• Sonuç bulunamadı

1.2. TOPLUMSAL CİNSİYET KURAMLARI VE FEMİNİST YAKLAŞIMLAR

1.2.2. Feminist Teorinin Tarihsel Gelişimine ve Yaklaşımlara Kısaca Bir Bakış

Kadınların içinde bulundukları eşitsizleştirici ve cinsiyet rollerine hapsedici koşullar üzerinden gidilerek çözümlemeler üretilmesi, cinsiyetin kültürel ve sosyal süreçlerle ilişkilendirilmesi, feminist çalışmalara ilgiyi artırırken, zamanla kadınların sosyal-ekonomik statülerine, kültürel ve sosyal arka planlarına ilişkin çözümlemeleri odağına taşımıştır. Eril iktidarın kadınlar açısından ortaya çıkardığı sorunlarla mücadele eden, kadını toplum içinde görünür kılmaya çalışan bir öğreti olan feminizm, cinslerin eşitliği kuramına dayanan, kadınlara eşit haklar isteyen temelde

15 kadın ile erkek arasındaki iktidar ilişkisini değiştirmeyi amaçlayan bir siyasal akım gibi gelişti (Arat, 2010: 29). Ancak öncesine gittiğimizde ataerkil toplumda kadın;

19. yüzyılda oluşturulan biçimiyle ‘cinsellik’e dönüşmüşken kadının içinde var olduğu, ‘yeniden üretim’ zinciri uzun süre etkisini korumuştur. Sorunu genel olarak özetlemek gerekirse, erkek tarihin sınıf egemenliği altındaki yapılarında yerini alırken kadın üretimdeki gerçek yeri ne olursa olsun örgütlenmenin akrabalık bağlarıyla tanımlanmış biçimiyle kalmıştı. Toplumlarda akrabalık sistemi ailenin içine sıkı bir biçimde girerek kadının orada kalacağı özellikle oluşturduğu bir yer olagelmişti. Sınıf, tarih, özgül toplumsal durum farklılıkları dişiliğin dışavurumunu değiştirirken (Mitcel, 1984: 478), kadının özneleşmesi ve kimlik bulması sekteye uğramıştı. Bu durumu irdeleyen feminizm, bilinç yükseltme, kadınlar ve erkekler arasındaki toplumsal ilişkilerin anlam dokusuna dikkat çeken, bu ilişkilerin verili oldukları anlayışını sorgulayan, dönüştürücü ve eleştirel bir tavırla kadın ve erkek kavramlarının anlamını yeniden tanımlayan, yüz yüze gelinerek uygulanan bir toplumsal deneyim olmuştu (Mackinnon, 2015: 118).

Modernist bir toplumsal deneyim kabul edilen feminizmin ortaya çıkışında kadın çalışmalarının yanı sıra toplumsal koşulların değişiminin de etkisi vardır.

Örneğin, ev geleneksel bakışta dişil alandır: Aynı anda hem bir güç kaynağı hem de hapishane, kadınların hem yönettikleri hem de dizginlendikleri bir yerdir. 1950’li yılların toplumsal huzuru ve bolluğu banliyö yaşam tarzının müthiş yaygınlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Bunun toplumsal cinsiyet ilişkilerine muazzam bir yansıması oldu:

Bir yandan mom-ismin kadın düşmanı söylemi ortaya çıkarken, öbür yandan görünmeyen yüzeyinde kadınların mutsuzluğunu, yalıtılmışlığını ve güçsüzlüğünü gizleyen evcimenlik kültüne tepki olarak gelişen feminizm, zamanla farklı ideolojik programların, söylemsel kurulumların ve yapısal önceliklerin işleyişine gömülü vaatlerle pratikler arasındaki bağlantıları tespit etmemizi sağlayan bir mihenk taşı işlevine sahip oldu (Press, Reynolds, 2003: 361; Kerestecioğlu, Coşar, 2013: 22, 23).

Düşünce tarihine bakıldığında, kimi kuramcıların erkek ve kadını rolleri gereği cinsiyetleştirilmiş bir çözümlemeyle kavramaya çalıştıklarını görürüz.

Örneğin sosyolojinin kurucuları arasında yer alan Durkheim, “Toplumsal İşbölümü”

adlı çalışmasında, evlilik dayanışması ile cinsel iş bölümünü özdeş tutarken, “tarih bize, cinsel iş bölümünün de aile dayanışması ile aynı doğrultuda ve aynı biçimde geliştiğini gösteriyor” (Durkheim, 2014: 83), şeklindeki tezini toplumsal düzenin sürmesi adına toplumsal dayanışma için gerekli görmüştür.

16 Ataerkil ideoloji ve kadın karşıtı davranışlar tüm toplumsal kurumların (aile, din, hukuk, medya, ekonomi, siyaset, eğitim vb.) her düzeyinde yaygındır. Her yerde ve her zaman hazır bulunan bu mevcudiyete karşı durmak için, feminizm aşağıda kategorileştirilen çeşitli düşünceler ve stratejiler geliştirmiştir (Bhasin, Khan, 2003:

7). Bu toplumsal deneyimde, cinsiyet eşitsizliklerine ilişkin açıklamalarında bir dizi düşünsel geleneğe dayanan ve cinsiyet ilişkilerinin farklı yönlerine odaklanan çok sayıda feminist kuram bulunmaktadır (Pilcher, 2014: 111). İleri sürdükleri düşünceler, aydınlanmacı liberal feminizm ile başlanarak bu bölümde kısaca özetlenecektir.

17. yüzyılla başlayan aydınlanma düşüncesi, ruhta cinsel ayrılığı reddetmiş, cinslerin eşitliğini ilân etmiş ve insanı burjuva erkeği ile eşitlemişti. Bu yaklaşım, kadına sosyal özgürlük ve eşitlik verilmesi çabalarının bir ifadesiydi (Fromm, 1998:

33). Aydınlanmacı liberal feministler, genel özellikleriyle aşağıdaki temel düşünceleri paylaşmakla birlikte, 19. yüzyılda liberal feminizm adına önemli bir ilerleme göstermişlerdir:

“1-Akla inanç. Wollstonecraft gibi bazı düşünürlere göre, akıl ve tanrı neredeyse eş anlamlıdır. Birey, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırır; bu kişinin vicdanıdır. Frances Wright ve Sarah Grimke gibi feministler, gerçeğin en güvenilir kaynağının herhangi bir yerleşik kurum ve gelenek değil, bireysel vicdan olduğunun göz önünde tutulması gerektiğini belirtirler. 2-Kadının ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı. 3-Toplumsal değişme ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim-özellikle eleştirel düşünebilmek için eğitilmek- olduğuna inanç. 4-Bireyin diğer bireylerden ayrı, gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve onuru bu bağımsızlığa bağlı olan özerk bir varlık olduğu görüşü. 5-Özetlersek, aydınlanma kuramcıları, doğal haklar doktrinine bağlı kalmışlardır” (Donovan, 2015: 33, 34).

Nitekim liberal feminizmde kadınların kamusal yaşama katılımlarında eğitim ve oy verme hakları en çok savunulan hakların başında gelirken, liberal feministlerin akıl ve kamusal alana kadınların özgürleşmesinin temeli şeklinde muamele etmeleri cinsiyet yansızlık olarak görünse bile dolaylı bir biçimde erkeklerin yaptıklarının, kadınların yaptıklarına öncelikli olduğu görüşünün desteklenmesiyle sonuçlanmıştır (Entwistle, 2012: 228, 229). Genelde liberal feminizmde kadınların sahip olmadığı avantajlar, erkeklerin sahip olduğu ama ne var ki kadınların içselleştirdiği klişeleşmiş göreneksel beklentilere yorulur. Bu klişeler, “toplumsallaştırma etkenleri”

17 aracılığıyla güçlendirilir. İlkesel anlamda bu klişelerin yok edilmesiyle, eşitsizliklerin devre dışı bırakılması olanaklı olabilir (Connell, 2016: 66).

Aydınlanmacı liberal feministlerin, kamusal özel alan ayrımı konusunda netlik kazanmamış olmamaları eleştirel noktaları olurken, ilerleyen yıllarda feminizm türleri içinde en etkilisi ve tarihsel düzlemde en erken (19. yüzyıldan itibaren) gelişeni olan liberal feminizm, kadınlar için eşit özne konumu talep etse de, bu liberal eşitlik anlayışı, gerçek toplumsal sınıfsal, ırksal, etnik vb. eşitsizlikleri dikkate almayan salt yasa önünde eşitliği ve medeni ve siyasal hakların tanınmasını içeriyordu (Berktay, 2011: 9). Sonuçta liberal feminizm, tek tek kadınların toplamından tüm kadınlar adına sonuç çıkarır. Liberal feministlere göre cinsiyet eşitsizliği sorunu, yasa ve gelenekler aracılığıyla, insanların potansiyellerini kısıtlayan toplumsal cinsiyet rolünü üstlenmeye zorlanmalarından gelir. Dolayısıyla liberal feministler kadınların ezilmelerinin sebeplerini, kadınların kamusal alana girmelerini engelleyen geleneksel ve yasal sınırlamalar ile kadınların kapasitelerine ilişkin klişeler ve önyargılarda görmüşlerdir (Mackinnon, 2015: 61; Kandiyoti, 1995:

125). Ne var ki bu açıdan eleştirilmişlerdir. Bu eleştiri ise kadınların konumuyla, onların eşit haklara sahip olamayışları ve kamusal yaşama katılmalarının engellenmesi ile ilişkilendirilir (Ecevit, 2012: 12).

Aydınlanmacı liberal feminist teori, çoğunluk modern-aydınlanmacı düşünceyi temsil eden romancıların yapıtlarında da yer almıştır. Türkiye’de Tanzimat romanlarının çoğunda kadın eşitliğiyle ilgili konuların yer yer işlenmesi, bu feminist teorinin yansımaları ile kadınlar lehine talep edilen sosyal reformların bir göstergesi gibi okunmalıdır. Bununla birlikte “Tanzimat Devri Türk romanında, kadın, o devrin aile ve ahlâk anlayışına, âdet ve geleneklerine, modernleşmesine uygun bir şekilde yer almıştır” (Has-Er, 2000: 2). Kadın tiplerinin işlenmesi, toplumsal değişmeye paralel giden romanın gelişimiyle aynı çizgide kabul görmüştür. Romancı toplumu aşmamayı tercih ederken, kadını toplumda genel kabul görmüş ve beklenilen rollerine uygun işlevleri yerine getiren karakterler olarak yansıtmıştır. Ancak düşünsel kimliğinden gelen cinsiyet eşitsizliğine duyarlı bir etkilenmeye kapısını açık tutan yazarlarımız da olmuştur. Böyle olunca kadın karakterlerin romanlardaki statüsü bile değişmektedir. Bu çizgide örneğin Tanzimat Devri’nde evin içinde önemsenen kadın, Cumhuriyet Dönemi’nde evine bağlı kalarak, toplum adına evin dışına çıkmaya başlamıştır. Açıkçası liberal feminist bakış açısı, kadın hak ve özgürlüklerinin savunulması, kadının eğitim ve çalışma yaşamı içinde statüsünün

18 yükseltilmesi tarzındaki arayışlar, bu dönem romanlarına sosyolojik bir katkı sunmuşlardır. Yine de kadının kendisinden beklenen rolleri pek değişmemiştir.

Kadın roman kahramanı yazarın cesareti ve toplumun sağladığı olanaklar ölçüsünde işlenmekte, kadın okuyucu üzerinde de ancak bu kadar etkili olabilmektedir. Özetle

“Tanzimat Devri yazarları, Müslüman-Türk kadınının, hızlı kültür değişmeleri sonucunda mukadder olan ahlâki dejenerasyona karşı çok iyi korunması hususunda daimâ hassas davranmışlardır” (Has-Er, 2000: 409). Cumhuriyet Dönemi edebiyatında ise kadınların toplum içindeki biçimsel statüsünün iyileştirilmesine dönük eğitim-çalışma yaşamı-medeni haklar-siyaset gibi toplumsal alanlardaki ilerlemelerin yansıması olan romanlara sıklıkla rastlanmaktadır.

Bir başka yaklaşım kabul edilen kültürel fenimizmi biçimlendiren kültürel feminist teorinin altında ise anaerkil bakış açısı yatar. Temelde dişil etki ve değerler aracılığıyla yönlendirilen güçlü kadınların toplumunda, barışseverlik içinde iş birliği ve farklılıkların bir aradalığı ile kamusal hayatın uyumlu bir şekilde düzenlenmesi bu yaklaşımın ileri sürdüklerine dâhildir. Kültürel feministler, kadınların siyasi değer sisteminin geleneksel kadın kültüründen türetilerek, kamusal alana yayılabileceği düşüncesini korurlar. 20. yüzyılın başlarında kültürel feminist teoride toplumsal reform eğilimi yerini bulmuştur (Donovan, 2015: 74). Kültürel feminizmde anaerkil değerlerin toplumun kuruluşunda önemsenmesinin, kadın aleyhindeki eşitsizleştirici toplumsal koşulların düzeltilmesinde önemli bir işlevinin olabileceğine vurgu yapıldığı görülür. Eşitsizleştirici koşulları irdeleyen Marksizm ve çağdaş sosyalist feminizmdeyse Marksist kuram belirleyicidir. Bu kuram toplumun temelde, insanların insanca yaşamak için gereksindikleri şeyleri yapıp ederken oluşturdukları ilişkilerden meydana geldiğini ileri sürer. Emekleri ile insanlar değer yaratırken, o da insanları toplumsal varlıklar olarak yaratır. İnsanların ve toplumların kimlik kazanması emek sayesinde olur (Mackinnon, 2015: 21). Sınıflı toplumların kadınların aleyhine bir örgütlenme biçimi olduklarını dile getiren bu feminist gurup, özellikle liberal feministlerin kadın sorunlarını çözüm yolları konusunda eleştirellerdir. Bununla birlikte:

“Marksist feminist kuram ile cinsiyeti merkeze alan radikal feminist kuramı birleştiren sosyalist feminizm ise, Marksizm’in temel kavramlarını kadınların durumunun analizine uygulamaya ve bu kavramlara yeni bir içerik kazandırmaya çalışmıştır. Kadınların ezilmesinde sınıfı, toplumsal cinsiyeti ve cinselliği önemseyen sosyalist feminizm, çağdaş toplumlarda kapitalizm ile ataerkilliğin karşılıklı olarak birbirlerini destekleyerek kadınların ezilmesini sürdüren bir

19 etkileşim içinde olduklarını savunan daha kapsamlı bir kuram önermiştir” (Berktay, 2011: 11).

Onlara göre sınıf temelli Marksist bakış, erkek odaklı değerlendirmeleri içeriyordu. Bu gruptaki feministler kadın kültürünün, kadınların deneyim ve pratiğinin, yıkıcı ataerkil ideolojilere karşı başlatılan feminist direnişin temelini oluşturacağına inanmaktadırlar. Ayrıca kapitalizmin biçimlendirdiği üretim ilişkilerinin kadınların aleyhine olacak şekilde yeniden üretilmesi, cinsiyete odaklı bir hiyerarşinin sürmesini sağladığı için sosyalist feministler toplumsal muhalefet hareketlerine rahatlıkla entegre olabilmişlerdir (Donovan, 2015: 174; Bora, 2014:

51). Sınıfsal çözümlemenin yanına cinsiyeti de almaları Marksist feministlerden ayrıldıkları noktadır. Türk edebiyatında toplumcu gerçekçi yaklaşımı benimseyen yazarların yapıtlarında kadın karakterler kurgulanırken, bu feminist teorilere kaynaklık etmiş ideolojinin etkisini burada anımsamak gerekir. Yine Marksist kuramdan beslense dahi bazı noktalarda onu eleştiren bir yaklaşıma ise radikal feminizm örnek verilebilir.

Radikal feminist öğretiye göre, “kadınların ezilmişlikleri toplumun temel bir sorunudur ve bu ezilmişliğin sorumlusu ataerkilliktir” (Ecevit, 2012: 14). Bu yaklaşımın savunucuları, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kendi başına özerk bir toplumsal eşitsizlik sistemi yönüyle ele alınması gerektiğini söylerken, tarihi motive eden gücün, erkeklerin kadınlar üzerinde iktidar ve egemenlik kurma mücadeleleri olduğunu ileri sürdüler (Toksöz, 2012: 95). Radikal feministler, daha ziyade kadın bedenine ve cinselliğine odaklandılar ve diğer farklılıklar dikkate alınmaksızın kadınların sırf kadın oldukları için erkek baskısına maruz kaldıklarını savunurken;

kadınların doğa, erkeklerin kültür ile ilişkilendirilmesine karşı çıkmayı değil, kültüre doğaya göre öncelik tanıyan hiyerarşiyi ters çevirerek bunlara yüklenen değerleri değiştirmeyi amaçladılar (Berktay, 2011: 9; Entwistle, 2012: 231).

Radikal feministler için cinsiyet, toplumsal iktidarın sistematik bölünmesi, insanların toplumsal cinsiyetlerinden soyutlanmayan toplumsal bir ilkedir; kadınların zararına, zorla kabul ettirilmiştir çünkü güçlü olanın, yani erkeklerin çıkarlarına hizmet eder. Radikal feministler, bütün bu sorunların birbirleriyle ilintili olduklarına, erkek egemenliğinin ve kadınlara hükmetmenin toplumdaki baskının kökü ve modeli olduğuna ve köklü bir değişimin temelinin feminizm olduğuna inandılar. Onlara göre kişisel olan politikti (Mackinnon, 2015: 60, 61; Donovan, 2015: 266), bu nedenle

20 kadın hareketi tamamen özerk olup, kadınlara yeni bir yaşam biçimi sağlamalıdır (Unat, 1982: 5). Ayrıca:

“Radikal ve liberal feminizmin özellikle kadınlar arası sınıfsal farklılıkları gözden kaçırdığını düşünen Marksist feministler ise bütünsel bir kategori olarak kadınların ezilmesinden söz etmenin, sanki tüm kadınlar her yerde aynı deneyimleri ve çıkarları paylaşıyormuş gibi yanlış bir kabulden kaynaklandığını öne sürdüler ve cinsel özellikleri (bedenleri ve doğurganlıkları) nedeniyle benzer baskılara maruz kalsalar bile kadınlar arasındaki sınıfsal, ırksal, etnik, sosyal-ekonomik vb.

farklılıkların kadınların kendi aralarında eşitsizlik yarattığının kabul edilmesi gerektiğini vurguladılar” (Berktay, 2011: 10).

Bunun yanında kadın hareketinin manevi potansiyelini vurgulayan kültürel feministler ise kadınlıkla ilgili özellikleri yüceltirler ve bunların değerli olduğunu iddia ederler (Ecevit, 2012: 21). Öte yandan daha eleştirel olmakla birlikte feminist yaklaşımı daha çok psikolojik temellere indirgeyen Freud ve psikanalitik kuramı da burada anımsamak gerekir. Psikanalitik kuramın önde gelen ismi Freud, bilinçdışının yapısını, süreçlerini ve mekanizmasını keşfederek kültür üstünde çığır acıcı bir etki meydana getirmiştir (Durudoğan, 2014: 69). Freud ve ardılları genel anlamda kadın cinsiyeti ile ilgili düşüncelerini psikoseksüel gelişim süreciyle ilintilendirirler.

Biyolojik cinsiyetin bir veri olarak ele alınması ve toplumsal cinsiyetten farklı yanları üzerinde durmuşlardır. Freud’un kuramında kadınlığın toplumsal tanımı ile belirlenimi bir anlamda biyolojik açıdan desteklenmektedir. Çünkü Freud toplumca tanımlanmış kadın ve erkek rollerinin fizyolojisinin gereği olduğunu söylüyor gibidir (Ecevit, 2012: 20, Parla, 2014a: 27).

Freud’un özellikle kadınların psikoseksüel gelişimi ilgili yaklaşımı, bu bağlamda birçok tartışmaya kapı aralamakla birlikte, kadınlar lehine gelişen bir feminist teoriye tam anlamıyla katkı sunmadığının altını çizmek gerekir.

Feminist öğretinin tarihsel gelişimine, varoluşçuluk da önemli katkılar sunan bir kuram olarak kabul görmektedir. Simone de Beauvoir’in 1949’da basılan “İkinci Cins” kitabı hâlâ kadın sömürüsü üzerine yapılan çalışmalar arasında en kapsamlısı olma özelliğini korumaktadır. İçeriği, derinliği ve hepsinin ötesinde kadının ikinci dereceden konumuyla ilgili öne sürdüğü ayrıntılı kuram, kitabın konuyla ilgilenen hiçbir yazar tarafından dışlanamayacağı anlamına gelir (Mitcel, 1984: 364).

Beauvoir’in feminist kurama katkısı, kadının kültürel ve politik statüsünü açıklamak için varoluşçu vizyonu kullanmış olmasından gelir. Ayrıca kadınların kurtuluşunu, varoluşçu bir anlayıştan hareketle, onları birer kendi başına varlık ile başkaları için

21 varlık arasında bir yerlerde tutmaya çalışan her türlü uygulamaya karşı çıkarak, kadınların da aynen erkekler gibi ve onlar kadar kendi için varlık olduklarını ortaya koymalarından geçtiğini söyler. Çünkü Beauvoir, bu diyalektiğin bir kültür içinde olduğu kadar birey içinde baskın olduğunu kavramıştı: ataerkil bir kültürde, erkek norm olarak kurulurken, kadın olumsuz, esas olmayan, normal dışı, yani kısaca öteki gibi kurulur (Sümer, 2011: 165, Donovan, 2015: 232).

Bedene duyulan derin tiksinti ve bedeni aşma varoluşçuluğun bir ilkesidir.

Beden, yaşamda özgürlüğün kısıtlandığı ve bizi ölüme götürdüğü için varoluşçular tarafından bir sorun görülmektedir. Bu nedenle Beauvoir için amaç kadınların bedenlerinin ötesine geçmesidir (Entwistle, 2012: 229). Dahası:

“Varoluşçu teoriyi, kadın olmanın ‘özel varoluşsal’ koşullarına uygulayan Beauvoir, 20. yüzyılın en etkili yapıtlarından biri olan ‘İkinci Cins’te, insanlık tarihi boyunca kadının, erkekler tarafından, erkeğin

‘öteki’si olarak tanımlandığını, doğa ve beden ile özdeş kılınarak kültür ve uygarlık yaratma sürecinden dışlandığını söyler” (Berktay, 2014: 27).

Burada Beauvoir’ın sözünü ettiği tarihsel, toplumsal ve kültürel koşulları yapılandıran şey, erkek cinsi ile kadın cinsi arasındaki tahakküm ilişkisi, kadını

‘ikinci’ konumda tutan katı ataerkil hiyerarşidir. Beauvoir için sorun toplumsal cinsiyeti kuran erkek egemenlik olduğundan onun birincil derecede hedeflediği tarihsel erkek egemenliğidir (Direk, 2014: 36). Bu çözümlemelerin özünde Beauvoir’e göre asıl önemli olan kadın cinsiyetinin sınırlarını keşfederek, kadın olmayı öğrenmektir. Bu yöndeki arayışlarının sonucunda kadınlar da erkekler gibi kendilerini bütünlüklü olarak yaratabilecek olanaklara kavuşmuş olurlar (Taburoğlu, 2013: 9). Bu ise büyük ölçüde bir eşitlik arayışıdır. Toplumsal koşulların değişimi ve kadının toplumsal bir varlık ve özne gibi ortaya çıkması ancak bu eşitliği sağlayabilir. Bu minvalde edebiyatta varoluşçu felsefenin yansımaları ise her dönem yoğun bir şekilde hissedilmiştir. Birçok yönüyle varoluşçu felsefeden katkı alan toplumsal inşa feminizmi ise toplumsal cinsiyet sosyolojisi tartışmalarında günümüzde önemini koruyan bir yaklaşımıdır. Diyebiliriz ki:

“Bu akım, ‘bir bütün olarak cinsiyetlendirilmiş’ toplumsal düzene ve onu inşa ve muhafaza eden süreçlere bakar. Feminist kurama yaptığı özgün katkı, bireylerin ‘cinsiyet oluşturma’ ve böylece zaman içinde cinsiyet farkları ve eşitsizliklerinin kalıcılığı, yaygınlığı ve sürekliliğine kaçınılmaz olarak etkide bulunma süreçlerine ilişkin analizidir”

(Berktay, 2011: 16).

22 Örneğin cinsiyet rolü ve toplumsallaşma teorisi açısından kadınlık karakterleri kadınlık rolüne toplumsallaşma ile aynı şekilde erkeklik karakteri erkek rolüne toplumsallaşma ile üretilmektedir. Yani toplumsal cinsiyet oluşumu, toplumsal normların kazanılması ve içselleştirilmesine dayanır (Connell, 2016: 87, 277).

Dolayısıyla toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve toplumsal cinsiyet hiyerarşisinin varlığı bu yaklaşıma göre toplumsal inşanın bir ürünüdür.

1.2.3. 21. Yüzyıl ve Feminizm

Küreselleşme sürecinde 1990’lara gelindiğinde, tüm evrenselleştirici ve bütünselleştirici anlatıların ve hatta teorinin kendisinin bile sorgulandığı bir ‘post-Marksist’ ve ‘post-modern’ dönemde feminist teori de herhangi bir ‘büyük anlatı’dan başka bir şey olmadığı suçlamasıyla yüzleşmek zorunda kaldı (Berktay, 2011: 8).

Başka bir ifadeyle, 20. yüzyılın sonunda, postmodernist ve çokkültürcü teorinin fark vurgusunun etkisiyle, feminist teori daha spesifik hale geldi, kadınlar arasındaki farklılıklara daha fazla dikkat sarf eder oldu, özellikle de ırk, sınıf, etnik bağlam ve cinsellik farklılıklarına. Postyapısalcı ya da postmodernist teorilerin feminist teorideki etkisi ortaya çıkarken küresel feminizm ve ekofeminizm tartışılmaya başlandı (Ecevit, 2012: 22).

Liberalizm gibi postmodernizm de dünyanın ‘radikal eşitsizlik’ dünyası olduğunu fark etmezken tüm kuram ve genelleştirmeleri ayırt etmeksizin reddeder.

Günümüzde, feminist teorideki arayışlara rağmen, cinsiyetçilik, kadınların değersizleştirilmesi ideolojisi ve partiyarka ya da erkek egemenliği, bütün dünyada devam ediyorken, küresel kapitalizmin doğaya ve kadına etkisi ekofeminizmi, çağdaş feminist teoride merkezi bir yere taşımıştır. Ekofeminist teorinin temel ilkesi, kadınların egemenlik altına alınmalarıyla doğanın egemenlik altına alınmasının bir bütün oluşturduğu yönünde gelişerek tüm yaşayanların var olmak hakları temel projeleri olmuştur (Donovan, 2015: 349, 380, 394, 396, 399).

1970’li yıllardan günümüze entelektüel bir alan ve toplumsal bir hareket nitelemesiyle gelişen ekofeminist yaklaşım, çağın sorunlarına sağlıklı bir cevap bulabilmek için toplumsal cinsiyet sorunu ve ekolojik tahribat arasında bağlantı kurma arayışında olmuştur. Buna göre, kadının ezilmesi ve doğanın sömürülmesi arasında ya da patriyarkal sistem ve onun uzantısı olan kapitalizm ile kadının ve doğanın sömürülmesi arasında sistematik bir ilişki mevcuttur (Demir, 2013: 11).

Eko-feministler çoğu zaman kadınların doğaya yakın olduğunu, ancak bu yakınlığın

23 onları güçsüz kılmak için kullanıldığını iddia etmişlerdir. Dolayısıyla kadınlarla

23 onları güçsüz kılmak için kullanıldığını iddia etmişlerdir. Dolayısıyla kadınlarla