• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin Toplumsal Yapısı ve Sorunları Üzerine Düşünceleri Yaşadığı tarihsel çağın toplumsal koşullarının ve insancıl değerlerinin etkisinde

KEMAL TAHİR, ORHAN KEMAL VE YAŞAR KEMAL’İN EDEBİYAT SOSYOLOJİSİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ

2.1. KEMAL TAHİR 1.Yaşamı

2.1.4. Türkiye’nin Toplumsal Yapısı ve Sorunları Üzerine Düşünceleri Yaşadığı tarihsel çağın toplumsal koşullarının ve insancıl değerlerinin etkisinde

ve yöneliminde olan aydın, her toplumsal kesimde, düşüncelerini, beklentilerini, yeterliliklerini veya çıkarlarını bir kuram haline getiren kimsedir; tanımlandığı yönüyle aydın yaşamakla yetinmez, yaşadığını düşünmek ister. İnsana ve akla inanır aydın (Aron, 1979: 262, 264). Aydının bu niteliklerini göz önüne aldığımızda, Türk edebiyatında önemli bir yeri bulunan Kemal Tahir, tarih, kültür ve toplumsal konulara yaklaşımında aydınlar sosyolojisi açısından ortaya koyduğu düşünceleriyle kabul edilmelidir ki, bir entelektüel/aydın kimliğine sahiptir. Kemal Tahir toplum ve tarih konularıyla ilgili entelektüel uğraşıya, “ülkenin sosyal gerçeklerini ve tarihsel evrimini doğru açıklamaya çalışan tezler, genellemeler üretmeye erken sayılabilecek bir dönemde, sanatsal metinlerini yazmaya başladığı dönemde girmiştir” (Kayalı, 2010: 44). Kemal Tahir’in Türk edebiyatındaki entelektüel işlevi ve bu geleneğe katkısı Türk toplum yapısı ve tarih gerçekliğine dayanarak geliştirdiği kuramsal bakışın yanında, edebiyatını ve özellikle roman sosyolojisini bu tarihsel-sosyal gerçeklik üzerine kurmasından gelir. Ele aldığı konularda diyalektik yaklaşımı kullanırken, değişmenin kaçınılmazlığının bilincindedir. Bu anlamda özgündür ve edebiyata toplumsal yaklaşımı yönüyle de öğreticidir.

Yavuz (1977: 65, 69)’a göre:

“Kemal Tahir’de teorik, yani soyut olanla, tarihsel ve somut olan, birlikte ve karşılıklı etkileşim bağlamında ele alınır. Bir başka deyişle Kemal Tahir, somut tarihsel gerçekliklerin, somut tarihsel olguların soyut ve teorik şemalara zoraki ve yapay bir tarzda uyarlanmasından yana değildir. Bu anlamda Kemal Tahir tarihsel olguların anlamlandırılmasında, yorumlanmasında kalıplaştırılmış, dondurulmuş şemalara karşıdır. Bu özelliğiyle Marksist tarih görüşüne azımsanması mümkün olmayan katkılarda bulunmuş Türk düşünürüdür.”

Bu noktadan hareketle, Tahir’in Türkiye toplumunun gerçeklerini kendi koşullarında tarihsel, sosyal ve coğrafi şartlarının bir sonucu olarak anlamlandırdığına ve bunun Türkiye’nin kendine özgü sosyal-kültürel kimliğini

98 ortaya çıkardığını ileri sürdüğünü görmekteyiz. Tahir’in diyalektik bakışı, Batı’nın tarih okumasına hem bir reddiye hem de moderniteyi kritik etme noktasında entelektüel bir duruşa bürünmektedir. Kemal Tahir’in romancılığının ve sanatçılığının temelinde bu akılcı düşünme yeteneği vardır. Kemal Tahir gerçek anlamda Aydınlanmacı bir düşünür olmakla birlikte, Skolastiğe ve kalıplaşmış deyişlere de tahammülü yoktur. Eleştiriye dayalı düşünme cesaretini her alanda kanıtlamıştır (Aytaç, 2012: 165). Dahası Kemal Tahir, belirlenmiş kalıp yargılarının dışında, şablonculuğu önemsemeyen bir düşünür ve özgün yerli bir aydın kimliğiyle, kalıplarla yetinmemiş, tarihimize eğilmek zorunluluğunu ve sorumluluğunu duymuştur. Sorunların gerçek boyutlarıyla ve evrensel düzeyde, toplumlar arası ilişkiler düzeyinde ele alınması gerekliliğini bize anımsatmıştır (Sezer, 2010a: 15).

Bunun sorumluluğunu alarak edebiyat ve düşünce adamlığı birlikteliğini bir potada eritmiş, toplum ve tarih üzerinde düşüncelerini biçimlendirmiştir. Bunu yaparken temelini yerelliğe yani geçmişe-geleneğe yönelik doğru bir tarih bilincine sahip olmayı şart koşmuştur. Bu anlamda Kemal Tahir’in biricik amacı, Türk sosyolojisinin ana konusunu, yani Türk toplumunun karakterini, ruhunu ve genel eğilimini kavramak ve onları aydınlatmak olarak belirginleşmiştir (Kızılçelik, 2012:

4). Kuşkusuz belirli bir düşünsel gelişim süreci ve tarih-kültür bilinciyle bu sonuca ulaşmıştır. Örneğin yeni Türkiye’nin sorunlarına önceleri Kemalist bir gözle bakarken (ilk eşi Fatma İrfan Hanım’a yazdığı mektuplarda buna yönelik görüşlerini belirtmiştir), zamanla sosyalizm ve marksizme yönelir. Tek parti ve Kemalist fikirleri eleştirir (Erverdi, 2010: 25). Sonraları Kemal Tahir erken denebilecek bir dönemde; 1950’lerin başından itibaren resmi ideolojiden/tarih anlayışından ve onun sosyalist yorumundan kopmuştur. Halkın çıkarının, Batıcılaşma karşıtı bir tarih anlayışının ve yerli bir sosyalizmin savunucusu olmuştur (Eğribel, 2010c: 175).

Kemal Tahir 1950-1960’lı yılların temel düşünsel doğrultusuna, daha önemlisi belirgin zihniyetlerine önemli eleştiriler getirmiştir. Kemal Tahir Osmanlı toplumunun son dönemini ve Cumhuriyet Dönemi’nin ilk yıllarını ciddi bir biçimde düşünmekle geçirmiş olan entelektüeller arasındadır (Kayalı, 2014: 102). Örneğin Köy Enstitüleri uygulamasını köylüyü köy içine hapsedeceğinden benimsemezdi.

Marksistlerle anlaşamadığı bir başka konuysa toprak reformu düşüncesiydi. Devlete ait bir toprağın dağıtılması anlamsızdı. Zaten marksistlere göre sonradan kolektifleştirileceğine göre neden dağıtılacaktı ki? Açıkçası, Kemal Tahir’in Türk sosyalistlerinde gördüğü en büyük eksik, ‘kendi sosyalizmlerini’ bulamamış

99 olmalarıydı (Coşkun, 2012: 420). Kemal Tahir’in (1992a: 30) anlatımı ile:

“Gerçeklerle gerçekten savaşmak isteyen bir sosyalist, geçmiş gerçeklerle yaşadığı çağın gerçeklerini iç içe düşünmek, onları her durumda yeniden anlamlaştırmak, değerlendirmek zorundadır. Ancak bu tutumla ilerisini aydınlatması mümkün olabilir.” Bu entelektüel rolünü benimseyişinden dolayı dönem dönem acımasız eleştirilerin hedefi haline gelmiştir. Özellikle:

“1950’lerin ortalarına kadar hareket noktası olarak Marx’ın şemalarını kullanan Kemal Tahir, bu yıllardan sonra, Marx’ın düşüncelerini referans almakla beraber, kendi toplumsal dinamiklerini esas hareket noktası olarak düşünür. Bu değişim, sosyalist Türk aydınları içerisinde büyük bir yankı uyandırır. Genel geçer tezlerin ve teorilerin dışında yerli bir doktrin teklifinde bulunan Kemal Tahir, şiddetli eleştirilere maruz kalır” (Coşkun, 2012: 89).

Oysa bilinmektedir ki:

“Onun düşüncesi ve yöntemi, Batıcı tezlerin Doğu’da geçersizliğini kanıtlamaktır. Türkiye’de çok farklı eğilimlere sahip aydınların farklı fikirlere sahipmiş gibi görünmelerine karşın benzer şeyler söylediklerini, Batı çıkarlarına yarayan görüşleri değişik açılardan temsil ettikleri gerçeğini gözler önüne sererek, Batı eleştirisine dayalı bir düşünsel bilinçlenmenin önünü açmıştır” (Kaçmazoğlu, 2010: 292).

Sonuçta Tahir, entelektüel kimliğinin oturmasıyla beraber resmi ideolojinin tezlerine karşı çıkarak, Osmanlı devletinin siyasal ve kültürel mirasına sahiplenen bir ideolojik tutumu benimsemiştir (Sevim, 2004: 66). Dolayısıyla gelmiş olduğu yer itibarıyla Kemal Tahir açık ve net bir biçimde Batılaşma ile toplumsal sorunlarımızın çözümlenemeyeceğini ortaya koymaktadır. Özünde Batılaşma sonucunda ortaya konan politikalarla toplumun güçlendirilmesi mümkün değildir (Avcı, 2004: 141). Şu farkı da anımsamak gerekir. Tahir’in Batı karşıtlığı, Türk toplumunun kendi dinamikleri üzerinden giderek modernleşmesinin önünde bir engel oluşturmamaktadır. Daha ziyade o, Batı kaynaklı kavramsallaştırmalara ve okumalara eleştirel yaklaşmaktadır. Çünkü:

“Türkiye’nin tarihe dayanan özelliklerinden ötürü Batılılaşamayacağını düşünmekte, gene tarihi gerçeklerden ötürü geriye dönmesinin, yeniden Osmanlılaşmasının da mümkün olamayacağını söylemekteydi. Kemal Tahir resmi ideolojiyi ‘bağımsız milli devlet’ esasından çıkarıp, ‘Batıya bağımlı toplum’ haline getirmeye çalışanlara da karşıydı” (Refiğ, 2015:

53).

Yoksa, kökten bir Batı reddiyecisi değildi. Kendi değerlendirişi ile dünyanın gelişimini belirlemeye etki edecek şekilde Batı’dan bir şeyler alınabilir. Ancak,

100

“aldığımız şeyin, Batı toplumunun hangi koşullarından ortaya çıktığını bildiğimizden başka, kendi toplumumuzun ekonomik ve sosyo-psişik yapılarına aldığımız şeyin ne kadar uyacağını, ne kadar aksayacağını da bileceğiz; onu revizyondan geçireceğiz, kendi toplum yaşamımıza göre âdeta restore edeceğiz…” (Bozdağ, 2003: 139).

Tahir, tarihsel birikimi değerlendirişinde Tanzimat Dönemi’ne ayrı bir yer verir. Tanzimat’ı ekonomik bir zorunluluk biçiminde görmekten ziyade, Batılı devletlerin pazarlarının genişletme amaçlarının bir çıktısı olarak değerlendirir. Bu çelişkili durumun sonucunda üretim ilişkilerinin, tarihi ve coğrafik şartların farklı olduğu Doğulu yani Asyalı halk yararına işleyen toplumdan sorumlu bir devletin, sınıflı bir toplum özelliklerin sahip Batı karşısında gerileyişi olmuştur.

Tahir (1992b: 285)’e göre:

“Tanzimat, bir bakıma, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını geciktirmiş ama, bir bakıma bu yıkılmayı yüzdeyüz kaçınılmaz ve kurtarılmaz hale getirmiştir. Oysa Osmanlılık, Batı’nın modern çağını, onunla yan yana yaşamış çok önemli bir toplum dönemidir.”

Bunun yanı sıra Tanzimat’ın başarısızlığını ise “derin sosyal değişmeler, teorik hazırlık, ekonomik birikme ister” analizine dayandırmayı ihmal etmemiştir (Tahir, 1992d: 30). Buna ek olarak, Tanzimat rejiminin asıl başarısızlığı, Osmanlılık ideolojisinin yansıttığı ekonomik çağdaşlaşma başarısızlığındadır. Çağdaş ekonomi gelişmeleri, ulusal ekonomilerin kuruluşuyla başlamıştır. Bu anlamda Osmanlı Devleti, coğrafyasında ulus temeli olmadığı gibi siyasal erki kaybettiğinden girişimci bir ekonomi de oluşturamamıştır (Berkes, 2015: 246).

Şu ana kadar gördük ki, Kemal Tahir Batılılaşma konusunda nettir. Eleştireldir.

Batı’nın sömürüye dayalı dünya egemenliği paradigmasının farkındadır.

Düşüncelerini Türk tarihi ve toplum yapısını ana argümanları yaparak yapılandırır.

Milli sosyalist bir kimliğine sahiptir. Sosyalizm ve toplumsal değişme anlayışı Doğu-Batı çatışması görüşü tarafından belirlenmiştir. Türk toplum tarihine, sosyalizmin hem kuramsal hem de pratik, güncel, somut olgularından hareketle temellendirici bir bütünlük içinde bakmaktadır (Eğribel, 2010a: 65). Kemal Tahir bu yaklaşım ve Doğu-Batı çatışması teorisi ışığında, Türk toplumunun tarihine ve sosyal gerçekliğine yönelmiş, Türk insanını anlamaya ve tarih içindeki yerini ve gücünü göstermeye, onun sıkıntılarını, ruhsal dünyalarını, yaşadığı dramları ve çelişkilerini gözler önüne sermeye çalışmıştır (Kızılçelik, 2010: 221). Bu durum aydınlar sosyolojisi açısından aydın rolüne uygun bir davranış edinmesinin yanında, aydın

101 yabancılaşmasının karşısında bir tutum takınmasını sağlamıştır. Kendisinin aydından beklediği de bu sosyal roldür. Yani aydın yaşadığı topluma yabancı olmayan, Osmanlı Türklüğünün toplumsal tarihsel gerçeklerinin bilincinde olan, toplumun alt-üst yapısını bilen ve geçmişle kurulan doğru bağı her koşulda sürdürendir. Yine bu minvalde Tahir’in (1992b: 197) değerlendirmesiyle:

“Sosyalizme (sosyal adalete) giden bir dünyada, tarihsel deneyler ve yaşayışlarıyla edinilmiş devlet disiplini, hiçbir fayda hesabiyle sarsılamaz. Burada vazgeçilmez zorunluk, üretimi hızlandırıp planla yürütecek devlet disiplinini, bürokrat despotluğa düşmeden, halk kitlelerinin müsbet heyecanı ve umutluluğuyla yürütebilmektir. Türkiye, Osmanlı Merkezi Devlet denemelerinin verdiği yatkınlıkla, üçüncü dünyanın gerçekten, sayılan önderlerinden biri, bazı toplumlar için, belki de birincisi olabilir.”

En genel anlamda baktığımızda Kemal Tahir, ekonomik ve sosyal sorunlarımıza çareler bulamayışımızın nedenlerini, Tanzimat Fermanı’ndan başlayarak kritik eder ve bugün içinde yaşadığımız ekonomik-sosyal zorluklarımızın kaynağını, 19. yüzyılın başından bu yana Batılı sömürücü (emperyalist) güçlerin, kendi çıkarlarına göre bizi Batılaşmaya zorlamalarına ve bizim bu zorlamaya bilir bilmez koşulmuş olmamıza bağlar (Tahir, 1992c: 13). Ve şu şekilde çözüm önerileri üzerinde durur:

“Türkiye’nin ekonomik-sosyal durumundaki zorlukların kendi gerçeklerimiz içinde mutlaka birer çıkar yolları vardır. Bu çıkar yola girmenin ilk adımı ancak, alnı terlemeden kazanmak aptallığımızdan vazgeçmemizle atılabilir. Toplum olarak vatanseverlik-vatan hainliği ölçülerimizi ancak sahiden çabalayanlarla kolayına kaçıp kaytararak kazanmak isteyenlere karşı kullanmak lâzım… Bugün bir toplumun ekonomik-sosyal hayatında hiçbir değişmez kutsallık yoktur. Gerek davranışında, gerekse düşüncede kutsal olan bizi, içinde debelendiğimiz gerilik çukurundan çıkaranlardır. Bunlar bile kutsallıklarını sür-git muhafaza edemezler. Yerlerini zaman zaman yeni ve daha canlı kutsallıklara bırakırlar” (Tahir,1991b: 95).

Tarihsel ve sosyal gerçekleri kritik ederken kimlik ve kültür sorunlarını ele alır.

Türk kimliğinin oluşumunu Doğu-Batı çatışması ekseninde açıklarken, Batılılaşma karşıtı bir duruş sergilemeyi sürdürür. Türk toplumunun temel niteliklerinin kaybolmamasının bu karşıtlıktan geçtiğini ve kendi tarihsel-kültürel dinamiklerine dönmenin ve de bunları korumanın bunda etken olduğunu sıklıkla dile getirir. Bu açıdan tutarlı ve özgün bir aydın rolüyle, düşünce dünyamıza zenginlik ve derinlik, ülke meselelerine gerçekçi, metotlu ve bütüncül yorumlar getirmiştir. Ayrıca Tahir, Osmanlı toplum ve devlet yapısını yeni bir gözle araştırdı. Osmanlı Devleti’nde özel

102 mülkiyetin sınırlı olduğunu, tamamının devletin kontrolünde, toprak ve askeri sistemin bir bütün olduğunu, Batı’da devlet olmadığı zamanlarda bile toplumların var olabildiğini, bizde ise devletsiz toplumların yaşayamadığını söyledi. Kemal Tahir, Osmanlı’nın tarih içindeki yerini net bir şekilde çizer ve bu kabul ediş, hayatının hiçbir döneminde değişim göstermez. Birikimini değerlendirerek söylersek, Osmanlı’nın değişmez ve değişmemesi gereken misyonu, Doğu’yu, ‘sömürücü Batı’ya karşı savunmaktır. Osmanlı’nın bu görevi yerine getirdiği yıllarda güçlü olduğunu iddia eder (Erverdi, 2010: 26, 27, Coşkun, 2012: 431). Bununla birlikte Osmanlı Devleti’nde özel mülkiyet ve toplum analizinden yola çıkarak, birey sorunsalına değinişi önemlidir. Dahası Türkiye insanının sosyal karakter yapısı üzerine düşünceleriyle Türk tipi kişilik yapısının özelliklerini vermiştir. Doğulu toplumda kişinin toplumun bir parçasıymışçasına yaşamasının yanında, Batılı insanın kolektif çalışmanın ötesinde tam anlamıyla özerk birey gibi hareket etme yatkınlığını dile getirir (Tahir, 1992c: 42). Buradan özel girişimciliği yadsıdığı çıkmasın. Ülkenin şartlarına göre hem özel teşebbüsün hem de devletin öneminin altını çizdiği hatırlanmalıdır. Bu düşünsel birikimin roman sosyolojisine yansıyışını burada anmak gerekir. Tezli sanat eserlerini olumlu bulur, bunu “bizim gibi tarihsel-sosyal-ekonomik özellikleri şimdiye kadar derinlemesine ve genişlemesine erbabınca bilimsel olarak incelenmemiş toplumların sanatlarında vazgeçilmez bir tutum” gibi görür (Tahir, 1990a: 87). Yine, bir sanatçının, eserlerinde yüzde yüz yerli olanla, başka yerden alıp bilincimizin kontrolünden kaçırarak kullandığımız yabancı unsurları ayırmakta gecikmesini, sanatçı açısından kültür emperyalizminin bilir bilmez ajanı olarak ve herkesten önce kendisine ihanet etmiş biri gibi kabul eder.

Dolayısıyla sınırlandırarak söylersek, Türk romancısı da, herkesten önce kendisine, yani insanlığa karşı sorumludur (Tahir, 1990a: 183, 198). Bu aydın sorumluluğunun bilinciyle:

“Kemal Tahir romanlarında Batı-Doğu ikilemini hemen her zaman gündemde tutarak, tercihini Doğu’dan yana koymuştur. Bu tercih doğrultusunda Cumhuriyet dönemi aydınlarının Batı hayranlığına apansız düşman kesilerek, kendi bireysel çabaları ile 700 yıllık Osmanlı tarihine sahip çıkmaya çalışmıştır. Cumhuriyet döneminde dahi resmi görüşle çatışmayı göze almıştır” (Kırbaş, 1987: 76).

Ve bu bilinci taşıması bakımından romanı geleceğin en büyük sanat kolu saymış, insanlık tarihinin, geçmişinde bazı devirleri bazı sanat kollarının damgaladığını, romanın ise önümüzdeki devri damgalayacak sanat kolu olduğunu

103 savunmuştur (Tahir, 1990a: 20). Görüyoruz ki bu sanat koluna giden yol, kendi insanına sorumlu ve kendi tarihsel insanını anlatan bir süreçten geçiyor. Kemal Tahir, çok yıllar önce bir Anadolulu, yerli bir tipten yani Türk insanından söz ederken, gerçek bir mirasın üzerine oturmuş ve bunun bilincinde olan yetkin bir kültürel kişilikten söz ediyordu. Aslında günümüzü içine alacak bir eleştirinin devamı gibi gördüğümüzde düşünsel tutumunun Ortaylı’nın ileri sürdükleriyle nasıl örtüştüğünü görebiliriz. Vatandaşlık ve kimlik yaratılmasında kültürün temel işlevine değinen Ortaylı, kültür mirasına sahip çıkmayan toplumların bel kemiğinin kırıldığını ve insanını yetiştirirken verebileceği ortak normların pek fazla geçerliliği yoktur, değerlendirmesinde bulunurken konunun sosyolojik öneminin tartışılmasına değinmiştir. Bu nedenle bireylerin yaşam tarzını güçlü bir sosyal-kültürel olanaklar ve doğru bir tarih bilinciyle şekillendirmek, referans sistemlerimizin rasyonel olmasıyla ancak mümkündür. Yoksa, “kimliğin oturmadığı, iyi tarif edilmediği, benimsenmediği bir yerde; ulus ve vatan coğrafyası da benimsenemez. Tarih benimsenemezse coğrafya benimsenmez, dolasıyla kimlik eksik teşekkül eder ve ortada karnını doyurmaya kalkan, bunu tekrarlayıp duran garip bir toplum oluşur”

(Ortaylı, 2017: 219, 235).

Genel bir değerlendirmede bulunursak, Tahir’in aydınlar sosyolojisindeki yeri ve önemi açısından şöyle bir çerçeve çizebiliriz: Özellikle yazarın tarih ile ilgisinden edindiği, okurlarına da ulaştırmak istediği en büyük ders, gerçeğin zaman ve mekâna göre değişkenliği, sürekli olarak başvurulabilecek mutlak doğrular bulunmadığıdır (Refiğ, 2015: 79). Gerçeği arayışı ve gerçeğe bağlanışı konusunda, Kemal Tahir’in yorumlarından çıkardığımız haliyle aydın, memleketinin sorunlarına karşı ‘sorumlu insandır.’ Bu yönüyle aydınlara ‘toplum hareketlendiricisi’ görevi yükler (Coşkun, 2012: 283). Gerçeğe bağlılık ve gerçekleri savunmak temel ölçütüdür. Meriç (2004:

248)’e göre, Tahir için “konuşmak bir arayıştı, bir vuzuha varmak cehtiydi. Hayatın belli merhalelerinde, belli hatalara düşmenin mukadder olduğunu çok iyi biliyordu.

Uyanık bir şuurdu Kemal, her an zenginleşen bir şuur.” İşte bu yetkin kimlik Türk aydınlanmasının köşe taşları içinde yer almaya devam edecektir.

Kemal Tahir Batı karşısında Osmanlı’nın durumunu irdelerken Batılılaşma noktasında Türk toplumunun içine düştüğü ikili gerçekli toplum yapısının yol açtığı sorunları çözümler. Bununla ilgili:

“İki gerçekli toplum olmaktan galiba en çok zarar gören yönümüz sanatımızdır. Sanatın ana dayanağı toplumsal gerçekler olduğuna göre,

104 bizim sanatlarımız bir yandan kendi gerçeklerimizi görmezden gelmeye çabalarken öte yandan şuurla da sezgiyle de hakkından gelemeyeceğimiz yabancı gerçekleri kullanmak için paralanmaktayız” değerlendirmesinde bulunur (Tahir, 1990a: 109).

Bunu bir hesaplaşmanın ön koşulu kabul eder. Er geç Türk sanatçısı bu ikili gerçeklikten sıyrılıp kendi gerçeklerine dönecektir. Bu nedenle Osmanlı Devleti gerçekliğini ve önemini savunurken, geçmişten gelen birikimin ve gücün tarihsel bilince katkısının altını çizer. Türklük bu güçlü devletin biçimlenmesinde son derece önemli bir yerdeydi. Roman sosyolojisinin oluşmasında bu etkenlerin rolü oldu. Ne var ki bu durumunu eleştirenler de vardır. Halman (2010: 96):

“Bir düşünür olan Kemal Tahir’in en önemli ve özgün fikri, romanımızın Türk kimliğine ilişkin olanıydı. Ne yazık ki, bu eleştirel düşünceyi ne genel olarak çağdaş romancılığımıza başarıyla yöneltebildi ne de kendi yaratıcılığına uygulayabildi” teziyle eleştirisini bir basamak öteye taşımıştır.

Eleştiriler bir yana Kemal Tahir toplumda rol sahibi sanatçılar konusunda da aydın olma duyarlılığıyla görevini yerine getirdi. Entelektüel kavrayışında sanatçıya bakışı uyarıcı nitelikte oldu:

“Bugünkü Türk sanatçıları tarihimizi ya hiç bilmiyorlar ya da yanlış, hatta büsbütün ters biliyorlar. Belli bir süre için faydalı sayılabilecek kopyacılığı asıl orijinal Türk sanatı yerine koyabileceklerini sanıyorlar.

Kısa kesildiği taktirde faydalı sayılabilecek kopyacılık dönemini keyiflerince uzatabilecekleri yanlışıyla kendilerini avutuyorlar. Kısacası, sanatımızın görevini yapabilmesi, Batıdan öğrendiklerimizin kendi gerçeklerimize doğru aşılmasıyla mümkündür” (Tahir, 1992a: 73).

Böylelikle Anadolu halkının gerçeklerine uygun sanatın var edici olacağına dair bir düşünceye sahip olduğunu göstermiştir. Bu özelliğiyle kabul görmüş değiştirilmesi üzerinde düşünülmeyen “doğrular” ve genel aydın tanımıyla tartışma halindedir, çünkü diyalektik bir yaklaşımla kendisi statükocu aydınların karşısında, tarihe, olaylara ve kişilere bakış tarzı, tarihten çıkardığı sonuçlar, vardığı yargılar, dilinin hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi esirgemeyen acılığı onun için onlara hep ters geldi. Yadırgadılar onu, her dediğinden, her yaptığından, hatta her yapmadığından irkildiler (Ağaoğlu, 1974: 51, 52). Çünkü Kemal Tahir üstüne basa basa tarih ve toplum gerçekleri karşısında ne yapacağını bilemeyen aydınları kendileriyle yüzleştirmeyi denemişti. Bu noktada kendi deyişiyle:

“Çok az şey biliyorduk. Memleketi bilmiyorduk, halkı bilmiyorduk çünkü tarihimizi bilmiyorduk dersem, neden çok az şey bildiğimizi yeterince anlatmış olurum. Tarihimizi bilmek, onu ezberlemek, aklında tutmak, yeri

105 geldikçe kullanmak demek değildir. Tarihini gerçekten bilmek, onu geleceğe doğru aşmak demektir” (Tahir, 1991a: 11).

Sonuç olarak Türkiye tarihi ve toplumsal yapısı üzerine yaptığı çözümlemeleriyle, romancı ve aydın duruşuyla Kemal Tahir, sosyal teorisinin laboratuvarına, Türk toplumu ve tarihini alarak gerçeğimizi bulmaya çalışan özgün ve yetkin bir sosyal teorisyen kimliğiyle Türkiye düşünce tarihindeki yerini almıştır (Kızılçelik, 2012: 2, 29).

Türkiye entelektüel tarihi bakımından gerçekçi sanatçılar, aydın rollerine uygun duruşları, toplumsal sorunlara ilgileri, eleştirel bilinçleri, tarih ve kültür duyarlılıkları, gerçeğe bağlılıkları gibi ögeler açısından yalnızca edebiyat sosyolojisinin değil aydınlar sosyolojisinin de ilgi alanına girmeyi hak etmektedirler.

Türkiye’ye özgü bir aydın ölçütünün ilke ve değerleri belirlenirken, hiç kuşkusuz

Türkiye’ye özgü bir aydın ölçütünün ilke ve değerleri belirlenirken, hiç kuşkusuz