• Sonuç bulunamadı

1.2. TOPLUMSAL CİNSİYET KURAMLARI VE FEMİNİST YAKLAŞIMLAR

1.5.1. Dünyada Romanın Tarihsel Gelişimi

Edebiyat olgusu toplumsal değişme sürecinde zamana ve mekâna göre farklılık gösteren bir özelliğe sahiptir. Edebiyatın öncelikle estetikle ilişkilendirilmesi bu farklılıklar konusunda bir tartışma ortaya çıkarabilmektedir. İnsanlar bir eseri, kurmaca olduğu için, ahlaki olarak sığ olsa da sözel olarak özgün olduğu için veya önemli ahlaki düşünceler sunduğu ve kurmaca olmasa da ‘incelikli’ olarak yazıldığı için ya da kurmaca olmasa ve ahlaki olarak önemsiz olsa da muhteşem bir şekilde yazıldığı ve hiçbir pratik amaca hizmet etmediği için edebi olarak niteleyebilir (Eagleton, 2012: 37). Todorov, buna edebiyatın kurmaca yanını ön planda tutarak eğilmektedir. Todorov’a göre edebiyat tanımı iki ayrı özelliğe dayandırılabilir:

Türsel bakımdan sanat, kullanılan gerece göre farklılık gösteren bir ‘öykünme’dir;

edebiyat aynen resmin görüntü aracılığıyla öykünme olması gibi dil aracılığıyla öykünmedir. Aslında bu herhangi bir öykünme değildir, çünkü ille de gerçeğe değil, var olmayan varlıklar ve eylemlere öykünmedir. Edebiyat bir kurmacadır (Todorov, 2011: 12). Edebiyatın kurmaca yönüyle nitelendirilmesi genel kanı olarak belirmektedir. Değerlendirmemizi edebiyatın bir türü olan romanı konu edinerek sürdürdüğümüzde şu şekilde bir çıkarsama yapabiliriz: Kurmaca niteliğine sahip romanın kökleri şövalyelik dönemi edebiyatına kadar gider ve genel anlamda anlatı sanatı adı altında toplanan sanat türünün içinde en geniş yeri kapsayan roman, gelişimine somuttan, yani, nesnel gerçekliğin olduğu gibi yansıtılmasından başlamıştır (İdil, 1983: 12). Bu açıdan roman sanatına yaklaşımda kurmaca ve gerçeğin iç içeliği, işlenen konunun önemi boyutunda ancak sağlıklı bir şekilde çözümlenebilir. Örneğin roman burjuva çağının özgül edebi biçimiyken bile başlangıç noktasında Don Quijote’deki büyü bozumuna uğramış dünya deneyimi bulunur, salt varoluşun sanatsal tarzda ele alınışı asıl alanı olarak kalmıştır.

Gerçekçilik romanın içkin bir özelliğidir. Malzemesi bakımından fantastik kabul edilen romanlar bile, içeriklerini gerçek olana yönelik bir önerinin çıkabileceği şekilde sunmaya özen göstermiştir (Adorno, 2012: 40). Bir anlatı türü geleneğiyle kurmaca, öykünme ve gerçeklik arasında gidip gelen roman sanatının tarihsel gelişimi toplumsal yapıyı en iyi işleyen yeterliliğe sahip olmasından dolayı bu gerçeklik üzerinden olagelmiştir. Şunu belirtmek gerekir ki, aslında romanın soyu karışıktır ve kötü bir şöhrete sahiptir. Bu yüzden roman, edebiyat türleri içinde saf bir

43 öze sahip olmakla böbürlenecek son türdür (Raleigh, 1895, akt: Mackay, 2018: 53).

Ancak bu onu tür olarak tarihselleştirmemizin önünde bir engel değildir.

Romanın gelişimine baktığımızda genelde destanın tür olarak romanın atası olduğunun kabul edildiğini görmekteyiz. Destanın hacim bakımından uzun ve geniş olması, kişi ve olay fazlalığı, konuşmaların uzun uzun devam etmesi, zaman zaman tasvirlere yer vermesi gibi özellikleriyle romana yakın bir yapısı olmuştur (Çetin, 2013: 17). Aralarındaki nüans anlatımda alt-üst yapısıyla toplumu aktarmasında belirginleşir. Destan kendi gücüyle, kapalı yaşam bütünlüğünü düzenler, roman ise yaşamın gizli bütünlüğünü, düzenleyerek, ortaya çıkarmaya ve kurmaya çalışır.

Arayış konunun öznede görülen anlatımıdır (Lukacs, 1985: 59). Bu anlatım biçimi, özneleşen roman kahramanlarında kimlikleşerek dışa döner. Okuyucuyla buluşur.

Roman, epik bir tür olarak nitelendirilir fakat içerisinde, kahraman ve dünya arasında yaşanan karşı konulmaz bir çatışma içerir, bu özelliği onu destan, efsane ya da masallardan ayırır. Bu nedenle Lukacs, iki ayrı yozlaşma yapısının analizine yer verir (kahramanın yozlaşması ve dünyanın yozlaşması) ve bu iki ayrı yozlaşma, aynı zamanda hem o karşı konulmaz çatışmayı yaratan oluşturucu karşıtlığı, hem de epik bir yapının mümkün olmasını sağlayan, tatmin edici kolektif ortaklığı doğurur (Goldmann, 2005: 19). Böylece roman kompozisyonunun, uyumsuz ve birbirinden kopuk bütünleyici bölümlerin, yeniden canlı bir bütünlük içinde toplanıp kaynaşması gerçekleşmiş olur (Lukacs, 1985: 81). Bu doğaldır ki romana bir iç zenginlik kazandırır. Aslında burada sorunsallaştırılması gereken konu şudur: Günümüzün en yaygın edebi türü bilinen romanın, doğuşu kadar varoluşunun da tür mutasyonlarına borçlu bir yazın biçimi oluşudur. Tür ötesi bir tür olan roman hiçbir türe giremez ama hepsinden yararlanır. Roman türünün giderek biçim ve içerik açısından yetkin oluşu buna bağlıdır (Parla, 2003: 33). Romanın bu hareketliliği zaman ve mekân açısından tarihsellik içinde değişerek varlığını sürdürür. Alt-üstyapı etkileşimine bağlı değişim roman olaylarına ve kahramanlarına yansır. Roman kahramanlarının yer aldığı toplumsal gerçek bir izlek halinde birey ve toplum sorunlarına etki edecek yoğunlukta psikososyal özellikleriyle işlenir.

Öncesinde destan, efsane, masal, romans gibi kavramlarla yer yer ele alınan romanın kendine özgü yanlarının ortaya çıkışı için bir tarihsel süreç gerekmiştir.

Elbette, bu süreçte romanın başka anlamlarda kullanıldığı olmuştur. Örneğin bu anlamda 12. yüzyıl şövalyelik edebiyatına kadar giden romans kelimesi, eski Fransızca romans sözcüğünden türemiştir; özgün anlamı, halkın konuştuğu dilde

44 roman demektir; bu, daha önce neredeyse tüm metinlerin kaleme alındığı klasik Latinceden farklıdır. Romans kelimesi kısa süre içinde, esasen anadili kullanılarak yazılan türlü türlü hikâyeler anlamına gelmeye başlamıştır; özellikle de Charlemagne, Kral Arthur ve şövalyeleriyle ilgili çeşitli milletlere yayılmış masallar söz konusuydu. Bu romans külliyatı, Don Quijote ile kimi ortak unsurlar barındırır;

en genel ortak özellikleriyse her zaman bilinçli bir şekilde olmasa bile, Hıristiyan kültürel idealleri ile seküler kültür değerleri arasındaki çatışmayı içermeleridir (Watt, 2014: 83). Gerçekliği olmayan abartı ya da pek azda olsa insan hallerinin işlendiği romansın aksine romanda karakterler gerçeklik anlamında yerine oturur.

Roman kelimesi, 14. yüzyılda manzum serüven romanlarından oluşan saray edebiyatının karşılığı olmuş, 15. yüzyılda şövalye romanları kaleme alınmıştır. Bu dönemde yazarın, töreleri, serüvenleri ya da tutkuları tasvir ederek okuyucuların ilgisini çekmeye çalıştığı, mensur tarzda kaleme alınmış uydurma hikâyelerine

‘roman’ deniyordu. 17. yüzyılda ise ‘roman’ kelimesi, bugünkü anlamdaki edebi türün adı olmuştur. Romanın bazı dillerdeki karşılığı şöyledir: Fransızca: roman, Almanca: roman, İtalyanca: romanzo, Rusça: pomah, İngilizce: novel, İspanyolca:

novela’dır (Çetin, 2013: 65).

Şövalyelik ve kahramanlık çağı gerilerde kalmışken, sanayileşme ve kapitalistleşme ile birlikte, özellikle romanın geliştiği Batı toplumlarında, romana malzeme yapılan toplumun ve bireyin doğası değişmiştir. Bu ilerlemenin yanı sıra, herkesin anlaştığı nokta, Don Quijote’nin roman türünün öncüsü olduğu, anlatı kuramlarının kalbinde yer aldığıdır. Moderniteyi başlatan düşünürün Descartes, yazarın ise Cervantes olduğuna ilişkin genel bir kanı vardır. Buna şimdi Cervantes’in Don Ouijote’sinin bir ilk roman olarak yalnız moderniteyi değil, bir metaroman kabulüyle postmoderniteyi de haber verdiği yargısı eklenmiştir (Parla, 2003: 18).

Romanın tarihsel gelişimini irdelemeyi sürdürelim. 17. yüzyılda roman kelimesi kullanılmaya başlanmasına rağmen, ancak tam anlamıyla roman, “18.

yüzyılın başında felsefede gerçekçilik ve psikolojide ampirisizm ile bir orta sınıf destanı olarak doğmuştur. Romanın özde olduğu kadar biçimde de Batı edebiyat geleneğinin bir devamı olduğu bir gerçektir” (Kantarcıoğlu, 2008: 4). Fakat burjuva romanı 18. yüzyılda boy gösterdiğinde anımsarsak ona hazırlık sağlayan anlatı türleri arasında Rönesans’ın ve 17. yüzyılın romansları vardı ve romancı güncel yaşamı sergilerken bir olay örgüsü kurabilmek için romans kalıplarına başvurmayı sürdürmüştü (Moran, 1990: 23). Aydınlanma düşüncesinin birey ve toplumu yeniden

45 yorumlama çabalarına bağlı kalarak anlam bulan roman, her türlü mitos ve Orta Çağ kalıntısı fikirlerin tasfiye edildiği bir çağa işaret etmektedir. Bu bakımdan roman sanatı, içinde yaşanılan devrin temel özelliklerini barındırmaktadır (Şan, 2012: 247).

Sonuçta her ne kadar romanın uzun bir tarihi varsa bile, roman asıl parlak dönemine Orta Çağ’dan sonra erişmiştir. Romanların konuları Rönesans döneminde yeni bir nitelik kazanmıştır. Burjuva ilişkilerinin gelişmesi ve feodal ilişkilerin çöküşü, bireysel bilincin ve kişilik ile bireysel girişimin boy atması için zorlu bir güdü sağladı. İşte bu güdü gerek romanın ve gerekse ona yakın türlerin yazgısına yansımadan edemezdi (Pospelov, 1995: 519). Diyebiliriz ki romanın hangi dönemde ortaya çıktığı konusunda, birçok roman kuramcısı değişik görüşler ileri sürmektedir.

Ancak romanın gerçek varlığının 18. ve özellikle 19. yüzyılda burjuva toplumunun gelişmesiyle başladığı artık yadsınamaz bir gerçektir. Romanın eski çağ düzyazısına, eski doğu masallarına, şövalye edebiyatına, Rönesans hikâyesine ve destanına bağlı olduğu bilinmektedir; ama onlar başka şeydir, roman başka şey! Pikaresk romanların, psikolojik yazıların ve anıların kaleme alınmasının roman gelişimine katkısını unutmamak gerekir (Naci, 1990b: 7, 8). Evet, roman, 19. yüzyılda estetik özerkliği ve toplumsal nüfuzu bakımından en yüksek noktaya ulaşmıştır. Ve bundan sonra terimin en dar anlamıyla bir edebi tür gibi davranmaya başlar, düzenli bir biçimde ve fazla çeşitleme göstermeden yüksek sayıda eserle kendini yeniden üretir (Moretti, 2005: 308). Çünkü romanın tarihi kökenleri ne olursa olsun, çok boyutlu şaheser romanların yazıldığı dönem, şüphesiz 19. yüzyıldır ve bu dönem bütün dünyanın siyasi, sosyal ve kültür hayatını yönlendiren orta sınıfların doğuşuna tekabül eder.

Öte yandan her gelişmekte olan ülkede ise feodalitenin etkisini ve yeni bir sınıfın yükselişini anlatan romanlar yazmak önemsenmiştir (Karpat, 2011: 33).

Peki neden 19. yüzyıl beklendi? Şöyle ki, 19. yüzyıl sanayi kapitalizminin hüküm sürmeye başladığı tarihsel-sosyal bir dönemdir. Yanıt, bu yüzyılda romanın odağında yer alan bireyin ortaya çıkmış olmasıyla ilgilidir. Ayrıca:

“Bireylerarası toplumsal ilişkileri merkeze alan bir dünya görüşünün içerisinde yer alan bireycilik ve sekülerleşmenin etkisinin yanında romanın ortaya çıkışında iş bölümünün rolünün büyük olmasıdır. Bunun nedeni kısmen toplumsal ve ekonomik yapıda uzmanlaşma arttıkça modern yaşamda romancının resmedebileceği ve okurlarının da ilgisini çekebilecek farklı karakter, davranış ve yaşantılarına sahip insanların sayısının artması; kısmen de bu uzmanlaşmanın hem boş zaman miktarını artırarak romanın ihtiyaç duyduğu kitlesel okuru ortaya çıkarmış olması hem de okurlarda yine romanın tatmin edeceği belirli ihtiyaçlar yaratmış olmasıdır” (Watt, 2007: 81, 97).

46 19. yüzyıl romanlarıyla ilgili şu da söylenebilir, dünya edebiyatının ve özellikle 19. yüzyılın büyük romanları bir toplumun çöküşünü değil, daha ziyade bozulma sürecini, onu daima bu yöne sürükleyen adımları izlek edinirler. En dramatik romanda bile toplumsal çöküşün olduğu şekliyle belirmesine ima yoluyla olsa dahi ihtiyaç yoktur. Eğer toplumsal-tarihsel gelişimin karşı konulmaz seyrini, ikna edici bir güçle sergiliyorsa, tasvir, amacına mükemmel şekilde erişmiş demektir. Romanın asıl amacı toplumun hareket yönünün tasviridir (Lukacs, 2010: 181).

Kuşkusuz 19. yüzyıl romanının kaynaklandığı değerler, hümanist ve rasyonel değerlerdir; romanlarda insan yaşamı, anlamlı ve yaşanmaya değer sunulur.

Romancının yaşam karşısında ‘belirsiz’ bir tavır takınmasına ise çok seyrek rastlanır (Yavuz, 1987a: 45). Büyük ölçüde romanın 19. yüzyılda Avrupa’da, İngiltere’de, Fransa’da, Rusya’da ve İskandinav ülkelerinde şaşırtıcı bir yükselişi olmuştur. Bu yükseliş rastlantı değil; bu, romanın çağa uygun demokratlığı ve çağdaş yaşamı doğal olarak ifade edebilme yeteneği ile onu çağın sanat biçiminin temsilcisi, yazarını da orta halli sanatkârlıktan çağdaş sanatkâr tipi yapan toplumsal ve psikolojik tutkusuyla ilgilidir (Mann, 1939, akt: Salihoğlu, Özbek, 1995: 143). Yazar için 19. yüzyıl anlatıları toplum odaklı gerçekçilik peşindeyken, 20. yüzyıl anlatıları gerçeklik tanımının geçirdiği kavramsal değişime koşut bireylerin içsel dünyasına yönelmiştir (Parla, 2003: 169). Böylece modernleşme sürecinin erken dönemlerinde doğmuş olmasına rağmen, 19. yüzyıldan itibaren hâkim bir tür adıyla, kendini kabul ettiren roman, sanat ve toplum hareketlerinden gelen bazı etkilerle kendi yapısında değişim ve dönüşüm yaşamıştır (Tekin, 2002, 164). Romanın olay örgüsü değişirken, roman kahramanlarının tutumları da değişmiş ve böylece roman varlığını sürdürmüştür. Roman özgün bir tür olarak insan ve toplum gerçekliği var olduğu sürece varlığını devam ettirmeyi sürdürecektir. Bir şartla, değişen koşullara göre kendisini yeniden yapılandırmayı başarabildiği ölçüde…

Değerlendirmede bulunursak: Roman kuramcıları romanın entelektüel bağlamının Batı’da burjuvalaşma süreci içinde oluştuğunu, bu edebiyat türünün yeni bir ideolojinin (liberalizm) ve yeni bir epistemolojinin (ampirik pozitivizm) temel ilkelerini yansıttığını söylerler; buna karşılık, kimi kuramcılar romanın yapısının edebiyat türlerinin içsel evrimi sonucu; ampirik anlatı biçimi ile kurmaca anlatı biçimleri arasındaki kaynaşmanın bir ürünü olduğu kanısındadırlar (Aksoy, 1997:

22). Sonuçta:

47

“Modern romanın doğuşunun burjuvazinin doğuşuyla koşutluğu, bu yazın türünün elbette kapitalist toplumların tekelinde kaldığı anlamına gelmez. Feodal kast ayrıcalıklarını ortadan kaldırarak üretim ilişkilerini evrenselleştiren ve bir dünya pazarı oluşturan kapitalistleşme süreci, kültür ürünleri içinde de evrensel boyutlarda maddi bir temel hazırlamıştır” (Timur, 2002: 19).

Romanın tarihsel gelişimi yukarıda anlatıldığı gibiyken Türkiye’de ortaya çıkış serüvenini görmek için bir giriş yapalım: Osmanlı’nın son dönemlerinde başlayan Batılılaşma konusundaki çabaların, romanın tür olarak kolaylıkla benimsenmesine neden olduğu bir gerçektir. Ama ne kadar başarılı olduğunun göz ardı edilmemesi gerekir. İki farklı toplumun sosyal tarihindeki benzer olmayan yanlar, romanın aktarılmasında bazı çelişkileri beraberinde taşıyacaktır. İlk dönemler toplumsal içerikli konular başta olmak üzere çok sayıda roman yazılacaktır. Bunlardan çok azı klasikleşecektir. Nedenini şu örnekle somutlaştırabiliriz: Batı’da 19. yüzyıl romantik yazarları, bireyin değeri adına ses yükseltirken, bir kültür ve entelektüel birikimine göndermede bulunuyorlardı. Oysa Osmanlı aydınları, dönemin coşkusuna katılmakla kaldılar. Temeldeki kültürel birikimi enine boyuna incelemeden ondan doğan ilkelerle öğretileri benimsediler. Teknolojinin gelişimini hazırlayan düşünsel temelleri özümlemeden teknolojiyi, yeni bir kültüre uyarlamak güçtür elbette. Hele bir sanat dalında bu işin üstesinden gelmek daha da güçtür. Türkiye’de romanın tarihi, büyük ölçüde, bu doğrultuda bir edebi girişim kabul edilir (Finn, 2013: 33). Bu nedenle Türkiye’de roman, Batı’da olduğu gibi feodaliteden kapitalizme geçiş döneminde burjuva sınıfının doğuşu ve bireyciliğin gelişimi sırasında tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşulların etkisi altında yavaş yavaş gelişen bir anlatı türü biçimiyle çıkmadı ortaya. Batı romanından çeviriler ve taklitlerle başladı (Moran, 1990: 9).

Kısaca romanın var olduğu toplumun, toplumsal gerçekliğinin üzerine oturması için ülkenin insan ve toplum yapısını iyi bilen yazarlara ve zamana gereksinimini hep içinde taşıdı. Şimdi Türkiye açısından bu gelişimi ise aşağıda irdeleyeceğiz.

48 1.5.2.Türkiye’de Romanın Tarihsel Gelişimi

19. yüzyılın ilk yarısında Batı Avrupa’nın toplumsal tarihi burjuvazinin egemenliğini köklü bir dönüşümle gerçekleştirdikten sonra, edebiyatta da büyük değişimler yaşandı. Bu değişimler özellikle edebiyat türleri içinde roman alanında ortaya çıktı. Batı Avrupa romanı, Batı Avrupa’nın toplumsal tarihiyle birlikte, ona koşut bir dönüşüm izledi. İnsan, doğa ve topluma ilişkin somut gerçekliklerin, bu toplumsal tarihin belirlediği bir bilinçlenmeyle kavranması, bu dönüşümün öne çıkan yanı olurken, roman, bu kavrayışla toplumsal tarihin yeniden ürettiği somut gerçeklikleri, roman gerçekliğine dönüştürmeye çalıştı (Yavuz, 1987a: 44).

Roman Avrupa sosyal tarihi içinde sözü edilen tarihsel avantajının katkısıyla kimliğini yapılandırma yönünde bir değişim yaşarken, Osmanlı Devleti’nin birçok alanda Avrupa’nın etkisine girmeye başladığı yıllarda bu yeni türe yönelik bir bakış açısı oluştu. Bunun arka planında modernleşme adına, Batı kültürü ile girilen etkileşim vardı. Sonuçta Cumhuriyetle birlikte devam edecek olan modernleşme sürecinin daha başlangıcında, yani 19. yüzyılda, Avrupa kökenli ekonomik ve siyasal akımlar, Osmanlı toplumunun dokusunda bazı düzenlemelerle varlığını göstermeye başlarken, Osmanlılarda Avrupa’nın kültürel birimlerine öykünme isteği kısa sürede belirmişti. Yüzyılın ikinci yarısında, şiirde yeni konular, anlatımlar ve yeni koşuk kalıpları belirirken, onlarla birlikte çağın öteki sanat türleri, bu arada roman da geldi (Finn, 2013: 1). Bu nedenle, Türk romanının kökenleri üzerine yapılacak herhangi bir tartışmayı, kendisini kabul ettiren toplumsal, entelektüel, hatta siyasal ortamdan ayırarak yürütmek olanaksızdır.

Roman türünün gelişimi her ülkede birebir benzer koşulların bir sonucu olmamıştır. Kabul etmek gerekirse bir edebiyat türü olan “roman” ortaya çıkınca, bu yeni yazınsal anlatım aracının kullanılması için, bu türün ilk kez ortaya çıkmasına olanak hazırlayan nesnel koşulların her ülkede ayrı ayrı var olması gerekmiyordu.

Olgular ortada: Sanayileşmenin henüz gelişmemiş olduğu bütün ülkelerde roman yazılıyordu. Ve bu romanların içinde romanın anavatanı sayılabilecek ülkelerde yazılanlardan çok daha başarılı olanları vardı (Naci, 1990b: 26). Kuşkusuz, yine de Türk romanı hem geç doğmuştur hem de aceleye gelmiştir. Roman türüne ancak 19.

yüzyılın ikinci yarısında yaklaşılmıştır. Dahası Batı romanının çeşitli tarihsel süreçler içindeki yavaş oluşumu ile Türk romanının doğuş ortamı arasında hiçbir benzerlik yoktur (Dino, 2008: 6). Benzerlik olmamasına rağmen hatta Türk romanı öykünme

49 yoluyla gelse bile günümüzde kendi ülkesine özgü gelişim çizgisine ulaşmıştır. Türk edebiyatı dünya çapında romancılar yetirmiştir.

Romanın bir edebi tür adıyla 19. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye girişi, Osmanlı Devleti’nin tarihsel anlamda Tanzimat Dönemi’nde meydana gelen kültürel ve kurumsal dönüşümlerin önemli bir aşamasını oluşturan, başlıca edebi yeniliklerin parçası olduğu roman üzerine çalışma yapanların hemfikir oldukları konudur (Evin, 2004: 1). Türk edebiyatında ilk romanlar, toplumda yenilikçi seçkinlerin, yeniliğin kapsam ve sınırlarını belirlerken, önerilerini popüler bir uygulamayla romana dökmeyi seçtikleri bir dönemde yazıldı. Bu yazarlar, Osmanlı kültürünün kapsamlı ve mutlak egemenliğinde, birkaç Batıcı yeniliğin zahmetsizce sindirilebileceği ve bu sindirmenin yararlı olacağı konusunda ortak bir görüşe sahiptiler (Parla, 2014b: 13).

Buna bağlı olarak çokça yazıldığı ve yeri geldiğinde bu niteliğinden ötürü eleştirilen roman, Tanzimat’la başlayan değişim sürecinin Türk edebiyatına yansıdığını gösteren en tipik ürünlerden biriyken zamanla hikâye, tiyatro gibi dramatik yapıları itibariyle sosyal ve siyasi değişmelerle yakından ilgili olmakla beraber birebir etkilenmiştir de (Yalçın, 2012: 21).

Tanzimat romancılarının en gözle görünür özellikleri, ahlaki anlamda öğretici romanlar kaleme almak konusunda ortak bir görüşe sahip olmalarıdır. Ancak zamanla, Timur’un anlatımı ile “romancılarımız topluma daha geniş bir açıdan bakabilmişler ve gerek örf ve âdetlerdeki, gerekse Braudel’in ‘maddi uygarlık’

dediği karmaşık bütünlükteki evrimi daha iyi tanımamıza yardımcı olmuşlardır”

(Timur, 2002: 10).

Osmanlı Devleti’nde Tanzimat Dönemi sürecinde roman, öncelikle eğitici işlevi bulunan bir tür olduğu için benimsenmiştir. Roman yazarı bir aydın olma rolünü benimsedikçe, romanın bu eğitici işlevinden sıklıkla yararlanma yolunu seçmiştir. Bunun sonucunda Türkiye’de yazar figürü her zaman aydın figürünün bir türevi olarak görülmüş, yazarlığın işlevi aydın olmanın gerektirdiği toplumsal bilinç ve misyon çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bu bağlamda yazar figürasyonları iki tür ya da tip alanında toplanabilir: Başarılı, hem edebi rolüyle hem de entelektüel önderlik nitelikleriyle mükemmel yazarlar veya edebi alanda istediklerini gerçekleştirememiş, toplum dışına itilmiş, yabancılaşmış, aciz ve yetersiz yazarlar gibi (Parla, 2015: 9, 10). İlk gruptakiler için Tanzimat Dönemi romancılarının bir kısmı örnek verilebilir. Bunlar topluma yön vermeye çalışmakla birlikte toplumsal ilişkilerin değişen doğasını romana konu etmişlerdir. Başlangıçta ise aydın kimliğiyle

50 roman yazarı bir yenilikçi ve reformcu yönüyle tavır almıştır, ama vesayetçiliği her zaman yenilikçiğinin önüne geçmiştir. Çünkü roman yazarına göre ortada eğitilecek bir halk ile siyasi vasisini kaybetmiş bir kültürün acil bir vasi gereksinimi vardı (Parla, 2014b: 13). Bununla ilişkili toplumsal konuları ele alan Tanzimat yazarlarının

50 roman yazarı bir yenilikçi ve reformcu yönüyle tavır almıştır, ama vesayetçiliği her zaman yenilikçiğinin önüne geçmiştir. Çünkü roman yazarına göre ortada eğitilecek bir halk ile siyasi vasisini kaybetmiş bir kültürün acil bir vasi gereksinimi vardı (Parla, 2014b: 13). Bununla ilişkili toplumsal konuları ele alan Tanzimat yazarlarının