• Sonuç bulunamadı

Prof. Dr. İsmet EMRE

Sayın protokol, değerli misafirler, sevgili öğrenciler; sözümün hemen başında ifade edeyim ki bütün canlılar etkilenirler. Aslında bir yönüyle, canlı olmak, etkilenmek demektir. Etkilenmek, gelişmek için, varlığını sürdürmek için dışarıdan bünyeye bir şey almak demektir. Bitkiler havadan, sudan, topraktan etkilenerek serpilir, büyür; hayvanlar et ve ot yiyerek… Ancak insana yönelik etki biyolojik olanın bir adım ötesine geçerek zihinsel kabulü gerektirir. Eğer başlangıçtan beri bir insan, ötekinden; bir toplum bir başka toplumdan ve bir medeniyet bir başka medeniyetten etkilenmemiş olsa beşeriyetin kaderi, olduğundan çok daha dramatik görünürdü. Bugünden bakıldığında, kültür ve medeniyet çizgisini yukarı taşımış bütün toplumların büyük sıçrama öncesi çeviri faaliyeti yaptıkları ve kendilerinden nispeten güçlü kültürlerin değerlerini bünyelerine adapte ettikleri görülür. İslam Endülüs medeniyetinden etkilenmese Ortaçağ Avrupa’sı kendi yağında kavrularak, tek başına, kendi aydınlanmasını başarabilir miydi? Elbette hayır.

Peki ama, ne zaman, nelerden, nasıl etkilenmeli? Bütün etkilenmeler iyi midir? Buna nasıl ‘evet’ denebilir ki? Bünyeye yönelik etkileyici faktörler onu zenginleştirmek, çoğaltmak ve geliştirmek için de orada olabilir, ona tehdit de oluşturabilir. İnsan bedeni için oksijen iyi bir etkilenme kaynağı iken, karbon monoksit kötü bir etkilenme kaynağıdır; besin iyi bir etkilenme kaynağıyken, siyanür kötü bir etkilenme kaynağıdır. İnsan ruhu için aşk, sevgi ve dostluk iyi bir etkilenme kaynağıyken nefret, acı ve kıskançlık kötü bir etkilenme kaynağıdır. Bu meseleyi kapatmadan önce altı çizilmesi gereken bir başka husus ise şudur: Etkileyici faktörler bünyenin hazmedeceğinden daha fazlaysa onu sulandırır, varlık gerekçesini ortadan kaldırır. Öyleyse etkilenmede ‘nitelik’ kadar ‘ölçü’ de önemli bir yere sahip olmalıdır. Sadece gerekli olduğu kadarıyla etkiye açık olmak… Gereğinden az etkilenmek yoksunluk, çok etkilenmek ise sefalet ve yozlaşmayı beraberinde getirir. Ne yazık ki Tanzimat’tan beri Türk edebiyatının en büyük sorunu Batıdan etkilenme konusunda bir dozaj ayarlaması yapamamış olması, neredeyse bütün süreçlerde ‘gereğinden fazla’ etkilenmeden kaynaklı bir karakter ve kişilik yitimine uğramasıdır. Kültür, siyaset, moda, zevk, sanat, edebiyat hiç fark etmez, hemen her alanda özünü kaybedip kendi değerlerini bir çırpıda elinin tersiyle iterek örnek aldığı medeniyete huşuyla sarılmak; hiçbir temkin payı bırakmadan, hiçbir kötü niyet emaresi aramadan iştiyakla ve toptan en genel hususlarından en füruna kadar neyi varsa hepsini almak… İşte bizim meselemiz budur.

Şimdi gelelim Klâsik meselesine? Nedir klâsik? Latince davet, askere davet, yemeğe davet; ardından söze, sohbete, kalıcı söze, kalıcı güzel söze ve en nihayet kalıcı esere verilen isim anlamında kökenleri bütünüyle Batılı bir terim… Bu terim, 17. Yüzyılda ortaya çıkmış bir edebiyat akımının da adıdır. Klasisizm adı verilen ve büyük ölçüde Hümanizm akımından beslenmiş olan bu akım, özü gereği değerlerinin değişmezliğine ve evrenselliğine vurgu yaptığı Antik Yunan felsefe ve edebiyatını yeniden canlandırmayı amaçlar. Hümanizm ile arasındaki temel fark ise Hümanizm’in Antik Yunan’ı yeniden canlandırırken Hıristiyanlığı paranteze alması, Klasisizmin ise onunla belli noktalarda bir uzlaşıya gitmesidir. Bu yönüyle bakıldığında, Batı aklı ‘klâsik’ deyince Antik Yunan’dan mülhem, zamana ve mekâna dayanıklı, insanın değişmeyen özünü ele alan, bünyesinde evrensel

nitelikler barındıran her türden üretime verilen bir sıfatı anlamıştır. Ne zamana kadar? Modernizm ortaya çıkana kadar. Klâsiğin tahtını sarsıp yerine oturan Modernizm onun içeriğini de anlam alanını da değiştirmiş, büzüştürmüş ve işlevselliğini daraltmıştır. Modernizm, bağımsızlığını iddia ederken Klâsik kültürü önce muhalif, sonra düşman bellediği için; onun içeriğine yönelik evrensellik vurgusu yerini geride kalmış, antikiteyle buluşmuş olana, demode addedilene verilen isme bırakmıştır. Bir Modernistin gözünde ‘klâsik’ olsa olsa, bir zamanlar yaşanmış, olup bitmiş ve artık yürürlükten kalkmış bulunan ‘geri’ bir hareketin adı olabilir, ötesi değil. Peki Moderne göre modern nedir öyleyse? Güne ait olan, bugüne özgü, içinde bulunulan zaman dilimine vurgu yapan, dolayısıyla çağdaşlığın bütün hatlarına sindiği her türden üretim, yaşam tarzı ve eserin adı… Bu iki kavram bugün de benzeri çağrışımlarla aramızda dolaşıyor: Demode olmuşluğun, ilkelliğin, geride kalmışlığın karşılığı kabilinden, klâsik insan, klâsik elbise, klâsik müzik, klâsik edebiyat derken; çağdaşlığın anahtarı olarak modern bir insan, modern bir ev, modern bir şehir, modern bir toplum, modern bir çağ ve en nihayetinde modern bir medeniyet diyoruz… Üstelik bütün bu modern tesmiyeleri de zihnimizde bir şekilde Batı imgesiyle buluşuyor…

İki kavramı böylece tavzih ettikten sonra gelelim Türk edebiyatıyla olan ilişkilerine, daha doğrusu Türk edebiyatının bu iki kavram arasındaki sıkıştırılmışlığına… Şunu daha baştan kabul edelim ki Batılılaşma sonrası bütün alanlarda olduğu gibi edebiyat sahasında da üretilen her türden kavram, terim, bilgi ve gramer kendiliğinden, kendi muvacehesinde, doğal şartları ve bünyesinden değil maruz kalınarak elde edilmiştir. Batılılaşma sonrası Türk edebiyatı aksiyoner değil reaksiyoner refleksler üzerine oturan bir edebiyattır. Belli bir mesafeden bakan, değer biçen, kıymet hükmü veren değil; baktığı tarafından bakılan, baktığının nesnesine dönüşen, baktığıyla arasındaki mesafeyi kaybettiğinden ‘kıymet biçilen’ bir edebiyattır. Kuvvetini kendi medeniyet havzasının argümanlarından, ülkesinin değerlerinden, yerli öğelerinden; kendi dininden, ahlâkından, yaşam tarzından ilham alınarak değil; bütün bu değerleri, maruz kaldığı kültürün bir motifi, bir aksesuarı, bir dolgu malzemesi olarak kullanan bir edebiyattır. Dolayısıyla, Batı’yla tanıştıktan sonra, etkilenme öncelik sırasına bağlı olarak nitelik ile niceliğin de birbirine karıştığı, düzenin yitirildiği kaotik bir edebiyat görünümüne sahip olmuştur. Böyledir, yazık ki böyle olmuştur. Siyasette, kültürde, hukukta, yönetim biçiminde, zevkte ve modada Batılılaşma sonrası nasıl bir özenti, kendinden uzaklaşma ve ‘etkilendiğine’ ‘dönüşme’ söz konusu ise edebiyat sahasında da elindekini muhafaza edip ötekine berikine ekleme, sahip olduklarına, olmadıklarını ilave etme, kendi değerlerini dışarıdakiyle, kendi söylemini ötekiyle zenginleştirip derinleştirme yoluna gidilmemiştir. Mutlak belirleyici ve dominant Batı kültürü ve edebiyatı karşısında, mutlak etkilenmeye ayarlanmış ve bu etkiden mütevellit özgüven yitimine uğrayarak aşağılık kompleksine kapılmış bir Türk kültürü ve edebiyatı bulmuştur. Ve devşirilmiş Batı aydınları üzerinden önce iştahla, sonrasında ise hoyratça bir savurganlıkla özüne dair bütün kodları yitirip içeriğinde değil ama iliklerinde Doğulu/İslam, içerik ve biçiminde ise Batılı/Modern bir tarzın büyüsüne kapılmış; bırakın tercüme, adaptasyon ve tevilleri, orijinal üretimlerinde bile bu maruziyetin dışında kalamamıştır. Bugün de bizim en büyük meselemiz Batı’dan neyi, nasıl, ne kadar almamız gerektiğine yönelik bir ölçü ayarlaması yapamamamız değil midir?

Klâsik ile modern terimleri arasına sıkışmış olan Türk edebiyatının bütün safahatını anlatmak bu konuşmanın sınırlarını aşar. Ancak bu kavramların Türkiye’ye ithali, doğrudan yahut dolaylı, Tanzimat ile başlar. Tanzimat, kendini kötü hisseden Türk edebiyatının yanlış

reçete ve ilaçlarla olduğundan daha ziyade ‘zihinsel iğdiş’ yaşadığı bir süreçtir. Tanzimat, hastanın iyileşmek için yanlış yahut donanımsız bir doktora gidip yanlış veya eksik reçete aldığı değil; kötü oluşun ötesinde, kötü niyetli bir doktora gidip eline tutuşturulan zehirli reçeteyle bünyesi aşama aşama kudretten uzaklaşarak kuvvetten düşen bir kültürün, bir medeniyetin, harikulade ama bünyesine zehir karıştırılmış devasa bir gövdenin hikâyesidir. Kim bilir, bu bünye, hasta haliyle, hiç etkilenmese, sınırlarını tamamen Batı’ya kapasa belki olduğundan çok daha çabuk son nefesini verecekti; ama sınırlarını tamamen ve pervasızca ‘dışarıya’ açtığı, her zaman olduğu gibi, bir kez daha ölçüyü kaçırdığı için bu kez de müzmin bir hasta olarak yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar güç bela kendine yol bulacak; 1920’lerden sonra da büyük bir cerrahi müdahaleyle pek çok hastalığından kurtulurken sağlam organlarından bir kısmını koparıp atmaktan kaynaklı bağışıklık sistemi zedelenecektir. Zaten yeniden kendine gelmesi için bir yüz yılın daha geçmesi bu cerrahi operasyonun nasıl keskin bir bıçakla ve özensiz yapıldığını kendiliğinden göstermiyor mu?

Batı’yla Türk edebiyatının imtihanına tekrar gelecek olursak; Batılı ve Batıdan etkilenmelerin iki patolojisi var: Bunlardan birincisi, onlara yetişmek için eserlerini hızlıca çevirmek zorunda hissedişten kaynaklı bir savurganlık ve hazımsızlık; ikincisi ise eserlerin seçiminde, bir devletin sahip olması gereken teyakkuzun bulunmamasıdır. Batı medeniyetini ülkeye taşısınlar diye gönderilen farklı sahalardaki aydınlarımızın tam da ihtiyaç duyulan alanlara yönelik bilgi ikamesi yerine politikacı olarak dönmeleri hala büyük bir soru işaretidir. Türk kültürünün Batılılaştırılması nasıl gazeteciler üzerinden olmuşsa Türk edebiyatının Batılılaştırılması da politikacılar üzerinden olmuştur ve bugün de kültür ve edebiyat krizinin başlıca aktörleri, üzerlerine vazife olmayan işlere de burunlarını sokan bu iki kesimden başkası değildir. Dönemin Batı metinleri çevirisi yapan bütün aydınları aynı zamanda politikacıdır ve özü gereği politika sanat ve edebiyata en uzak uğraş alanı olduğundan çevrilen her metin, metnin doğasının zenginliğinden, duyarlılık derinliğine sahip olduğundan değil sosyolojik bir değer barındırma potansiyelinden dolayı tercih edilmiştir. Böylece Batılılaşan Türk edebiyatının malzemesi kendi kültür ve medeniyet kodları olması gerekirken, otomatik olarak başka bir kültürün medeniyet kodlarının ezberden taşınmasına dönüşmüştür. Zaten Türk edebiyatını beslemesi gereken yerli öğelerin hep Batı’nın gölgesi altında kalmasının asıl gerekçesi de budur. Edebiyatın kendine özgü doğası ve işlevi yerine onun araçlaştırılarak sunulmasının sebebi de budur. Hal böyle olunca bütün bir Tanzimat boyunca altı yüz yıllık kadim Divan şiirinin klâsik tesmiyesiyle eski, geride kalmış, miadını doldurmuş ve demode bir şiir olarak sunulmasının; Cumhuriyet’in ilanından sonra da ders kitaplarından kaldırılmasının ve ona düşmanca bakılmasının izlerini tam da kavramların Batıdaki serüvenleri ve didişmelerinde aramak gerekecektir. Yoksa Şinasi tarafından, şiirden Hz. Peygamber’in övüldüğü naat bölümlerinin kaldırılıp medeniyet resulü olarak Mustafa Reşit Paşa’nın konmasının gerekçesini de muhteşem alegorilerden kurulu Divan şiirinin irrasyonel benzetmeler üzerinden sunulduğu zehabıyla Namık Kemal tarafından yerle bir edilmesinin sebebini de anlayamayız. Batı’da, Modernistler kendi selefleri olan klâsikler için neyi söylediyse bizde de kendini modernist addeden Tanzimatçılar aynısını Divan şiirine yaptılar. Romanlarda nefes alıp veren insanlar sanki İstanbul’da değil Paris’te yaşıyorlar. Üstelik klâsiklerin yaşadığı Paris’i değil, modernistlerin yaşadığı Paris’i… Bu o kadar böyledir ki Batı’nın ilk edebiyat akımı olan Hümanizm ile yirminci yüzyılın son edebiyat akımı olan Parnasizm arasında –Klasisizm, Romantizm, Realizm, Natüralizm- yaklaşık dört yüz yıllık bir mesafe varken bizde bu iki akım arasındaki mesafe topu topu kırk yıldır. Biz, Batı’nın kendi kültürünün uzantısı olan

dört yüzyıllık edebiyat akışını kırk yıla sığdırmaya çalışmışız. Orada bir akımın ömrü en azından elli yıl sürerken bizde beş ile on yıl arasında değişmektedir. Bizde, 1860’larda başlayan hümanizm ve klasisizm etkilenmeleri, romantizm, realizm, natüralizm ve parnasizme ulaşmak için 1890’ları bekleyecektir. Böylece Batı’da her akım kendi döneminin zihniyetini, yaşam tarzını, zevkini, modasını süzerek edebiyat metninde temsil bulurken bizde bir abur cubur tüketimine dönüşmüş, bu da kültürel hazımsızlığı ve mide bulantısını tetiklemiştir. Türk edebiyatının yaşadığı krizlerin başında bu ansızın yakalanmaktan kaynaklı panik havası ve ne bulursa onu almak zorunda hissedişin sarhoşluğu vardır. Ne pahasına olursa olsun ‘bir şeye, bir yere yetişme çabası’ duru ve dinlenmiş bir zihin kurgusuna ihtiyaç duyan sanat ve edebiyatın en büyük düşmanıdır. Sadece bu da değil; edebiyat akımlarına, ‘kaçarak yakalandığımız’, onları ansızın kucağımızda bulduğumuz için bağlamlarından kopuk metinler üretmekle kalmadık ama aynı zamanda bir eser içinde iki, üç, bazen beş edebiyat akımına yer verecek kadar eklektik bir edebiyat anlayışına sahip olduk. Bu, kaos değil mi? Bu kaos bugün de devam etmiyor mu? Bu kaos bugün sadece yazarın kafasının içinde değil, makalesine bir edebiyat yöntemiyle başlayıp onun tam zıddı olan bir başka yöntemle sürdürüp alakası olmayan bir yöntemle bitiren edebiyat bilimcilerimizde devam etmiyor mu? Türk edebiyatının bir yöntem sorunu yok mu? Var ve hastalığın başlangıç noktası bütün hastalıkların tohumlarının ekildiği yer, Tanzimat’tır.

Sonuç

Edebiyat, kelimelerle nefes alıp verir, kavramlarla yaşar. Kavramlar zihniyetlerin üzerinde yürüdüğü yollardır. Kavramlarını yitiren kültürler yollarına devam edemez. Başkalarının kavramlarına mahkûm olan kültürler ise kötü yola sapar. Tanzimat, bir yönüyle de bir kavram tedavülünün adıdır. Ve öteki bilim alanlarında olduğu gibi edebiyat terimlerinde de Osmanlı Türkçesi yerine Latince’nin davet edildiği, talan edilmiş bir iç dünyanın adıdır. Hal böyle olunca, edebiyatın terimleri Latinceleştirilince doğası da işlevi de onların gölgesinde yeşerecektir, yeşermiştir. Tanzimat’tan sonra Türk edebiyatı üç yüz yıl geriden Fransız edebiyatını takip etmenin laboratuvarına dönüşmüştür; üstelik bundan Cumhuriyet sonrası edebiyatı da muaf değildir. Batı’daki bütün edebiyat meseleleri anında Türkiye’ye taşınmıştır. Türkiye’nin gerçek meseleleri ise çok az istisnayla uzun süre edebiyatın dışında kalmıştır. Oradaki sorunlar –sanki bizimmiş gibi- bizim sorunlarımız addedilmiş, o sorunları çözme yöntemleri sanki bize de derman olacakmış gibi sunulmuştur. Yusuf Kamil Paşa masanın başına oturduğunda Fenelon, Namık Kemal Victor Hugo gibi hissetmiştir. Ve bu, Tanzimatçılardan Orhan Pamuk’a (Umberto Eco’yum ben, Umberto’nun echo’su) hiç değişmemiştir. Rejimler değişmiş, yüzyıl değişmiş, paradigmalar değişmiş ama edebiyattaki bu özenti hiç değişmemiştir. Yazık ki değişmemiştir.