeki rafine kişiselliği şu cümlelerle vurgular:

“Hepimiz bu şiirin son satırını hatırlıyoruzdur herhalde, bir öksüzleştirilmenin “bal”a çevrilmesini -ama sağa sola gitmeyen, orada duran, tütmeye, titreşmeye, belirsizce anlamlılık üretmeye devam eden kelimeler: “Ovadan/ gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan”. Çok şair tanımışızdır, tanıyacağızdır- “gözü bağlı bir leylak kokusu” diyenini hiç görmedim. Bunu merak eden okuru hele hiç” (Koçak, 2014: 16).

“Gözü bağlı bir leylak kokusu”yla temsil edilen bu eksiklik duygusu, giderek evlerden taraçalardan taşarak mekânı kuşatır ve bu kez gelip şair öznenin sesine yerleşir. Görme ve koklama duyularıyla algılanan eksiklik duygusu, işitme duyusuna da sirayet ederek anlatıcının sesini âdeta zehirler. Bu durum yine alışılmamış bağdaştırmalarla dile getirilir:

“Taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşir

Sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı” (s. 84)

“Kan”, “taş”, “karabasan” gibi imgeler yoluyla olumsuz çağrışımlar üretmeye devam eden bu duygu, şiirin son iki dizesiyle meramını doğrudan ortaya koyar. Annenin genç yaştaki ölümü ve bundan dolayı Süreya’nın mahrum kaldığı anne sevgisi ve şefkati seslenilen kadından talep edilir.

Doğumun ilk yıllarında anneyle kurulan ilişki tarzının bireyin bütün duygusal yaşamını etkilediğini “nesne ilişkileri” kuramı çerçevesinde ele alan Melanie Klein, kişinin ilksel nesneden (anneden) başkalarına dönmesinin, ilksel nesneye yönelik duyguların çevreye yayılarak seyreltilmesinin kişiye yardımcı olacağını ve “kaçınılmaz kayıp duygusunu, biricik ilk nesneyi yitirme duygusunu telafi edece[ğini]” (2014: 65) belirtir. Bu şiirde de âdeta kılıktan kılığa giren, çeşitli duyulara bulanan, alabildiğine kişisel imgelerle dile getirilen ilksel nesneye (anneye) ilişkin eksiklik/ kayıp duygusu, başka bir kadına (sevgiliye) yönelerek sevgi ve şefkat talebi üzerinden telafi edilmeye çalışılır:

“Annem çok küçükken öldü Beni öp sonra doğur beni” (s. 84)

Dilin yabancılaştırılması ya da kelimelerin alışılmamış bağdaştırmalar yoluyla kişisel ve özgün bir kullanım düzeyi kazanması; eksiklik ve acıyla karakterize olan bir bilincin

insan, doğa ve evren karşısındaki her durumu bir “iç deney” olarak yaşadığının en temel göstereni olarak kabul edilebilir. Süreya’da süreğen bir karaktere sahip olduğu söylenebilecek ve kaynağını kendi hayatından alan bu acının muhtelif şiirlerde, farklı bağlamlarda sürekli bir şekilde yankılandığı görülür. Bunun dile getirilişinde, dilin yeni imkânlarının denendiğini, kişilikli ve özgün bir şiir üretebilme kaygısının her an yürürlükte olduğunu görmemek zordur.

“Ülke” şiirinde, anlatıcı özne yaşadığı sürekli sıkıntı hâlini, “iri gagalı yalnızlıklar”, “hüznün kuşları”, “içlenmek zanaatı” gibi alışılmamış bağdaştırmalarla dile getirir. Otobiyografik unsurlar içeren “Öğle Üstü” şiirinde, dağ başında çadır bekçiliği yaparken yalnız başına geçirdiği saatlerde karşılaşılan bir yılan, Süreya’nın iç dünyasında yarattığı etkilerle güçlü bir imge hâlinde anne ve babasının ölümlerinden duyulan acıyla birleşir. Anne şefkatini yeterince tadamadan yaşanan bu ölümün yarattığı acı “Öpüşü hançerlenmiş bir kadının”(s. 50) bağdaştırmasıyla anlatılır. “İşte Tam Bu Saatlerde” şiirinde, sevdiği kadına seslenen anlatıcı, “Ölüm yası içindeki bir evde” yaşanan acıyı anımsatan saatleri “İşte tam bu saatlerde bir yara gibidir su” (s. 68) benzetmesiyle dile getirir. “Seviş Yolcu” şiirinde, Süreya’da sürgünlükle ve sevilen insanların ölümüyle iyice pekişen bu acı, şiirini tanımlayacak bir yoğunluğa ulaşır. Şiir, bir ağıta dönüşür. Ama bu şiirin nasıl bir ağıt olduğu da yine çok çarpıcı bir bağdaştırmayla dile getirilir:

“Bu yüzden kimi zaman zordur ayırmak

Üstünü başını yırtmış ağıtlardan şiiri” (s. 136)

Süreya’nın şiirlerinde, yaşanan insani durumların şiir dili, sözdizimi ve gerçeklik düzeylerindeki algılanışının alabildiğine öznel ve özgün bir niteliğe sahip olduğunu söylemek gerekir. Temalar muhtelif olsa bile şiirlerde aktarılmaya çalışılan duygu ve düşünce durumları, doğrudan doğruya şairin kendi alımlama tarzı, kişilik özellikleri doğrultusunda serimlenmeye çalışılır.

Süreya’da dilin öznel kullanıma imkân veren başlıca uygulama olan alışılmamış bağdaştırmalar, “Yeraltı” şiirinde şiirin gövdesini oluşturan ana birimin tamamını oluşturur. Şiir, blok hâlinde alışılmamış bağdaştırmalar içerir. Süreya’nın kendi hayatına ilişkin tatsız bir olaydan yola çıkarak yazdığı kuvvetle muhtemel bu şiirde, Hasan Basri isimli bir arkadaşının ettiği ve bir küfür olarak nitelenen bir “laf”ın yol açtığı bir işten ayrılma, istifa etme olayından söz edilir. Söylenmemesi gereken gözü kara bir gerçeği içeren bu küfür, yürürlükteki düzeni sarsan, onun çürümüşlüğünü, yozlaşmasını temsil eden “paslı bir kilidin” açılmasını sağlayan bir anahtar olarak nitelendirilir. Ardından, kilit eğretilemesi üzerinden bu çürümenin türlü çeşitli boyutlarını anlatmak için, otomat bir yazım tarzını andıran ilginç ve uzak çağrışımlara sahip dizi hâlinde bağdaştırmalar sıralanır. Bunlar, hatta yer yer, “kilit” sözcüğüne taşıyamayacağı kadar soyut-somut anlamlar yükleyen ve okurun kavrayışını zorlayan alabildiğine acayip ve kişisel bağdaştırmalardır:

“Bir küfür ki / Paslı bir kilidin içinde / Yeşil bir kilidin / Kirli bir kilidin / Koçbaşlı bir kilidin / Kuma batmış bir kilidin / Yapışkan bir kilidin / Nal söken bir kilidin / Pelte bir kilidin / Sarkaçlı bir kilidin / Karmaşık bir kilidin / Direği kurgan sorguçlu / Gömü kakmalı / Hınçla perçinli / Dilinde gümüş yeğniliği / Horozunda tilki gülücüğü / Duyarlıksız bir öreke / İşbirlikçi bir kampana / Lekeli bir gezinti / Altındiş bir miğfer / Bozuk bir kilidin / Hakiki bir kilidin / Kupon kesen bir kilidin / Seçilen bir kilidin / Bulanık bir kilidin / Cevapsız bir kilidin / Bilirkişi bir kilidin / Bekâret kemeri bir kilidin / Morarmış bir kilidin / Ayaklı bir

kilidin / Tepeden tırnağa pusatlanmış / Balyemez bir kilidin / İpek filtreli / Beyaz eldivenleriyle uyuşturucu / Bülbüliye sayaçlı / Kölelik terleyen / Anız terleyen / Yeminli bir kilidin / Salt bir kilidin / Göksel bir kilidin” (s. 125-126)

Sonuç

Poetik görüşlerini içeren yazılarında çağdaş bir şiir üretmenin temel yolunun dilin özgün ve bireysel bir tasarrufla yeniden işlenmesi olduğunu belirten Süreya, bu görüşlerini şiirlerinde sözcük, sözdizimi ve anlam düzeylerindeki sapmalar yoluyla uygulamaya