• Sonuç bulunamadı

ORHAN KEMAL, KEMAL TAHİR VE YAŞAR KEMAL ROMANLARINDA TOPLUMSAL CİNSİYET AÇISINDAN “KADIN”

3.1. ORHAN KEMAL’İN ROMANLARINDA TOPLUMSAL CİNSİYET AÇISINDAN KADIN TEMSİLLERİ

3.1.2 Çalışma Yaşamı ve Kadın

Orhan Kemal’in romanlarında alt sosyal-ekonomik düzeyden gelerek çalışma yaşamına entegre olmaya çalışan, ancak bu süreçte aşağılanan, kötü koşullarda çalışmaya mahkûm edilen, buna rağmen beklentileri, umutları olan kızlar ve kadınlar önemli bir ter tutar. Kadınlar çalışma yaşamında; tarlada, fabrikada, hizmet sektöründe yer alırken ev içi işlerle de uğraşmaktadırlar. Toplum içinde çalışan kadın olgusu, romanların yazıldığı tarihsel süreçte ve sosyal zeminde toplumda kadın kimliğinin değişiminin algılanma biçimini bizlere gösterir. Yazarın Çukurova ve İstanbul’u mekân alan romanlarında, kadınlar açısından çalışma yaşamının en kötü yüzüyle karşılaşmaktayız. Bunların çoğuna yazar kendisi tanıklık etmiştir.

Yaşadıkları ve gözlemlediklerinden yola çıkarak kız çocuklarının, genç kadınların ve yaşlı kadınların geliri düşük işlerde, çoğu zaman güvencesiz ve zor koşullarda nasıl çalıştıklarını okuyucuyla paylaşır. Öte yandan kadınların hane içindeki hizmetleri olarak nitelendirilen bakım ve duygusal emeklerinin bir karşılığı yoktur. Orhan Kemal’in romanları bu anlamda yoğun bir içeriğe sahiptir. Romanları üzerine yapacağımız çözümlemeler çalışma yaşamında da toplumsal cinsiyet eşitsizliğini görmek açısından somut verilere ulaşmamızı kolaylaştırmaktadır.

“Cemile” romanı, 1930’lı yıllarda, “çürümüş tahta, paslı teneke ve kerpiç yığınlarından ibaret evleriyle işçi mahallesi” (O, Kemal, 2004: 12) özelliğiyle betimlenen yoksul bir yerde geçmektedir. Bu mahallenin insanları daha çocuk yaşta olanlarla birlikte günde on iki saat ayaküstü çalışarak yaşam kavgası vermektedirler.

Boşnak kızı Cemile abisi ve babasıyla birlikte yetersiz bir evde oturmakta ve

174 fabrikada işçi statüsünde çalışmaktadır. Yazar fabrikada çalışan kadınlarla ilgili bir sahneyi şöyle paylaşır: “Fabrikanın ‘işçi kapısı’ üzerindeki yuvarlak saat öğlenin on bir buçuğunu beş geçeyi gösteriyordu. Tam on bir buçukta dokumahane paydos olmuştu. Şimdi iplikhanenin kadın işçileri, siyah önlük, beyaz başörtülü kalabalığı halinde, yorgun çıkıyorlardı” (O, Kemal, 2004: 46).

Cemile iplikhanede çalışmasının yanında evdede ev içi işleri yapmayı sürdürmektedir. Örneğin ev içinde kadınla özdeş tutulan hizmetlerden biri olan çamaşır yıkarken şöyle aktarılır:

“Küllü suda sabun gayet iyi köpürüyordu. Kalın kemikli, sağlam bilekli elleri, küçük yaştan beri fabrikada çalışan birçok işçi kızların ki gibi, nasırlıydı, parmakları eğri büğrü, kemikleri çıkık çıkık. Çamaşırları suya basıyor, sabunluyor, çitiliyor, sıkıyor, sonra kuvvetli yumrukları arasına alıyordu. Dilinde türkü, öyle iştahla, öyle canlı yıkıyordu ki. Etrafa neşeli köpükler saçılıyordu” (O, Kemal, 2004: 80).

Orhan Kemal’in Çukurova bölgesinde geçen romanlarında kadınların yaşamı ve çalışma koşulları ataerkil ilişkilerle örülüdür. Yazar “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanında emek gücüyle zor şartlarda çalışan kadınları anlatır:

“Her çırçır makinesinin üzerinde genç, yaşlı kadınlar, kızlar, çocuklar oturuyor, ellerindeki değnekleri makinelerin ‘Top’ denilen silindirleri arasında sağa sola kullanarak, silindirler arasındaki tohumlu pamukların toplar tarafından iyice yenmesini sağlıyorlardı… Irgatbaşı makinesinin üzerinde sarsılarak uyuklıyan yaşlı bir kadına gitti, omzundan hoyratça sarstı, uyandırdı, ayıp yerlerine, babasının kemiğine filân söğdü…” (O, Kemal, 2014c: 69).

Makine başında uyuduğu için iş kazası geçiren kadınlara ise “Murtaza”da geçen, ırgat başının hatırlattığı Naciye yalnızca bir örnektir: “Naciye. Uyku bu, insan ne yaptığını bilir mi? Uykuya geçmiş, derken bir yuvarlanmış, iki eli, bileklerine kadar topların arasına girmiş, düdükler fırrr fırrr… koştuk, ne koşalım? İki bilek de kopmuş, kan nasıl akıyor…” (O, Kemal 2015c: 257). Çukurova’nın beyaz altınının işlendiği pamuk fabrikalarında beyaz başörtüleriyle çalışan kadınların başlarından iş kazası kolayca geçebilmektedir. Bu romanda kadınların görünürlükleri daha çok fabrika ortamında, olumsuz çalışma koşullarında ortaya çıkar. Yazarın anlatımı ile kötü koşullarda çalışan:

“…kızların çoğu, daha memeleri kabarmadan gebe kalırlar. Doğurur, anne olur, gene gebe kalır, gene doğurur, gene gebe, gene doğum.

Sonunda ya tanınmayacak kadar çirkinleşir ya da yeni dostlar ardında koşan kocalarının tekmesiyle elde ele dolaşır, en sonunda da babaları yaşında birinin kahrını çekmek zorunda kalırlar. İçlerinde kerhanelere

175 düşenler de olur. Düşmiyenlerse, kim bilir hangi pamuk tarlasında çapa çapalarken, sıtma ya da güneş çarpmasından, bir deri bir kemik, genç yaşlarında ölür giderler” (O, Kemal, 2014c: 81).

Fabrikada kâtipler olsun, ırgat başları olsun kadın işçilere seslenirken haklarında rahatlıkla kahpe, orospu vb. gibi aşağılatıcı kavramları yüksek sesle kullanabilmektedirler. Erkekler arasında kadınlarla ilgili konular cinsellik etrafında dile getirilir. Yoksul kadınların para karşılığında erkeklerle yatması romanlarda tanıdık olaylardır. Örneğin “Kanlı Topraklar”da fabrikalarda, çırçır dairelerinde on iki saatlik iş süresince özellikle kızlar/kadınlar gündelikleri hak etmeleri bir yana kâtiplerin, diğer sorumluların şiddetine, aşağılanmalarına, tacizlerine de maruz kalmaktadırlar. Bu insanlık dışı koşulları sorun görmeyen insanlarda yerleşen algıya göre ise: “İşçi, en aşağılık, en değersiz biriydi ki, ‘insan’lıkla ilgisi, insana benzemesinden ibaretti. Hakkını araması ne demekti? Hele arasın, hele karşısındaki ustaya, usta yardımcısına, kâtibe ters baksın, dik konuşsun, yiyeceği dayağın hesabı olamazdı” (O, Kemal, 2012a: 129).

İşçileri ilgilendiren sosyal düzenlemeler, sendikal örgütlenmeler, sosyal mevzuat, çalışma yaşamında toplumsal cinsiyet duyarlılığı gibi noksanlıklar buna eklenince çalışma yaşamının insani olmayan bu yüzü yıllarca böyle sürmüştür. Yine insanlık dışı bir durum vardı ki, o da kız çocuklarının çalıştırılmasına ilişkindir.

Romanda geçen şu ifade adeta bunu göstermek amacındadır: “Her makinenin üstünde bir işçi otururdu. Bunlar dokuz on yaşlarında kız, oğlan çocukları, genç kızlar, taze kadınlar ya da kırış kırış yağlı kadınlardı ki, ağızlarının üstüne kadar büründükleri örtüleriyle tozlu birer paçavra yığınına benziyorlardı” (O, Kemal, 2012a: 21).

“Hanımın Çiftliği” serisinde fabrika çırçırlarında küçük yaşta çalıştırılan kız çocukları, bildik sosyal sefalet manzaralarıdır. Yaşı küçük bu kızlar, genelde bir yakınlarının kimlik cüzdanıyla fabrikaya kaydolurlar. Örneğin yeğenine satıldığı Muzaffer Bey’le daha sonradan evlenip işveren konumuna yükselecek olan:

“Güllü fabrika çırçırlarında çalışıyordu. Bu işe sekiz yaşında başlamıştı. Mahalleli fakir fukara için gelenekti bu zaten. Çocuklar yalınayakları, şakıldaklı entarileriyle mahallenin çamuru, tozu toprağı içinde boy atıncaya dek oynar, boy atıp da palazlandılar mı, büyüklerinden çalışmayan ya da çoktan ölmüş birinin kimlik cüzdanıyla fabrikaya girerlerdi. Güllü de öyle. O da mahallelerinin birbirini kesen daracık sokaklarında kışın çamurlu sulara, yazın da toza toprağa

176 bulanarak palazlanmış vakti gelince de ölü teyzesinin kimlik cüzdanıyla girmişti çırçır fabrikasına” (O, Kemal, 2009a: 20).

Romanda sosyal niteliği düşük marjinal işlerde çalışan kızlar sıkça işlenir.

Bunlar arasında hizmetçi kızlar, bar kadınları, evine ekmek götürmek için çamaşır yıkayan kadınlar yer alır. Çırçırlarda çalışan kızlar iyi değerlendirilmez. Fabrikalarda çalışan kadınlara bu bakış, toplumun söyleminde ve erkeklerin kurduğu hegemonik dilde sürer. Fabrikalarda erkeklerin yanında çalışan kızlara yönelik oluşturulan bu imaj kolaylıkla silinmez. Çalışan kızların ve kadınların gelirlerineyse çoğu zaman eşleri ya da babaları el koyar. Geliri istedikleri gibi harcarlardı. Fabrikada çalışan kızlarının gelirine el koyan “Murtaza” romanının erkek karakteri Bekçi Murtaza buna bir örnektir. Bekçi Murtaza ailesiyle yaşayan, bir mahalle bekçisidir. Yoksul bir aile, altı çocuğu olmakla birlikte kendisi, kızları ve eşi çalışmaktadır. Güvenlik bekçisiyken, mahallede her işe burnunu sokan ve yoksul insanların şikâyet ettiği bu kişiden yalnızca dev apartman sahipleri memnundur. Vazife aşkıyla tutuşan Murtaza’nın, artan şikâyetler üzerine görev yeri emniyet müdürlüğünden bir fabrikaya kaydırılır. Fabrikanın fen işleri müdürü Murtaza’nın çalışmasından hoşnuttur. Murtaza, iş yerinde uyuyan kızına uyguladığı şiddetle ölümüne sebep olan, küçük oğlunun bakkaldan aşırdığı ekmek dolayısıyla mahkemeye çıkarıldığında, ceza isteyen bir kişiliğe sahiptir. Büyük umutlar beslediği çocuğunun tutuklanmasını istedikten sonra bile eşine, “çürüttün tohumumi” diyecek kadar çocuğun yanlış davranışından dolayı eşini suçlayan erkek egemen bir karakterdir.

Vazifeyi namustan üstün görür. Hatta kızlarını evlattan saymaz. Bu nedenle Firdevs ile Cemile fabrikada çalışırken: “Haftadan haftaya mavi zarflar içinde aldıkları haftalıklarını babalarına tek kuruş eksiksiz getirmek zorundaydılar” (O, Kemal 2015c: 150).

Genel anlamda bakıldığında, romanların yazıldığı toplumsal arka planda hem ailede hem de üretim sektöründe kadınların ücretli işçi statüsünde, sosyal güvencesi olmayan işlerde çalışırken, risklerle karşı karşıya kaldıklarına aldırış edilmez.

Erkekler ev işlerinde kadınların kendilerine hizmet etmesini isterken, çalışma yaşamının her aşamasında bulunan kapitalistler de artan ucuz işgücü taleplerini karşılamak için kadın işgücüne başvurmaktadırlar. Başka bir ifadeyle erkeklerin, kadınların emek gücü üzerindeki denetimleri ve bu denetime imkân tanıyan bütün

177 toplumsal yapılar patriarkal sistemin dayandığı maddi temeli oluşturur (Toksöz, 2012: 261).

Tarımda makineleşme, emek yoğun çalıştırılan işçilere duyulan gereksinimin azalması ve buna bağlı artan işsizlik ve göç birçok sosyal sorunu beraberinde getirirken, kırsalda yoksulluk içinde topraksız köylülerin, değişen çalışma yaşamı ve toplumsal değişme ile birlikte geleneksel işlerinin önemini yitirdiği ve aile gelirlerinin azaldığı bir gerçektir. Ailelerin içinde birçok endişeyi barındıran yeni durumlarla baş etme stratejileri değişebilmektedir. Göç etmek ya da yeni iş alanlarında iş aramak bir çözüm arayışı olabilmektedir. Orhan Kemal’in “Eskici Dükkânı” romanı Çukurova’daki değişme ile birlikte geleneksel işini yitiren, bir ayağını savaşta kaybetmiş Topal Eskici ile ailesi etrafında dönmektedir. Gelirleri azalınca ailede çocuklar, gelin ve torunlarla pamuğa gitmeye karar verilir.

Yaşadıkları çevrede kütlü toplamaya gitmek ırgat, maraba takımının işi olduğundan alçalma olarak görülür. Kütlü toplama işinde kızlar, kadınlar ve yaşlılar emek yoğun çalışırlar. Yalnızca Topal Eskici’nin ailesinin değil, bu sıtma yayan sarı sıcak tarlalara çalışmaya gidenlerin hepsinin amacı “daha iyi bir yaşama kavuşmaktır” (O, Kemal, 2005: 139).

Orhan Kemal’in romanlarında şehir hayatında, yoksul kenar mahallelerde yaşama tutunma mücadelesi veren ailelerin kız çocuklarının, farklı yaş gruplarından kadınların birtakım verimliliği düşük işlerde çalıştıklarını okumaktayız. Çalışma yaşamına girmek, fabrikada ya da hizmet sektörü de olsa kadın açısından kamusal alanda bir görünürlük kazandırsa bile başlangıçta zorlukları çok fazladır. Toplumsal ön yargılar, çalışma yaşamında erkek bakış açısının yer etmişliği, yine bu bakış açısıyla ilgili kültürel kalıpları içselleştirmiş bazı kadınların taşımaya çalışması tamamen kadınların aleyhinedir. Öyle ki:

“Cinsiyetçi kültürel kalıplar işgücüne katılımı farklı şekillerde etkileyebilir. Bu kalıpların en kısıtlayıcı hali, kadının kamusal alanda erkekle yan yana yer almasını yanlış bulan, emek piyasasına katılmak şöyle dursun hareket özgürlüğünü çok gören bakış açısıdır. Ancak kültürel kalıplar, daha ağırlıklı olarak kadının öncelikli görevinin eş ve annelik, asıl yerinin ev içinde olduğu, bu görevleri aksatmadan yerine getirmesi koşuluyla emek piyasasına ikincil konumda katılımını kabullenen muhafazakâr bakış açısıyla etkili olmaktadır” (İlkkaracan, 2010: 23).

Toplumsal cinsiyet hiyerarşisi kadın işgücünü çalışma yaşamında sınırlamakla kalmaz, kadınlıkla özdeş tutulan işler edinmeye zorlarken, düşük ücretten tutun da iş

178 yerinde tacize kadar varan eşitsizleştirici durumların yaşanmasına neden olur.

Kuşkusuz bu durum:

“Kadınlarının yerinin evi, esas sorumluluğunun ise aile ve ev ile ilgili sorumlulukları olduğuna ilişkin güçlü toplumsal yargı, işyerlerinden dışlanmalarını ve emek piyasasında belli mesleklerde yoğunlaşmalarını meşrulaştıran önemli bir dayanaktır. Dolayısıyla cinsiyete dayalı iş bölümü kadınların evin içindeki ve emek piyasasındaki konumunu belirleyen temel bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır” (Urhan, 2016: 123).

Bu, ayrıca iç göç ile gelinen kentte, kadının sosyal statüsünün düşüklüğü ve bunu besleyen eğitimsizlik ya da düşük eğitimli olmasıyla kadınlara kent yaşamında toplumsal eşitsizlikleri yaşatırken, içinde bulunduğu sorunları çözmede handikap oluşturmaktadır.

“Devlet Kuşu”nda Mustafa’nın kız kardeşleri trikolarda çalışırken, hoşlandığı kız Ayten, evde dikiş makinesinde dışarıya iş yapmaktadır. Mustafa’nın annesiyse çalışan kızları yadırgar ve bu kızları, “iş yerlerinde kendilerini erkeklere mıncıklatan arsızlar” olarak değerlendirir. Ona göre, “kadın için kızları, ille büyük kızı pek bir şey ifade etmezdi. El kapısında, trikolarda çalışan bir kızı, isterse güzel olsun, zenginler ne diye beğensin ne diye alsındı?” Kızlar açısından çalışmanın ayıp sayıldığı, suçlandığı, “Fabrika kızı değil mi? Bırak. El değmemişi olmaz!” (O, Kemal, 2014b: 16, 23, 32) nitelemesiyle değerlendirildiği görülmektedir. Denebilir ki, Orhan Kemal’in neredeyse tartışmasız bütün romanlarında tarlalarda, fabrikada veya dikiş atölyelerinde işçi statüsünde çalışan bu yoksul kızlara toplumun büyük kesimi namussuz nazarıyla bakar (Gülendam, 2006: 305, 328). Yine “Evlerden Biri”

romanında Leman Hanım’ın kızı Nursen triko işçisidir. İlk işe başladığında, kadınlı erkekli işçilerin arasında önceleri utanırken, artık, “iş yerinden, çalışmaktan utanmıyor. Evlense bile çalışmak ister. Tabii kocası bırakırsa. Bıraksa birlikte çalışsalar” (O, Kemal, 2012c: 95). Erkeğin beklentisine göre kadının kendisine yön vermesi, kadının ataerkil değerleri içselleştirmesinden kaynaklıdır. Aynı romanda Sadi Bey’in kızı Ayşe kasiyerdir. Emine Hanım hademe rolüyle işlenir. Sonuçta çalışan kadınlar çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. İş yerinde tacizlere uğrarlar. İskender, sevgilisi Nursen’le konuştuğunda, Nursen bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla şöyle dile getirir:

“İşyerlerini başka türlü sanıyorlar. Yani oralarda çalışan kızlarda hayır yoktur. Pek de yanlış değil, çoğu oynar ama, hepsi değil. Oynayanların de pek çoğu mecburiyet yüzünden. Yoksa hiçbir kız, isteyerek, fena olmak

179 için oynamaz. Sonunda mesut bir yuva kuracağım diye koşar!” (O, Kemal, 2012c: 124).

Ortaya çıkan sonuç şu ki, ekonomik zorlukların etkisiyle özellikle kırsal kesimden şehre yeni taşınmış ailelerdeki kadınlar, kızlar aile bütçesine katkı sağlamak amacıyla ailelerini/eşlerini yalnız bırakmamışlardır. Bu kadın ve kızlar, fabrikalara işçi olarak girmiş veya esnaf yanlarında sekreterlik, tezgâhtarlık gibi işlerle uğraşmışlar ve bu sırada çok çetin zorluklarla karşılaşmışlardır (Gülendam, 2015: 576). Hal böyle iken yaşamlarının güzelleşeceği yönündeki umutlarını asla kaybetmemişlerdir.

“Yüz Karası”, Orhan Kemal’in yoksul bir ailenin üyelerinin yaşam mücadelesini, çalışan üyelerini ve umutlarını görmemiz açısından kendi roman anlayışını yansıtmaktadır. Yazar “Yüz Karası” romanında, Adanalı dondurmacı Baba İlyas’ın yoksul ama umut dolu ailesini anlatıyor. Fabrika iplikhanesinde bankocu olarak çalışan ailenin büyük kızının yanı sıra anne pazarda küçük kızı Fatma’yı yanında gezdirerek yeşillik satmaktadır. Yoksul bir semtte oturan ailenin iki oğlu bulunmaktadır. Memet futbol peşinde koşan, annesi dışında evdekiler tarafından eleştirilirken, büyük abi Ahmet İstanbul’da tıp okuyan ve ailenin futbol meraklısı çocuğu dışında bütün üyelerinin umut bağladığı kişidir… Onunsa tek amacı zengin biri olmaktır. Anne sebze sattığı bir gün büyük kızını beklerken romana giren şu görüntü dönemin çalışma yaşamından bir kesit biçiminde değerlendirilmelidir: “Çeyrek saat sonra pamuk bulaşıkları içinde siyah iş önlükleri, beyaz başörtüleriyle iplikhane kızları, mavi dokumadan kaba saba elbiseleriyle, dokumaların yorgun erkek işçileri, takunyalarla işçi çocuklar, küme küme geçmeye başladılar” (O, Kemal, 2011: 20).

Çalışıp gelir elde ederek yaşamını sürdüren kadınların ailelerinin hemen hemen hepsi de Orhan Kemal’in romanlarında yoksuldur. Başka bir açıdan bakıldığında bu yoksulluk insan ilişkilerine yansımakta ve aile içi sorunları yoğunlaştırmaktadır.

İstanbul’da geçen “Bir Filiz Vardı” romanında: Üç çocuklu yoksul bir ailede baba 1960’ın 27 Mayısından sonra Vatan Cephesi üyesi olduğu için işsiz kalmış ve alkolle tanışmıştır, anne Leman ev işleriyle ve dışarıda ara işlerde (çorapta) çalışmaktadır.

Oturdukları mahallenin esnafından veresiye alışveriş yaparken, Orhan Kemal’in romanlarında sıkça rastladığımız gibi Filiz’in rüyalarına kadar giren kasap, taksitçi, taksicilerin birçoğu tacizcidirler. Orhan Kemal, on altı yaşında yoksul ailesinden,

180 yoksul mahallesinden, etrafını saran erkeklerin yok edici dünyasından sıyrılarak kendisini var etmeye çalışan bir kızı romanının merkezine oturtmuştur. Kemal, çalışmak zorunda kalan pek çok kızın, çalışma koşullarında karşı karşıya kaldıkları zorlukların farkındadır. Aydınlık gerçekçilik anlayışı, namuslu bir çalışma kapısı arayan Filiz gibi var olmaya çalışan ve de başkalarının istediği insan olmak zorunda kalmak istemeyen, çevresinin değer yargılarına boyun eğmeyen tipleri romanına konu edinmesini beraberinde getirir. On altısında, yoksulluktan orta ikiden terk Filiz’in bir gazete ilanında rastladığı iş başvurusu kabul edilir. Mücadelesi ondan sonra erkek egemen dünyaya ve ona ayak uyduran kadınlara karşı başlar. Kendi kararlarıyla hareket etmek ister. Romanın sonlarına doğru aydınlanmış bir Filiz karşımıza çıkar:

“Her şeyden önce, hiç kimsenin ona tokmak olamayacağı bir işte çalışmak isterdi. İş dilediğince ağır olsun. Çalışmalı, ama tepesine dikilen bir mal sahibi, bir usta, bir kalfa ondan ‘iş’ten başka bir de kadınlığını istememeliydi. O iş başkaydı, ayrıydı. Önce iş, sonra sevmek sevilmek” (O, Kemal, 2015a: 227).

“Yalancı Dünya”da Neriman ise kadınlığını sömürecek erkekleri düşünmeden, evden kaçıp film yıldızı olmak ister. Ancak cinsel bir meta olarak kullanılır. Ve filmcilikte umduğunu bulamayınca, sendikacı bir film teknisyeni ile evlenerek, bir konfeksiyonda çalışmaya başlar.

Kadınları kısıtlayan, yaşadıkları erkek egemen sosyal-kültürel yapıdır.

Cinsiyete ilişkin rollerin ataerkil yapı tarafından belirlenmesi, kadının daha çok cinsiyete dayalı geleneksel davranışları içselleştirmesini beraberinde taşır. Kadın, toplumun beklediği rollere uygun işlevleri yerine getirdiği zaman uyumlu kabul edilmektedir. Öte yandan bir iş bulabildiği, ücretle tanıştığı göç ile beraber şehre yerleşme süreci, kadının statüsüne etkide bulunabileceği gibi kendisine yüklenen cinsiyet rollerini kritik etmesine de neden olmaktadır. Kente göceden yoksul köylülerin, kentte ne oldukları ve hangi toplumsal katmana eklemlendikleri konusundaki görüşler sürekli değişmeye uğramıştır. Kimi zaman oralar işçi sınıfının konut alanları kimi zaman da çevre işçilerin ya da marjinal sektörde/enformel sektör çalışanların mekânı olarak tanımlanmıştır. Bu farklı algılamalarda, gecekondulaşma sürecinin geçirdiği değişimin ve özellikle ticarileşmesinin sonuçlarının etkileri vardır (Erder, 1994). Orhan Kemal’in romanlarında kadınlar açısından unutulmaması gereken bir kare gecekondu kadınlarıdır. Hemşerilik ve komşuluk ilişkileriyle örülü

181 gecekondularda, göç ile gelinen kentte de öncelikle cinsiyet belirleyicidir.

Başlangıçta işgücüne önce erkek katılım gösterir. Zamanla kentle ilgili güvenlik endişelerini aşan, kendi sosyal ilişkiler sistemiyle hareket eden ailelerde kadınlar çamaşırcılık yapıp, temizlik işlerinde çalışmanın yanında fabrikalarda iş tutmaya başlarlar. İş edinme, her türlü soruna rağmen kadına kente katılma kapılarını aralayabilir. Ne var ki sosyal dışlanma süreçlerinin yoğun yaşandığı alanların başında kentlerdeki bu yoksul mahalleler gelmektedir. Unutmayalım ki buralar köyden kente göç ile oluşturulmuş gecekondu mahalleleridir. Bu nedenle gecekondu olgusu Türkiye sosyal ve politik hayatının önemli bir parçası ve hatta kendisi olagelmiştir (Dedeoğlu, Gökmen, 2011: 31). Kent yaşamıyla bütünleşme ve işgücüne katılım gibi konular kadınlar açısından cinsiyet temelli sorunların yaşanmasını kolay kolay çözümleyememektedir. Ancak yine de:

“Kadının sosyal ve ekonomik güvencesini evlilikte gören, kadına -hatta

“Kadının sosyal ve ekonomik güvencesini evlilikte gören, kadına -hatta