• Sonuç bulunamadı

3.4.)TÜRKİYE’NİN ULUSLARARASI ÖRGÜTLERLE OLAN İLİŞKİLERİ Ak Parti’nin iktidarlığıyla birlikte söz edilir hale gelen değişen güvenlik anlayışı

çerçevesinde Türkiye’nin uluslararası örgütlerle olan ilişkileri de bu değişen koşullar çerçevesinde yol aldığı analiz edilebilir. Burada, Türkiye’nin Ak Parti Hükümeti ile oluşturulan yeni dış politika vizyonuyla birlikte NATO, AB, BM ve AGİT ile ilişkileri incelenmiştir.

3.4.1.) NATO ile İlişkileri

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarından itibaren Türkiye’nin Dış Politikası’nın dayandığı temel felsefe realizm anlayışı etrafında çevrelenmiş ve statükocu bir dış politika algısıyla devam eden ilişkilerde, uluslararası konjektürde meydana gelen her türlü değişim ve farklılaşma, ülkenin güvenliğine bir tehdit kaynağı olarak ele alınarak Türkiye’nin güvenlik politikası bu eksenler etrafında şekillendirilmiştir (Gözen, 2006: 2- 3). Ak Parti’nin 2002 yılında iktidara gelişiyle birlikte teorik çerçevesinin çizildiği yeni dış politika vizyonu, uluslararası alanda uygulanır hale getirilmiş ve bu yeni dış politika anlayışı etrafında oluşturulan bir misyon

çerçevesinde uluslararası aktörlerle ilişkiler devam ettirilmiştir. Bu misyon çerçevesinde Türkiye’nin güvenlik anlayışı, sadece devleti değil, topluma da değer veren bir algı etrafında belirlenerek, sivil toplumcu bir anlayışla şekillendirilmiştir (Gözen, 2006: 4). Bu çerçevede çağdaş değerlere sahip olan bir vizyonla hareket eden Ak Parti Hükümeti, geliştirilen bu güvenlik anlayışı çerçevesinde uluslararası sistemde bir aktör olarak yer alan NATO ile ilişkilerini geliştirmiştir.

NATO, Soğuk Savaş Dönemi’nin getirmiş olduğu tehdit algıları çerçevesinde uluslararası alanda bir meşruiyete sahip olurken, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’le birlikte bu meşruiyeti sorgulanır bir uluslararası örgüt olarak uluslararası sistemde yer almıştır. Bu doğrultuda NATO, Soğuk Savaş Dönemi’nin bitiminden sonra yayımlamış olduğu stratejik konseptlerle kendisine yeni görevler yükleyerek, uluslararası alandaki yerini sağlamlaştırmıştır. Bu yeni konseptlerle birlikte Kuzey Atlantik Antlaşması’nda belirtilen görevler dışında alan dışı faaliyetler, barışı koruma, kriz yönetimi, işbirliğine dayalı güvenliği oluşturma gibi rollerle bu sağlamlığını kesinleştirmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2014: 159). Alan dışı faaliyetlerde bulunmasının yanı sıra, üye sayısını arttırma girişimi ve üye olmayan ülkelerle de bir çok alanda ortaklık politikaları, son dönemde yaygın hale gelen füze savunma sistemini oluşturma anlayışıyla küresel düzeydeki güvenlik problemlerini gündeme alarak global bir örgüte dönüşen NATO kendisine yüklemiş olduğu bu yeni görevler çerçevesinde Türkiye’nin de dış ve güvenlik politikaları bu yeni anlayışlar etrafında şekillenmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2014: 159). Türkiye, NATO’nun bu yeni görevlerine bir stratejik ortak olarak destek vermiş ve küresel ölçekteki tehdit algılarının yanı sıra, bölgesel düzeydeki tehdit algılarıyla baş etmek için uğraş göstermiştir.

1991 yılında Roma’da gerçekleştirilen zirve ile alan dışı faaliyetlerinin önünü açan NATO, 1999 yılında Washington’da yapmış olduğu toplantıyla da önleyici güvenlik politikasıyla, belirsiz bir hale gelen risklere ve tehditlere karşı bir duruş sergilemenin altını çizerek önleyici vuruş politikasını, belirlenen güvenlik politikalarının içerisine dahil etmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2014: 161- 162). 1990’lı yıllarda Bosna Hersek ve Kosova’da alan dışı faaliyetlerde bulunan NATO’ya önemli askeri destek sağlayan Türkiye, 2002 yılında gerçekleştirilen Prag Zirvesi’nde çatışma bölgesine kısa sürede ulaşılması gerekliliğini ele alan “Acil Mukabele Kuvveti”ne katılarak NATO’nun

2000’li yıllarda alan dışı faaliyetleri bulunan Afganistan, Libya gibi bölgelerde yer alarak NATO’ya olan desteğini teyit ettirmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2014: 163). Bu bölgelerde iç karışıklıkların uluslararası barış ve güvenliği tehdit etmesiyle, hem Türk Silahlı Kuvvetleri personellerini hem de ekipmanlarını bulunduran Türkiye, buradaki milli güvenlik kuvvetlerini eğitmek ve bölgenin yeniden yapılandırılmasında rol almak amacıyla NATO’nun bu yeni görev alanlarında yerini almıştır (“Sanal”, t.y.: 1).

BM Güvenlik Konseyi kararları çerçevesinde NATO’nun bu girişimlerine destek olan Türkiye, Kuzey Atlantik Antlaşması’yla kurulan bu örgütün genişleme girişimlerine ve örgüte üye olmayan ülkelerle olan ortaklık girişimlerine de destek olarak, kolektif güvenlik anlayışının önemi doğrultusunda hareket etmiştir. Bu çerçevede, NATO’nun Barış İçin Ortaklık (BİO) programı içerisine dahil olarak, programda yer alan ülkelerle işbirliği alanlarını geliştirmiştir. Bu doğrultuda, kriz yönetimi, sınır güvenliği, barışı destekleme harekatı gibi girişimlerde sivil asker işbirliği, küresel tehdit algıları gibi konuları ele alan bir çok platformda yer alarak NATO’ya destek olmak girişimleri etrafında askeri personele eğitimlerini vermiştir (Bağdaşlıoğlu, 2014: 167- 168). Ortak işbirliğine dayalı güvenlik anlayışıyla güvenlik politikalarına yön veren Türkiye, NATO’nun 2010 yılında Lizbon Zirvesi’nde ele alınan “Aktif Angajman Modern Savunma” başlığıyla oluşturulan füze savunma sistemini de destekleyen ülkelerden biri olmuştur. Balistik füzelerin yayılmasının uluslararası güvenliği tehdit etmesi anlayışıyla oluşturulan bu yeni stratejik konsept, Türkiye’nin etki alanını arttırarak NATO içerisindeki yerini önemli hale getirmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2011: 75). Türkiye’nin milli balistik füze savunma sistemleri olmamasına rağmen, NATO’nun bu yeni stratejik konseptine dahil olarak, oluşturulan füze savunma sisteminde yerini almıştır (Erdurmaz, 2016: 1- 3). Böylece Türkiye, balistik füze tehdidinin gelebileceği bölgelere yakınlığı sebebiyle, NATO içerisinde bu tehdidin yörüngelerinin en kısa zamanda tespit edilmesinde rol alan kilit ülke konumunda yer alarak, bu örgüt içerisindeki önemini ortaya çıkarmıştır (Kibaroğlu, 2012: 184).

Sonuç olarak, Soğuk Savaş Dönemi’nden itibaren bir süreklilik anlayışı içerisinde NATO ile ilişkilerini devam ettiren Türkiye, ortak işbirliği esasına dayalı bir

güvenlik anlayışıyla NATO’nun yeni görevlerini belirleyen stratejik konseptlerde aktif bir rol alarak bu girişimlere dahil olmuştur. NATO, kendisine yüklemiş olduğu yeni görev alanlarıyla birlikte, sadece üyeleri olan ülkelerin güvenliğini korumanın ötesine geçerek, Avrupa- Atlantik bölgesinin güvenliğine katkı sağlama amaçları çerçevesinde kendi içerisinde bir dönüşüm sergilemiştir. Bu doğrultuda Türkiye, ortaklık ve işbirliği ilişkilerini geliştiren, barışı koruma faaliyetlerinde görev alan NATO içerisinde yapıcı katkılarda bulunarak kendisini, Soğuk Savaş Dönemi’nin bir anlayışı haline gelen güvenlik tüketen ülke konumundan, güvenlik üreten bir ülke konumuna taşımıştır (Purtaş, 2005: 19- 20).

3.4.2.)Avrupa Birliği İle İlişkileri

Tarihsel arka planında ekonomik bütünleşme olgusunun yer aldığı Avrupa Birliği (AB) özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden sonraki süreçte uluslararası sisteme ve aktörlerine yönelik tehdit algılarının çok yönlü olarak değişmesi ve belirsizleşmesiyle, ortak bir güvenlik ve savunma politikası geliştirme yoluna giderek, üyeler arasında siyasal entegrasyonun da sağlanmasını amaçlamıştır (Gençalp, t.y.: 765). Bu amaç doğrultusunda, 1948 yılında Almanya’nın silahlanmasının kontrolünü sağlamak, Sovyet tehdidine karşı bütünlük oluşturmak ve “Avrupa’nın Avrupalılar tarafından savunulması” anlayışı etrafında imzalanan Brüksel Antlaşması, NATO’nun kurulmasıyla saf dışı bırakılmışsa da, 1954 yılında bu antlaşmaya Almanya ve İtalya’nın katılımıyla Batı Avrupa Birliği’nin (BAB) kurulumu gerçekleşmiştir. Böylece AB, güvenlik ve savunma alanında entegrasyon çabalarının önemli ayaklarından birinin kurulumunu sağlamıştır (Gençalp, t.y.: 767). Bu girişimlerin yanında ortak bir dış güvenlik politikası belirlemek için Avrupa Birliği’nin önemli girişimleri olmuştur. Bu girişimlerin ilkini oluşturan Avrupa Savunma Topluluğu Projesi (Plaven Planı) Fransa’nın vetosuyla karşılaşarak hayata geçirilmemiş olsa da, bu girişimden sonraki süreçte devam eden girişimlerden bazıları Avrupa Siyasi İşbirliği Projesi ve Fouchct Planı olarak kendisini göstermiştir. Maastricht Antlaşması’na kadar devam eden bu girişimlerden sonra, 1992 yılında imzalanan Maastricht Antlaşması’yla savunma ve güvenlik alanındaki işbirliğinin ilk adımları atılmış ve Ortak Dış ve Güvenlik Politikası bu antlaşmanın bir ayağı olarak AB’nin resmi antlaşmasında yer almış ve siyasal entegrasyonunun

başlangıcını oluşturmuştur (Özgöker ve İba, 2010: 509). Ortak Dış ve Güvenlik Politikası Maastricht Antlaşması’yla üç sütundan biri olarak AB bünyesinde yer aldığı gibi, 1954 yılında kurulan Batı Avrupa Birliği’ni de AB’nin savunma kolu haline getirerek, NATO’nun Avrupa ayağını güçlendiren bir mekanizma olarak AB içerisinde yer almasını sağlamıştır (Gençalp, 2004: 29). Ayrıca, 1992 yılında yayınlanan ve insani yardım ve kurtarma görevleri, barışı kurma ve koruma faaliyetleri ve kuvvet kullanımını da içine alabilecek şekilde kriz yönetimi görevlerini ortaya koyan Petersberg Bildirisi ile AB’nin güvenlik ve savunma ayağı haline gelen BAB’ın görevleri belirlenerek, BAB’ın rolü güçlendirilmek istenmiştir (Pogani, 1998: 738). Benzer anlayışlar çerçevesinde NATO üyeleri de AB’nin, BAB vasıtasıyla NATO’nun askeri imkan ve yeteneklerini kullanarak, NATO’nun müdahil olmakta istekli olmadığı uluslararası krizlerde sınırlı askeri operasyonları düzenleyebileceğini tanımlayan Avrupa Güvenlik Savunma Kimliği’ni (AGSK) ortaya koymuşlardır (Oğuzlu, 2010: 527).

Petersberg Bildirisi’nde yer alan görevler dahilinde müdahale operasyonlarında bulunacak AB, 1990’lı yıllarda Bosna Hersek ve Kosova’daki başarısızlıklarından sonra üyeler arasında “Acil Müdahale Gücü”nü oluşturmaya karar vererek, günümüzde gündemde yer alan Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası’nı (AGSP) ortaya çıkarmışlardır (Özgöker ve İba, 2010: 510). Bu çerçevede kurulacak olan müdahale gücünün NATO’ya bağlılığı çerçevesinde AB üyeleri içerisinde Atlantikçi ve Avrupacı grupların yer aldığı anlayışlar çerçevesinde görüş ayrılıklarının olmasına rağmen, AB’nin daha belirgin bir savunma politikası geliştirme yolunda atmış olduğu bu girişimden sonra, 1999 yılında meydana gelen Helsinki Zirvesi’nde bu girişimler daha da kesinleştirilerek, AGSP’nın kapsamı netleştirilmiş, bu politika kapsamı doğrultusunda AB’nin kendi başına karar alabilmesi ve NATO’nun katılımı olmadan uluslararası krizlere müdahale edebilmesi ancak gerektiğinde NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinden yararlanabilmesi karara bağlanmıştır (Özgöker ve İba, 2010: 510). Bu kararlar çerçevesinde AB, ortaya koymuş olduğu güvenlik ve savunma politikalarına yönelik girişimlerini NATO’dan daha bağımsız hale getirmek için çabalarını devam ettirmiş ve bu doğrultuda 2000 yılında gerçekleştirilen Nice

Zirvesi ile BAB, resmi bir kurum olarak varlığını kaybederek bütün yetkilerini AB’ne devretmiştir (Demirdöğen, 2002: 71).

AB içerisinde yaşanan üyeler arasındaki savunma ve güvenlik politikalarındaki entegrasyon girişimlerinin NATO’dan bağımsız olma çabaları, bir NATO üyesi olup AB üyeliğinde aday ülke statüsünde olan Türkiye için, olumsuz bir gelişme olarak okunmuş ve Türkiye’nin Dış Politikası’nda bu anlayış çerçevesinde yerini almıştır. Türkiye’nin 1992 yılında BAB’ın ortak üyelerinden biri olmasına rağmen, AB’ne üye olmayan bir ülke olarak, bu ulusüstü yapılanmanın ortaya koymuş olduğu güvenlik ve savunma politikalarında Türkiye’nin saf dışı kalabileceği endişesiyle, AGSP’nin NATO’dan bağımsız bir kurum olmasını arzu etmemiştir (Oğuzlu, 2010: 528). Türkiye’nin bu endişesi, AB ile NATO arasındaki işbirliğine de yansımış ve bu iki örgüt arasındaki kurumsal işbirliği, içerisinde çıkmazların yer aldığı bir mekanizmaya bürünmüştür. Bu çıkmaza giren işbirliği girişiminin önündeki engellerin kaldırılabilmesi için, Türkiye, İngiltere ve ABD arasında imzalanan Ankara Mutabakatı, bu sorunun çözülmesine yardımcı olmuştur ve AB ile NATO arasında bir konsensus sağlanarak, AB, NATO’nun imkan ve kabiliyetlerini kullanarak katılacağı operasyonlarda Türkiye’nin katılımını Türkiye’nin isteğine bağlı hale getirilmesini kabul etmiş ve kendi imkan ve kabiliyetlerini kullanacağı operasyonlarda ise Türkiye’nin AB’nin daveti üzerine katılımının mümkün hale geleceği karara bağlanmıştır (Oğuzlu, 2010: 528). Ayrıca, barış gücü misyonu ile sınırlı tutulan bu askeri işbirliğinin NATO’nun imkan ve kabiliyetlerini kullanması söz konusu olduğu durumda, müdahale bölgesi Türkiye’nin yakınında ise, Türkiye’nin de görüşünün alınması ve bu acil müdahale gücünün NATO üyelerine karşı kullanılmaması kararı kesinleştirilmiştir (Özgöker ve İba, 2010: 511).

11 Eylül 2001 yılında ABD’de yaşanan terör saldırılarından sonra güvenlik alanındaki değişim, uluslararası sistemdeki bütün aktörleri etkilediği gibi AB’nin güvenlik politikalarına da yansımıştır. Bu çerçevede AB, meydana gelebilecek güvenlik riskleriyle mücadele edebilmek için Avrupa İmkan Eylem Planı’nı kabul ettikten sonra, Hızlı Müdahale Güçleri kurma girişimleriyle bu yeni güvenlik politikalarında yer alan risklerle mücadelede aktif olmak istemiştir. Ayrıca küresel bir tehdit haline gelen terörizmi ve teröre destek veren devletlerle aynı zamanda kitle

imha silahlarıyla mücadele etme anlayışını tanımlayan Avrupa Güvenlik Stratejisi’ni kabul ederek, yeni dünya düzeninde küresel bir aktör olma mücadelesine girmiştir (Özgöker ve İba, 2010: 511). AB’nin bu mücadelesi çerçevesinde, 11 Eylül saldırılardan sonra oluşan yeni dünya düzeniyle Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik öneminin daha da arttığının farkında olan AB, müdahale alanlarına varış noktalarında Türkiye’nin merkezi konumda olmasıyla Türkiye’nin bu durumunu daha da göz önüne getirerek AGSP kapsamında Türkiye’nin önemini görmüştür. Ayrıca Türkiye’nin bu konumu AB’nin, yeni güvenlik risklerini durdurma ve İyi Komşuluk Politikası’nın geçerliliğini sağlayan bir aktör olmasına katkıda bulunarak, AB’nin güvenlik ve savunma politikalarında yer alan müdahale girişimlerinde vazgeçilmez bir ülke haline getirmiştir (Özgöker ve İba, 519). Fakat Türkiye, bu doğrultuda Berlin Plus düzenlemeleri çerçevesinde AB ve NATO arasındaki stratejik işbirliğinin olabilirliğini savunurken, AB ise, bu düzenlemenin sadece NATO’nun askeri imkanlarının kullanıldığı durumlarda geçerli olmasını savunmuş olması, AGSP alanında AB ile Türkiye arasındaki gerginliği oluşturan önemli etkenlerden biri olmuştur (Oğuzlu, 2010: 530). Bu sorunun yanında AB’nin Türkiye’nin çevresinde yaptığı operasyonlarda Türkiye’ye danışmaması ve Türkiye’yi bilgilendirmemesi diğer bir sorun etkeni (Oğuzlu, 2010: 530). olarak iki aktör arasında yer almasına rağmen, AB ile yaşanan gerginlikler içerisinde dahi Türkiye’nin AB’nin barışı koruma misyonu ile sınırlı tutulan operasyonlarına önemli katkıları olmuştur. AB’nin Bosna Hersek, Kosova, Makedonya’ya olan barış gücü misyonlarında Türkiye’nin bu katkılarının örneği yer almaktadır (Çomak, 2008: 1). Bu nedenle Türkiye, Avrupa Güvenlik Stratejisi’nde ifade edilen yeni güvenlik tehditleriyle mücadele girişimlerinde büyük bir öneme sahiptir. Türkiye’nin coğrafi konumu, askeri yapısı, bir vizyon çerçevesinde belirlenen dış politikaları, müdahil edilecek bölgelere yakınlığı ve o bölgelerle olan ortak kültürel yapısı Türkiye’nin bu önemini AB içerisinde de göstermiştir (Euroform NATO El Kitabı, t.y.: 25).

Sonuç olarak Türkiye, Ak Parti dönemiyle izlemiş olduğu proaktif politikalar çerçevesinde AB ile olan ilişkileri de geliştirerek, AGSP’de yer almak istemiştir. AB’ye üye olmayan bir ülke olsa da, AB’nin barışı koruma misyonu çerçevesinde sürdürmüş olduğu operasyonlara önemli katkıları olmuştur. Türkiye, hem NATO

hem de AB ile ilişkilerini çok boyutlu bir anlayış çerçevesinde geliştirerek, AB ile NATO arasındaki askeri işbirliğine önem vermişse de, bu stratejik işbirliğinin NATO’dan bağımsız olmayan bir mekanizma etrafında sürdürülmesini ve kendisinin AGSP’den dışlanmadan bu işbirliğinde yer almasını sağlayan etkenler çerçevesinde bu işbirliğini desteklemiştir. Demokrasi ve insan haklarına riayet olgusunu uluslararası güvenliğin temeline koyan AB, Soğuk Savaş Dönemi’nde Türkiye’yi bu olgular çerçevesinde güvenlik riskini arttıran bir ülke konumunda irdelerken (Karaosmanoğlu, 2001: 66) Soğuk Savaş Sonrası Dönem ile birlikte özellikle 11 Eylül Saldırıları’ndan sonra oluşan yeni güvenlik tehditleriyle mücadelede Türkiye’nin önemini görerek, NATO’nun imkan ve kabiliyetlerinin kullanılması çerçevesinde Türkiye ile stratejik işbirliği içerisinde olmuştur.

3.4.3.) Birleşmiş Milletler İle İlişkileri

Küreselleşme sürecinin getirmiş olduğu etkileri bir çok ülkeden çok daha yüksek bir düzeyde hisseden Türkiye, coğrafi konumunun getirmiş olduğu jeostratejik özellikleriyle küreselleşmenin bir çok boyutunda olduğu gibi, siyasi\güvenlik boyutunda da önemli bir role sahip ülke konumundadır. Jeostratejik konumunun getirmiş olduğu Doğu- Batı- Kuzey- Güney çemberinde merkezde olan Türkiye, Balkanlar’ın, Kafkaslar’ın, Karadeniz’in, Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın ve Avrupa’nın birbirleriyle olan kesişim noktasında yer almasıyla önemli bir istikrar unsuru olarak bölgesel ve uluslararası istikrarın korunmasında önemli bir etken olmuştur (Bayar, t.y.: 32- 34). Küreselleşmenin getirmiş olduğu bu etkiler doğrultusunda, Ak Parti’nin iktidarlığıyla birlikte geliştirilen yeni dış politika vizyonu çerçevesinde çok boyutlu bir dış politika izleyen Türkiye, bölgesel ve uluslararası güvenliğin tesisi için daha aktif bir dış politika izleyerek bir çok bölgesel ve küresel örgütler içerisinde yer aldığı gibi, BM içerisinde de bölgesel ve küresel güvenliğin ve barışın sağlanması için önemli rol oynayan ülkeler arasında yer almıştır.

Güvenlik ve tehdit odaklı bir dış politika ve güvenlik politikası yerine, Konstraktivistler’in savunmuş olduğu, ekonomik ve ticari işbirliği fırsatlarının yol açmış olduğu entegrasyonlar yoluyla bölgesel ve küresel barışın sağlanabileceği

anlayışını savunan Ahmet Davutoğlu ve onun geliştirmiş olduğu yeni dış politika algısıyla hareket eden Ak Parti Hükümeti, bu güvenlik anlayışı çerçevesinde bölgesel ve küresel sistemin barış ve güvenliğinde çözüm üreten bir konumda yer alarak, Türkiye’nin arabuluculuk rolünü geliştirmiştir (Akgün, 2009: 1- 2). Ak Parti Hükümeti’nin dış politikadaki bu yeni algılar çerçevesinde gerçekleştirilen aktif rol oynama girişimlerinin en güzel örneğini de, 2008 yılında BM Güvenlik Konseyi (BMGK) geçici üyeliğine Türkiye’nin seçilerek, 2009- 2010 yılları arasındaki BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğini yapmış olması verilmektedir (Bayar, t.y.: 34). Böylece Türkiye, BM’nin farklı bölgelerdeki barış gücü operasyonlarına aktif bir katılım sağlayarak, yeni dış politika vizyonunun getirmiş olduğu çok yönlü aktif dış politika anlayışını hayata geçirmeye çalışmıştır ve bu çerçevede güvenlik anlayışında rol alan tehdit unsurlarını yok etme çabalarını geliştirmiştir. Ak Parti’nin iktidarlığında BM Güvenlik Konseyi’nde geçici üye olarak görev aldığı dönemde, uzun vadeli istikrarın sürdürülebilir kalkınma ile sağlanabileceğine işaret ederek uluslararası sorumluluklarının bilincinde hareket eden ve BM barış operasyonlarında yer alarak insani ve teknik yardımda bulunan Türkiye, BM barış gücü operasyonlarına olan aktif katılımını vurgulamış (“Sanal”, t.y.: 1) ve kendi bölgesi dışında olan devletlerle de yakın ilişkiler geliştirerek güvenlik anlayışındaki değişimi ortaya koymuştur. BM Güvenlik Konseyi’nde adaylığı sürecince Türkiye’nin jeopolitik konumundan ülkesinin daha çok yararlanmasına öncelik tanıyan Ak Parti Hükümeti, Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit algısı yaratan sorunların BM nezdinde ele alınmasını sağlayarak, uluslararası sistemde daha aktif olarak dış politikasını sürdürmüştür (Çınar, 2014: 179- 187). Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit olgusu yaratan sorunların BM nezdinde ele alınmasını sağlayan somut girişim örneğini de Mavi Marmara olayından sonra, bu olayın ardından uzun bir zaman dilimi geçmeden BM tarafından kınanması göstermektedir (Çınar, 2014: 187). Bu doğrultuda, hem güvenlik anlayışı içerisinde yer alan tehdit olgularını yok etmek hem de uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasında katkıda bulunmak isteyen Türkiye, özellikle 2002 yılından sonra BM barış güçlerine olan desteğini daha da attırarak çok boyutlu ve aktif bir dış politika anlayışıyla hareket etmiştir (Çınar, 2014: 188). Bu çerçevede, Afganistan, Fildişi Kıyısı, Haiti, Doğu Timor, Sudan, Kongo, Güney Sudan gibi (Keskin Ata, 2013: 792). BM barış gücünün yer aldığı bölgelerde Türkiye, askeri ve

polis desteğini göstererek bu aktif katılımını gerçekleştirmiş ve yeni dış politika vizyonundaki anlayışları harekete geçirmiştir.

Ak Parti Hükümeti, Davutoğlu’nun teorik çerçevesini oluşturduğu yeni dış politika vizyonuyla çalışma sahalarını geliştirerek, bu teorik çerçevesi çizilen dış politika anlayışını pratik hayata taşımıştır. Yeni dış politika anlayışı çerçevesinde BM ile olan ilişkilerini de çok yönlü bir düzeye getiren Türkiye, güvenlik anlayışında yer alan tehdit olgularını yok etmek için, bölgesel ve küresel düzeyde yer alan örgütlerle işbirliği imkanlarını geliştirerek ilişkilerini devam ettirmiştir. İşbirliği etrafında bu tehdit algılarının yok edileceğine inanan Ak Parti siyasi liderleri, arabuluculuk faaliyetleriyle yumuşak güç algılarını kuvvetlendirerek, Türkiye’nin uluslararası barış ve istikrarın sağlanmasında önemli katkılarının olmasını sağlamış ve uluslararası sistemde merkez ülke konumunda yer almasına katkıda bulunmuşlardır.