• Sonuç bulunamadı

1.2. TOPLUMSAL CİNSİYET KURAMLARI VE FEMİNİST YAKLAŞIMLAR

1.3.2. Edebiyat Sosyolojisi ve Roman Türü

Modern anlamıyla ‘edebiyat’ kavramı 18. yüzyılda ortaya çıktı ve 19. yüzyılda gelişti. Ancak ortaya çıkma koşulları Rönesans’tan bu yana oluşmaktaydı. Edebiyat sözcüğü İngilizcede 14. yüzyılda kullanılmaya başlandı; sözcüğün kökü Latincede alfabedeki bir harf için kullanılan littera’dır (Williams, 1990: 41). Aslında edebiyat kavramının kullanımı önceleri ideolojik anlamlarda olmuştur. Örneğin 18. yüzyıl İngiltere’sinde yaratıcı veya hayal ürünü yazıyla sınırlandırılırken, toplumca değerli görülen tüm yazılar için kullanılmıştır. Belirli bir toplumsal sınıfın değerlerine ve zevklerine göre kavrama anlam yüklenilmiştir. Çünkü edebiyat insanların yaşamları içinde yer alan birçok olayla çok yakından ilgili olmuştur (Eagleton, 1990: 41, 217).

30 Edebiyat bilimi edebiyatın sosyolojik açıdan incelenmesinin tarihini 1800 yılına kadar götürüyor ve Madame de Stael’in kitabının başlığını veriyor: “De la litteratur consideree dans ses rapports avec les institutions sociales” (Sosyal Kurumlarla İlgileri Açısından Edebiyat Üzerine). Bunun yanı sıra, Vico, Berkeley Batteux ve Herder gibi adların aynı bağlam içinde anıldığını; hatta sanat eserine toplumsal açıdan bakma eğilimlerinin, daha Comte’un ‘sosyoloji’ kelimesini ortaya atmasından önce (1830) var olduğunu görüyoruz (Lexikon, 1965, akt: Şölçün, 1982:

67).

Sanat türleri arasında edebiyat, toplumsal yaşamı çoğu yönüyle işler. Onun katmanlı doğası bireyi ve toplumu daha kolay anlamamızı sağlayan bir özelliktedir.

Öyle ki, 19. yüzyılda, sosyal bilimler daha emekleme çağındayken, sanayileşme ve şehirleşme hareketlerinin birey ve aile yaşamı üstünde yaptığı etkileri incelemek sadece romancılar, oyun yazarları, gazeteciler ve sosyal reformculara kalırken, sosyal bilimlerin gelişimiyle bu kez romancıların, sosyal-ekonomik yapının farklı kesimlerinden toplulukları ve insanları ele aldıkları yapıtlar, sosyal bilimlerin de ilgi alanına girmeye başladı (Lewis, 1971: XXII).

Edebiyat toplumsal bir olgu olduğundan, toplumsal ve ekonomik koşullarca belirlenir. Bu edebiyatın sosyolojik yanıdır. Ama edebiyatın bu koşullara bağımlılığı, görece bir bağımlılıktır; mekanik ve kesin bir bağımlılık değildir. Başka bir deyişle, edebiyat, tarih ve toplum tarafından belirlendiği ölçüde ve belki ondan daha fazla, kendi iç varlığıyla, özgüllüğüyle, kendisini ayrı bir iş, bir etkinlik, bir praksis ortaya koyan yanıyla belirlenir ve var olur. Bu edebiyatın estetik yanıdır. Aradaki ilişkiyi görürken ikisini birbirine indirgememek ya da karıştırmamak gerekir. Çünkü, bilimsel anlamda sanatçının gözlem ve yorumlarını toplumbilimcinin ürünlerine yeğlemek mümkün değildir. Ama edebiyat ürünleri toplumbilimcinin vazgeçemeyeceği bir kaynak, hem ilham kaynağı hem de bazı ilişkileri saptamak ve üzerine eğilmek için yardım göreceği bir ışık öngörüsüyle kabul edilmektedir (Hilav, 2003: 219, Ortaylı, 1984: 5). Buna başka bir acıdan bakacak olursak:

“Edebiyat ve sosyoloji ilişkisinde, edebi eser bir araştırma alanı, sosyoloji de bir bilim dalı olarak kabul edilirse sağlıklı bir sonuca ulaşılır. Edebi eser, bir sosyoloji metni değildir; sadece, sosyoloji için bir araştırma ve inceleme sahasıdır. Sosyoloji, edebi eserde, alan araştırmasında aradıklarını bulmaya çalışır. Yani sosyolog için edebi eser, estetik oluşumun toplumsal boyutuyla beraber, toplumsal verilerin tahlil edileceği bir metindir. Sosyolog, edebi eserde, toplumsal kabulleri, sosyal yapıyı oluşturan iç dinamikleri ve bunların sanatkâr dimağında

31 şekillenişinin sosyal arka plânını arar. Bunu yaparken, dilden, şahıs kadrosuna; vak’adan zaman ve mekâna kadar, edebi eseri tüm yönleriyle sosyolojik terimleri kullanarak çözümler” (Açıkgöz, 2002: 161).

Bu çözümleme esnasında gerekirse bir eleştirmen duyarlılığına sahip olmasında fayda vardır. Çünkü sosyolojik çalışma aynı zamanda eleştirel, sosyolojik düşünerek bir okumadır. Eleştirmenin görevi, her şeyden önce, özel bir eserin insan dünyasının sürekli veya geçici yapısını okuyucularına nasıl anlattığını kesin olarak belirtmek olduğundan (Carlauı, Fillox: 1985: 102); edebiyata sosyolojik ve eleştirel feminist bakış bu bütünsel yaklaşımdan hareket edilerek sürdürülmelidir. Açıklarsak, edebi yapıt, bir dünya görüşünün anlatımı, somut bir insanlar ve şeyler evrenini görme ve sezme biçimidir. Yazar bu evreni yaratmak ve anlatmak için uygun bir biçim bulan insandır. Sosyolojik ayrıştırma, sanat yapıtına açılan yolda zorunlu bir adımdan başka bir şey değildir. Önemli olan incelenen edebiyat ve sanat yapıtında yaratıcının bireysel duyarlılığından giderek tarihsel ve toplumsal gerçekliği ortaya koyan yolu bulup çıkarmaktır (Goldmann, 1998: 59, 76). Bu yolda edebiyat, toplumsal tarihten ayrılan kendine özgü bir şey değildir; tarih dışı, toplum dışı, siyaset dışı edebiyat düşünülememektedir; edebiyatlarla toplumsal yapılar arasında ilişkiler vardır (Ergun, 1993: 154). İşte bu niteliğiyle sanat ve edebiyatta sosyolojik eleştirinin katkısını göz önüne almak gerekir. Zaten sosyolojik eleştiri edebiyatın kendi başına var olmadığı, toplum içinde doğduğu ve toplumun bir ifadesi olduğu ilkesinden hareket eder. Yazarı, eseri ve okuru sosyal koşullar belirlediğine göre, yapılacak iş, bir bilim adamı gibi davranmak ve bu koşullar üzerine eğilerek sanatla ilgili sorunları açıklamaktır. Örneğin 19. yüzyıl İngiliz romanlarında o yıllarda Londra’daki yaşayış, âdetler, tipler, kurumlar hakkında bilgi edinebiliriz. Bu çeşit çalışmalarda edebiyat, sosyal tarih için bir kaynak sayılmakta ve bu amaçla kullanılmaktadır (Moran, 1999a: 83, 85). Benzer örnekleri Türkiye toplumsal yaşamını anlamak açısından, Türk romancılarının yapıtlarından yola çıkarak vermek de mümkündür.

Burada etik olunması gereken konu şudur: Öteden beri edebiyat ve toplum arasındaki ilişkiye dair araştırmalarda görülen en yaygın yaklaşım şekli, çoğu kere edebi eserleri sosyal bir belge ya da sanki sosyal gerçekliğin bir tablosu gibi incelemek olmuştur. Söylemeye gerek yoktur ki, edebiyattan bir çeşit sosyal tablo çıkarmak mümkündür. Aslında bu, sistematik araştırıcıların edebiyatı kullanma yöntemlerinin en eskilerinden birisi olmuştur. Sosyal bir belge temelinde

32 kullanıldığında edebiyattan toplum tarihinin ana çizgileri çıkarılabilir (Wellek, Varren, 1993: 82). Kuşkusuz bunun başarılması, toplumsal yapıyı bütünsel yönleriyle değerlendirebilmekten geçer. Yani edebiyata konu yapılan olguların sosyal ve tarihsel bağlamı içinde ele alınmasını gerekli görür. Örneğin, sosyal ve tarihsel bağlamın roman yazarı için önemi, roman karakterlerini oluştururken olay ve mekânın bağlı olduğu toplumsal çevreyle etkileşim kurmasını sağlar. Burada, edebiyat sosyolojisinin önemine değinmekte yarar var. Edebiyat sosyolojisinin yaklaşımı, romanın sosyal ve tarihsel bağlamını ele alarak, roman kahramanlarının psiko-sosyal gerçekliğini işlediği oranda, romanın sosyolojisine katkı verebilmektedir. Bu yönüyle dayandığı epistemoloji açısından edebiyat/ın sosyolojisi, edebiyat sanatının ürünlerinin sosyolojik araştırmalarda araç gibi kullanılması demektir (Şölçün, 1982: 65).

Sosyoloji, toplumu ve yapısını, toplumsal süreçleri, toplumsal değişme yasalarını ve güçlerini, düşünce ve dünya görüşlerinin çatışmasını, toplumda insan iradesini vb. inceleyen (Ergun, 1993: 99) bir bilim dalı olduğundan toplumsal yapı ve edebi yapıtlar arasındaki etkileşimi de ele alır. Buna yönelik toplumsal yapıyla ilgili birçok gerçekliğe ulaşma anlamında, edebiyatın engin konu/tema dağarcığının var olduğunun bilincindedir. Merkezde insan hayatı olmak koşuluyla, edebiyatta işlenmeyen hemen hiçbir şey yoktur. Bütün bir dünyayı dolaşan gözdür edebiyat;

bütün dünya insanlarını ve insanların hayatlarındaki ince ayrıntıları, saklı köşeleri, sırları, acıları, hüzünleri ve kederleri, dahası toplumlar arası etkileşimleri, toplumsal sorunları ve sosyal olguları, büyük toplumsal dönüşümleri, savaşları, göçleri, aşkları, çalışma koşullarında insanı, yoksulluğu yani dünyada ne olmuşsa, edebiyatta yankılanmış ve anlamlandırılmıştır. Bu temsil yeteneğiyle edebiyat insan ve toplum gerçekliğinde olup biteni yansılar; onu anlatır ve yeniden kurar (Alver, 2012: 23, 24).

Bu esnada sanatçı kimliğiyle romancı ne kanıtlar ne de anlatır: bir dünyayı yeniden yaratır. Bir olayı aktardığı doğruysa da ve o burada tarihçiye benzer, nesnesi anlatmak değil, ama bir anı, ya da bir dizi anları yeniden baştan yaşamak, bir dünyayı yeni baştan yaratmaktır. Dilin ritmik güçlerine ve imgenin dönüştürücü erdemlerine bunun için başvurur. Yapıtı bütünüyle bir imgedir (Paz, 1993: 16). Bu imge sosyal ilişkilere anlam vermekle kalmaz, ondan da dayanak bulur.

Denebilir ki, edebi yapıt toplumsal gerçekliğe ait ögeleri içeriğine yerleştirir.

Elbette yapıtın yazarı, kendi öznel düşüncesinden hareket ederek içeriğe etkide bulunabilir. Ancak sosyal konulu yapıtlarda içerik ve yapı toplumsal gerçek içindeki

33 sosyal karakteri bir kolektif bilinç evreni birikimiyle verir. Belirtmek gerekirse, sosyal sınıflarla yazın arasındaki ilişkilerin, çok karmaşık olduğu tartışma götürmez;

ancak, sadece sosyal inceleme, kendi başına sanat yapıtıyla toplum arasındaki çoğu zaman çelişkili ilişkileri açıklamaya yetmeyebilir. Bununla birlikte, sorunları ortaya koyup derin anlamlarını kavramak için bu incelemeyi yapmaktan da kaçılamaz.

Bunun yanında her durumda toplumun var olduğu her sosyal-tarihsel gerçeklikte, edebiyat sosyolojisi, edebi olgunun kendine özgü oluşunu gözetmek zorundadır (Dino, 2008: 199, Escarpit, 1968: 17).

Yukarıda anlatılanlardan çıkan sonuç şu ki, edebiyat sosyolojik bir olgu olarak değerlendirilmelidir, yani edebiyat olgusu önünde sosyolojik bir tutum alınmalıdır (Memmi 1959, akt: Ergun, 1993: 154). Bu tutum bilimsel olmalıdır. Elbette hiçbir yöntemsel ilke sanatsal olguların araştırılmasında, bilimsel metodolojinin yerini alamaz; belli bir yöntemsel görüşe göre salt kendi iç yasalarından yola çıkarak sanat açıklanamaz; ancak kendi bilgi-kuramsal değer-bilgisel, tarihsel sosyolojik, felsefi, psikolojik, linguistik, semiotik, iletişimsel, bildirimsel, yapısal konstrüktif, modellendirici, sistemsel bütünlüğü içinde ortaya konabilir. Çünkü bilim ve edebiyat benzer toplumsal gerçeği anlatabilir. Ayrıca, bilimsel bilgi ile sanatsal bilgi karşıt değildir birbirine, ama başka başkadırlar, birbirlerine benzemezler. Çünkü bilim adamının yöntemi, gerçeğe bakışı, gerçeği anlatışı başkadır; edebiyatçının yöntemi, gerçeğe bakışı anlatışı başka (Çalışlar, 1986: 10, Naci, 1976: 186).

Edebi metinler üzerinde yapılan incelemelerde, dikkat edilmesi gereken şeylerden biriyse, anlatı sanatının apayrı bir yeri olduğu gerçeğini akılda tutmaktır.

Bunun nedeni, edebiyatta sosyolojik bir yaklaşımla çözümlemeler yapmaya en elverişli türün, anlatı kabul edilmesinden gelir. Araştırmacıyı bütünlüğü ve belli bir sürekliliği olan yaşam kesitleriyle karşı karşıya bırakarak, yapılacak çözümlemeleri için veri çeşitliliği sağlayan ise anlatı türü içerisinde öyküden çok romandır denebilir (Akatlı, 1984: 11). Bu nedenle roman sosyal analizde önemli bir yere sahiptir. O zaman roman olgusunun içeriğine bakalım: “Romanın asıl unsuru insandır. İnsanın kendisi, ailesi ve çevresiyle çatışması romanın iç dokusunu oluşturur. Sanat değeri olsun olmasın bütün romanlarda insan, aile ve toplumla ilgili değişmelerin yer aldığını görüyoruz” (Yalçın, 2012: 17, 22). Bu açıdan roman toplumsal bir olguya dayanır. Diliyle, konusuyla, şahıs kadrosu ve toplumsal zemini ve mekânıyla, toplumun edebiyat sanatçısının beynindeki estetik kırılmasıyla oluşan eser, sonuçta bir yansımadır; toplumsal bir yansıma (Açıkgöz, 2002: 158). Bu özellikleri

34 bakımından roman, sosyal bir olgu niteliğiyle kabul edilmektedir. Roman ister toplumsal değişmenin yansıtıldığı Stendhal’in “Kırmızı ve Siyah” yapıtında belirttiği gibi bir “ayna”, isterse toplumsal değişmenin unsuru olarak ele alınsın, sonuç değişmeyecektir. Her halükârda roman sosyal bir olgu kabul edilmelidir. Edebiyat sosyolojisinin roman incelemelerine getirdiği temel yaklaşım, bu noktada anlam kazanmaktadır (Şan, 2012: 248).

Romanın sosyal olgu ekseninde ortaya çıkmasında, sanayi kapitalizmi ve onunla beraber ortaya çıkan değişim ve sorunların, sosyal ortamı içindeki bireyden yola çıkılarak işlenmesi geliştirici bir aşama olmuştur. Watt (2007: 69)’ın temellendirmesiyle ifade edersek:

“Kapitalizm ekonomik uzmanlaşmada muazzam bir ilerlemeye yol açmıştır; bu, ilerleme de katılığı ve homojenliği azalmış bir toplumsal yapıyla ve daha az mutlakiyetçi ama daha demokratik bir siyasal sistemle birleştiğinde, bireyin tercih özgürlüğünü alabildiğine artırmıştır. Yani toplumsal yapıya tam mânâsıyla maruz kalan kişiler açısından, toplumun üzerinde yükseldiği asıl varlık artık aile, kilise, lonca, kasaba ya da başka bir kolektif yapı değil, bireyin kendisiydi: Ekonomik, toplumsal, siyasal ve dini rollerini belirlemek konusunda tek sorumlu öncelikle ve yalnızca bireydi.”

İşte bu birey, toplumla etkileşiminin doğası değişince romanın odağına oturmuştur. Birey, roman içinde toplumsal koşullarıyla öncelikli değerlendirilmiştir.

Daha doğrusu, toplum çeşitli ögeleriyle roman içinde bir biçimde yer alacağı için tıp kı, bilim ve sanatta olduğu gibi bu ögeler de içinde bulundukları toplumsal koşullarla bir etkileşim halindedirler. Yazarlar, konu edindikleri sorunlara kendilerine uygun yöntemlerle eğilirler. Bilim ve sanat, soyut halde en genelleştirilmiş ve temel biçimde toplumsal gerçeklik olduklarından kendilerini ortaya çıkaran somut yaşamla yüzde yüz uyuşamazlar, ancak onu devamlı şekilde zenginleştirebilir ve geliştirebilirler (Caudwell, 1988: 265). Örneğin Türk edebiyatının sosyal içeriği;

değişen sosyal koşullar, edebi ifade biçimleri ve yazarın toplum içindeki rolüyle ilgili anlayış arasındaki bağ tarafından derece derece örgülenmiştir. Bu yüzden Türk sosyal edebiyatıyla ilgili bir çalışma, her şeyden önce bu üç belirleyici koşulu göz önünde tutmalıdır (Karpat, 2011: 169). Bu ise bütünsel yaklaşımı gerektirir. Romanın içeriğini, yazıldığı toplumsal yapıda birey-toplum etkileşimini ve yazarın tutumunu ele almak ise bütünsel yaklaşımın olmazsa olmazlarıdır.

35 Birey ve toplumun roman için önemine değindikten sonra edebiyat sosyolojisi, toplumsal cinsiyet sosyolojisi ve feminist edebiyat eleştirisinden yola çıkarak disiplinlerarası bir yaklaşımla roman sanatına bakmaya devam edelim:

Feminist eleştiri kadınların ve erkeklerin ürettiği sanat yapıtları, kurduğu sanat yapıtları, var ettiği sanat ortamları, tarihselleştirdiği üretim kesitleri üzerinden, kadınlarla erkekler arasındaki ayrımların nedenlerini sorgular. Sanat yapıtlarında açığa vurulan tarihsel/kültürel kurgularla ve bunların neden/sonuçlarıyla ilgilenir.

Kadınların ve kadınlığın mekânlarını araştırır; somut ve soyut sınırların yarattığı kültürel ve psikolojik algıların yaratım sürecindeki etkilerine bakar (Antmen, 2014:

12). Bu yolla edebiyat sosyolojisinin olanaklarını genişletir. Feminist eleştiride, toplumsal cinsiyet açısından kadın ve erkeğin, yaşam süreçleri karşısındaki farklılıkları ve olayları algılayışlarının, sanat yapıtlarına yansıması ele alınırken, romanın yükselişinin kadınların modern toplumda daha fazla özgürlük elde etmeleriyle bağlantılı olduğu gerçeğini kavramaksa, toplumsal cinsiyet sosyolojisi çalışmalarıyla yakından ilişkilidir (Watt, 2007: 158).

Bu alandaki çalışmalar, uzun yıllar göz önünde tutulmayan toplumsal cinsiyet rollerinin, cinsiyet normlarının, cinsiyet rejiminin kadınların konumlarını ne ölçüde etkilediğini görmemizi ve yaşadıkları birçok eşitsizlik durumlarını farklı boyutlarda ele alışımızı kolaylaştırır. Bu nedenle edebiyat sosyolojisinin önemi ve işlevi toplumsal cinsiyet sosyolojisi ve feminist edebiyat eleştirisi üzerine yapılan çalışmalarla birlikte günümüzde artmıştır. Feminist edebiyat eleştirisinin katkılarıyla roman kahramanları/karakterleri detaylı incelenirken, özellikle roman sanatındaki toplumsal cinsiyet temsilleri ise daha derli toplu ele alınmaya başlanmıştır.

36 1.4.ROMAN SOSYOLOJİSİ