• Sonuç bulunamadı

1.2. TOPLUMSAL CİNSİYET KURAMLARI VE FEMİNİST YAKLAŞIMLAR

1.4.1. Roman Sosyolojisinin Gelişimi

Birey-toplum etkileşimlerini ve sorunlarını, olay örgüsünde yapılandıran roman sosyolojik bir olgudur. Romanın gelişiminin tarihsel ve sosyal bir arka planı vardır.

Roman olgusu farklı ülkelerde eş zamanlı bir gelişim dinamiği sergilememiş olsa bile evrensel bir niteliğe ulaşmıştır. Şöyle bakacak olursak, romanın başlangıcı kabul edilen Batı Avrupa’dan başlamak üzere: 19. yüzyılda Avrupa kapitalizmi bütün yeryüzünde egemenliğini kurarken ve dünyayı kendi ekonomisinin yaygınlığı ve teknik üstünlüğüyle, fetihler yoluyla dönüştürürken, beraberinde kendince üstün olan inançlar ve değerlerden oluşan güçlü bir yükü de kolunun uzandığı her yere taşımak zorundaydı, ürettiği kültür endüstrisi içinde önemli bir yer tutan sanat da buna dahildi (Hobsbawm, 2014: X, XI). Dolayısıyla:

“Kapitalizme geçişte başı çekerek uluslararası pazarın oluşmasında öncü rolü oynayan ülkeler, yazının evrenselleşmesinde de ilk planda rol oynamışlardır. Avrupalı devletler pazar ekonomisi kuralları içinde nüfuzları altına aldıkları ülkelerde, ilk aşamada ‘roman’ı değil, roman okuyucusunu yaratmışlardır. Bu süreçte çeviri ve

‘adaptasyon’ etkinlikleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kapitalist metropollerin tüm periferisinde gözlenen bir yenilik olmuştur. Bu çeviri ve ‘adaptasyon’ dalgasını, ikili duyguların damgasını taşıyan çekingen bir ‘yerli roman’ akımı izlemiştir. Bu aşamayla birlikte, ‘roman’ türü, nesnel olarak evrenselleşme sürecini tamamlamış ve evrenselleşmenin estetik yönü ön plana çıkmaya başlamıştır” (Timur, 2002: 304).

Romanı ortaya çıkaran koşullar, roman konuları ve roman karakterleri ile roman yazarının düşünce yapısını, sosyolojik bir olgu kabul ettiğimizde romanın analizine yaklaşımımızı da belirlemiş oluruz. Sosyolojik bir olgu olduğu için romanın sosyolojik bir tarihselliği de vardır. Romanın geçmişine doğru baktığımızda, Lukacs (1977: 9)’a göre, “modern burjuva kültürünün egemen sanat biçimi” olarak değerlendirilmesinin yanında kökeni bakımından roman yazılmadan önce, edebiyatta, ‘anlatı’ türü vardı. En eski epikler, Orta Çağ’da koşukla veya düzyazıyla yazılan romanslar, Rönesans çağında popülerleşen pikaresk gezgin hikâyeleri de, anlatı türüne girer, ama romanı bütün bunlardan ayıran özellikler farklıdır. Romanda birey vardır. Birey ‘ampirik’ bir bakış açısıyla ele alınır. Kişiler özgüldür, özgül bir mekân ve zamanda yaşarlar. Bireysel tarihlerinin bir sonucu kabul edilen bir

‘kişilik’leri vardır. Teknikler değişebilir ancak roman gerçekliğe yakındır, sosyolojik yönü buradan gelir (Belge, 1986: 185). Elbette edebi tür kimliğiyle romanın

37 gelişmesi ile bireyin toplumsal bir varlık olarak gelişmesi arasında bağlantılar vardır.

Yalnız şu farkla: Romanın gelişmesi bireyin kişilik kazanmasıyla açıklanamaz;

burada bireyi ‘kişilik sahibi’ yapan toplumsal gelişmenin belirleyici olduğu unutulmamalıdır (Şölçün, 1982: 174). Roman birey ve toplumu özetler.

Fransa’da Stendhal’den başlayarak birçok yazar tarafından roman, toplumun nabzını tutan, yeni dünyalar tasarlayan ve sosyal gerçekliği yorumlama yönü en ağır basan edebî tür olarak değerlendirilmiştir. Bu sebeple roman sürekli olarak toplumsal gerçekliği yansıtıcı bir ayna olarak kabul görmüştür (Çelik, 2015: 60). Toplumsal yapıyı çeşitli yönleriyle aktaran roman, değişen insanı, değişen insanın insanla ilişkisini, toplumla ilişkisini; giderek değişen insanların yeni düşlerini anlata gelmiştir (Kocagöz, 1983: 18). Bu niteliğiyle roman değişen toplumu ve değişen toplumda bireyi odağına almayı sürdürmüştür. Daha doğrusu çağı, türü ve yapısı ne olursa olsun roman, insanı bütün boyutlarıyla (geçmişi, içinde yaşadığı zamanı ve geleceği, hayalleri ile) en iyi anlatan bir sanattır. Romana bu ayrıcalığı kazandıran, yani insanı bütün cepheleriyle anlatabilmesinin sebebi nedir? Sorusunun cevabı romanın temel ögelerinde mevcuttur. Kişi, zaman ve mekân romanın temel elemanlarıdır. Romancı bir kişiyi sadece olayın faili olarak değil, onu/onları fiziksel, psikolojik ve sosyal yönlerden de tanıtır (Sağlık, 2002: 133).

İnsanı çevresi içinde ele alan romanın, sosyolojik ve tarihsel olaylara kattığı çok önemli bir boyut onu ölümsüzleştirmesi, özelden genele; yerliden evrensele doğru götürebilmesidir. Bir sosyolojik olayın böyle evrensel boyuta kavuşabilmesi, o sosyolojik olayı romana taşıyan insanın sanat gücü ile doğru orantılıdır (Yalçın, 2011: 33). Söz konusu edilen bu sanat gücü tarafından, roman kahramanının öznel yanının evrensel boyutta işlenmesidir. Yine roman kahramanının, romanın yazılış nedeni olan öznel tepkileri etkin bir tarzda ortaya çıkaracak olaylar ve kişilerle çevrilmiş bir birey oluşu (Caudwell, 1988: 220), onu yaşadığı psiko-sosyal koşullarda kavrayışımızı kolaylaştırır. Ancak, genel anlamda romandan beklediklerimiz, edebiyattan, sanattan beklediklerimizle ilişkili biçimde temelde bir güzellik sorunudur. Yani romanın neyi anlattığı kadar nasıl anlattığı önemlidir ve ne ile nasılın uyumu, dengesi, söz konusu romanın başarısını belirler. Yazarın anlatmak istediği şey, yani konu, onun kişiliği, özel eğilimleri ve çevresini, hayatı algılayışıyla bağıntılı çeşitlilik gösterir (Aytaç, 2012: 14). Görüyoruz ki roman sosyolojisinde, romana asıl niteliğini kazandıran, insanı anlatırken onun tutum ve davranışlarının oluşmasına ortam sağlayan, unsurların başında, buna sebep gösterilen çevre de

38 gelmektedir (Yalçın, 2011: 51). Roman karakterlerinin farklı kimlikleri bu sosyal-kültürel-fiziksel çevre içinde şekillenir. Roman kahramanları bu bütünsel çevre içinde var olur. Sosyolojik çözümlemelerde çevrenin bu belirleyici yanı sıklıkla dile getirilir. Hal böyle olunca, roman yalnızca, “belirli bir edebi perspektife uygun olanları değil, insan yaşantısının tüm çeşitliliklerini resmetmeye çalışır: Romanın gerçekçiliği sunduğu yaşam tarzında değil, o yaşamı sunuş tarzında yatar” (Watt, 2007: 11).

Roman anlatım, biçim ve yapı yönüyle diğer edebi türlerden ayrı gelişmiş, insan ve toplum gerçekliğine daha bütünsel eğildiği için önem ve değerini ortaya çıktığı tarihsel koşullardan itibaren sürdürmüştür. Bunun yanında epistemolojik inşası, yaratılan kahramanlarıyla toplumdaki sosyal karakterleri verişi, toplumsal ve bireysel gerçek karşısında konu açısından izleğin ve anlatımın yapılandırılması, üst anlatıcı işleviyle yazarın anlatıya etkisi gibi ögeler roman sosyolojisinde her bir roman açısından çözümlenmesi gereken özelliklerdir.

Başka bir açıdan sosyolojik anlamda roman türü iki ana fon üzerinde kahramanların ilişkilerinin geliştiği bir sanat türü niteliğiyle değerlendirilebilir.

Bunlardan birincisi bireyden yola çıkarak dışa doğru bir toplum ilişkileri ve etkileşimleri ortamıdır. İkincisiyse romanın örgüsünde geçen mekân fonudur. Yani roman kahramanlarının yaşamlarının sürdüğü ev ve ev içi gibi dar çevre, köy, kent ve bölge gibi yakın çevre, ülke ve dünya gibi geniş çevre… Romancının kurguladığı kahramanlar ister sanal, isterse gözlem sonucu oluşturulmuş gerçek kişiler olsun, bu iki fon içinde ilişkilerini kurarlar ve zaman dediğimiz romanın vazgeçilmez ögesi bu iki fonu kuşatır (Yalçın, 2012: 8). Bunlarla birlikte birey, toplum, mekân ve zaman etkileşiminden bakıldığında, romanın çok dikkat çeken bir özelliğiyse yazarın varoluşsal kaygılarının, yapıtın ontolojisinde yer tutması ve okurun bu arayışa-kaygıya ortak olma becerisinin güçlü olmasıdır (Parla, 2003: 145).

Yazar, toplumsal bir grubun bireyi rolüyle, gerçekliği romanın içeriğinde yeniden üretme yolunu seçmektedir. Bunu yaparken birey ile toplum arasındaki bağı geliştirir; bireyle toplumu ele alır. Yer yer buna kendisini katar. Roman dünyasının kurgusunda gerçeklik çoğu zaman yerini bulur. Bu nedenle roman, yozlaşmış bir arayışın (Lukacs ‘delice’ diyor); daha geniş bir ifadeyle, kendisi de yozlaşmış olmasına rağmen, farklı bir seviyede gelişmiş ve farklı bir şekilde varlığını sürdüren bir dünyada, sahih (otantik) değerlere ulaşmak için yapılan bir arayışın tarihidir.

Sahih değerler, elbette ki, eleştirmenin ya da okuyucunun gerçek olmasını istediği

39 değerler değil; romanda açıkça görülemeyen, örtük biçimde, kendi evrenini yaratan değerlerdir. Her romanın kendi evrenini yaratan değerlerdir. Her romanın kendi sahih değerleri vardır ve bu değerler romandan romana değişir (Goldmann, 2005: 18).

Örneğin, toplumsal çevrenin insanın manevi ve ahlaki dünyası üstündeki etkilerini inceleyen Stendhal, kendi roman kahramanlarının psikolojilerini, gerçek dünyanın demir yasalarına bağlı, gerçek dünyanın bir parçası gibi çizmeye çalışmıştır. Bunun içinse, eylemi insan ilişkileri alanı içine sokup, insan zihnini, dramın ana kaynağı haline getirmiş ve eleştirel gerçeklikle psikolojik çözümleme sanatını geliştirmiştir (Suchkov, 1976: 119). Diğer yandan roman sanatı, varoluşun farklı görünüşlerini kendi tarzında, kendine özgü mantıkla bir bir keşfetmiştir. Cervantes’in çağdaşlarıyla birlikte kendine macera nedir? diye sormuş; Samuel Richardson’la, ‘içdünyada olan bitenler’i incelemeye, duyguların gizli hayatını ortaya dökmeye başlamış; Balzac’la, insanın tarihe kök salışını keşfetmiş; Flaubert’le, o zamana kadar günlük hayat için

‘meçhul toprakları’ keşfe çıkmış; Tolstoy’la insanın karar ve davranışlarında akıldışının etkisi üzerine eğilmiştir. Zamanı incelemiştir: Marcel Proust’la yakalanamayan geçmiş ânı; James Joyce’la yakalanamayan şimdiki ânı ele almıştır.

Thomas Mann’la zamanının derinliklerinden gelerek uzaktan adımlarımıza yön veren mitlerin rolünü sorgulamıştır. Vesaire, vesaire… (Kundera, 2014: 17).

Roman sosyolojisinde, sosyal konuların değerlendirilişi ağırlıklı bir yer tutar.

Roman, bireylerle ilintili varoluşun gerçekliğini sosyal ilişkilerle yapılandırır. Bu özelliğiyle roman gerçek kimliğine Batı’da sanayileşme sürecinde kavuşmuştur. Bu dönemde Batı toplumlarında yaşanan makro değişimler ve dönüşümler ile sosyal sorunlar romanın var olma olanaklarını önemli oranda artırmıştır. Birey yerine göre bu sosyal konuların öznesi olmuştur. Sosyal konular içinde şehirleşme, insan ve toplum ilişkilerinin değişimi, kamusal ve özel alan arasındaki arayışlar roman dünyasına ve sosyolojisine yansımıştır. Romanın kurgusunun yanında dilin kullanımı, yazarın özgün üslubu, insan ve toplumsal yapıya eğilişi ve bunları bir bütün halinde aktarışı romanın yetkinleşmesini beraberinde getirmiştir. Burada sanatta öz ve biçim değişmelerinin, eninde sonunda, toplumsal ve ekonomik değişmelerin sonucu olduğunu görmeden edemeyiz. Bu dolaylı etki biçim ve özde yansımasını göstermiştir. Bu nedenle bir roman sosyal analizinde özellikle sanat olgusunu değerlendirirken yazıldığı çağın toplumsal koşullarını, akımlarını ve çelişmelerini, sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını, bunların sonucu olan dinsel, düşünsel ve siyasal düşünceleri göz önünde tutmamız gerekir (Fischer, 1993: 139).

40 Her tarihsel-sosyal dönem insan ve toplum trajedileriyle romandaki yerini bulurken, arka planda romanın yazıldığı toplumsal yapı görmezden gelinemez. Bu açıdan değişen toplum-birey ve roman kurgusu yer yer aşılması gereken bir sorunsal halini alabilmektedir. Tartışılan bu konu, yani Goldmann (2005: 24, 25)’a göre:

“Roman sosyolojisi sorunu, edebiyat sosyologlarını hep düşündürmüştür; fakat bugüne kadar, bana göre, bu sorunu aydınlatma adına yeterli bir adım atılamamıştır. Oysa temelde roman, tarihi boyunca bir biyografi ve toplumun yaşadığı tüm olayların kaydedildiği bir günlük olduğuna göre; böyle bir günlüğün, az ya da çok dönemin toplumunu yansıttığını görebilmek için bir sosyolog olmaya gerek yoktur. Kısaca, yapılan tüm analizler, roman edebiyatının içeriği ile toplumsal gerçeklik arasındaki ilişki üzerine kuruludur. Oysa, roman sosyolojisinin cevabını araması gereken asıl sorun, romanın yapısı ile bu yapının içinde geliştiği sosyal yapı arasındaki ilişki; yani edebi bir tür olarak roman ile modern bireyci toplum arasındaki ilişki olmalıdır.”

Bu yaklaşıma katkı verecek şekilde devam edersek, diyebiliriz ki, her roman, sui generis bir toplum tanımı yapar, ama bazı bireysel özelliklerin ve bazı sorunların yinelenişi, çağın süregelen sorunlarına dikkat çekerken, hiç kuşku yok ki, romanı diğer edebiyat türlerinden ayırt eden özellik, hem karakterlerinin bireyselleşmelerine hem de yaşadıkları çevrenin ayrıntılı sunumuna büyük önem vermesidir (Finn, 2013:

8, Watt, 2007: 19). Elbette roman hayatın sadece bir parçasını gerçeğe bağlı kalarak yeniden üretmeye girişmez, gerçeğin zengin, fakat geniş anlamda yine de sınırlı bir kısmının tasviri yoluyla, toplumsal gelişim sürecinin bütünselliğini duyumsatmak ister. Bu yüzden, romanın biçimsel sorunları nesnel gerçeğin her yansımasının zorunlu yanıyla göreceli olmasından kaynaklanır. Bu arada romanın hayatın engin zenginliğini, gelişim hatlarının karmaşıklığını ve çetrefilliğini, ayrıntılarının sınırsızlığını dolaysız şekilde hissettirme ödevi vardır (Lukacs, 2010: 174, 175).

Evet, romanın baştan beri gerçeklikle güçlü bağlar kurmayı amaçlayan bir tür olduğu bilinmektedir (Parla, 2003: 163). Kuşkusuz zaman içinde, roman sanatı toplumsal değişmeleri, politik süreçleri ya da insanın gerçek dünya ve insanlarla ilişkisini başlıca sorun gördüğü gibi, asıl önemlisi, bunlara gerçek yaşamın ötesinde bir derinlik ve gerçeklik kazandırmıştır. Sanatsal yaratımın gerçekleştirdiği soyutlama, nesnel gerçekliğin üstünde olanaklar taşır. Roman dünyasının gerçek dünyanın süreği olmadığı da artık tartışılmıyor. Romanın tasarım yetisinin aşkınlığı ilerlemiştir (Gümüş, 1991: 24). Keza roman sosyolojisinin var olma nedeni ile konusu, belli tarihsel toplumsal dönemlerde gelişen, değişen insan ve toplumun roman kurgusundaki yeridir. Birey ve toplum, sosyolojik anlamlarıyla roman türlerinin

41 yansıttıkları gerçeklikler üzerinden giderek işlenir. Örneğin, daha çok Fransa’da geliştirilen tarihsel romanın görevi, tarihsel koşulların ve bireylerin varlığını ve tam da böyle olduklarını şiirsel araçlarla kanıtlamak olmuştur (Lukacs, 2010: 51).

Eleştirel, toplumcu, romantik daha birçok roman türünde kendine özgü bu arayışlar belirgindir. Türkiye’de ise genelde Tanzimat süreciyle başlayan, Türk toplumunda yaşam ve düşünce tarzlarının değişmesi romana yansımıştır. Öyle ki bugün Türk romanının derinlemesine bir incelemesine sosyolojik bakılabilirse, geçen yüzyılda Türkiye’de yaşanan değişikliklerin önemli bir dökümünü verir (Finn, 2013: 5).

Toplum en genel nitelikleriyle romanda görünür. Bununla ilgili bir yaklaşım geliştirilecek olursa, sanat ve edebiyatın yapısı ile belli bir tarihsel gelişme dönemi içinde yer alan toplumsal sorunların, çatışma ve çelişkilerin sanata dönüştürülmesi arasında kaçınılmaz bir bağıntı olduğu görülür. Onun için sanat yapıtları, nesnel gerçeklik ve toplumsal praksis dışında, özerk bir üretimmiş gibi ele alınamaz, ya da yapıtın salt gramatik kategorilerinin biçimsel kurulma ögelerinin, kendi sanatsal gereçlerinin birliğine indirgenemez. Ancak bunların karşılıklı bağıntısı içinde, kendi içeriksel yapısına bağlı olarak ele alınabilir (Çalışlar, 1986: 6). Burada göz ardı etmememiz gereken bir şey de şudur, Türk toplumsal yapısının romanın doğum yeri olan Batı toplumununkinden farklı oluşu, Türk romancısı için güç sorunlar yaratmaktadır. Batılı bir romancı, sadece ‘yaşayarak’, kendi toplumsal gerçekliğine nüfuz edebilmekte, bu gerçekliği doğru olarak yansıtabilmektedir. Türk romancısının sadece yaşayarak toplumsal gerçekliğe nüfuz edebilmesi hemen hemen olanaksızdır;

Türk romancısına yardımı olabilecek tarihsel, toplum bilimsel araştırmalar gerekli olmakla birlikte bunlardan yararlanması bilinmelidir (Naci, 1990b: 507). Bu araştırmaların sağladığı birikimlerin yanı sıra tarih ve toplumsal yapı hakkında yeterli bilgi ve güçlü bir roman geleneği ile onun üzerine bina edilmiş bir roman sosyolojisi kuramı ancak geliştirebilir. İşte bunun için romanı düzyazıdan ayırmak, geçmişten gelen diğer anlatı (masal, destan, efsane gibi) türlerinden farkını ortaya koymak, romanın var oluş koşullarını sürdürmek, romanın biçimsel-içeriksel arayışlarıyla toplumsal değişme arasındaki etkileşimi ölçmek için roman sosyolojisi kuramını yetkin kılmak gerekir.

42 1.5.ROMANIN TARİHSEL GELİŞİMİ