• Sonuç bulunamadı

3.2.)AK PARTİ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİĞİNE YÖNELİK TEHDİTLER

Türkiye’nin güvenliğine yönelik tehditler, Türkiye sınırları içerisinden geldiği gibi, bu sınırlar dışarısından da gelmektedir. Bu nedenle, Türkiye’nin güvenliğine yönelik tehditler, iç ve dış tehditler olarak ayrılmış ve bu tehditler güvenlikleştirme kapsamına dahil edilerek, ülkenin güvenlik politikası bu çerçevede şekillenmiştir.

3.2.1.)İç Tehditler

2002 yılında Ak Parti’nin tek parti olarak iktidara gelmesiyle dış politikadaki vizyon odaklı anlayış güvenlik politikalarına da yansımıştır. Bu süreçte, uluslararası normlara değer veren politikaları, liberal anlayışı destekleyen uygulamaları, çok taraflılığı, bölgesel işbirliğini, bütünleşme ve demokratikleşmeye önem veren mekanizmalar gibi yumuşak güç unsurlarını ortaya koyan Ak Parti, bu yumuşak güç araçlarıyla güvenlik politikalarını şekillendirmiştir (Bakan, 2007: 46). Buradaki güvenlik politikaları içerisinde yer alan iç tehditler Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde de yer almıştır. Bunlar; terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, yasa dışı göçler, uyuşturucu ticareti, siber suçlar olarak analiz edilmiştir. Ayrıca 2005 yılında irtica, öncelikli bir iç tehdit unsuru sayılırken, 2010 yılında Kırmızı Kitap’ta yapılan köklü değişikliklerle bu faaliyetlerin yeniden ele alınarak somut bir hal alması sağlanmış ve bu faaliyetlerden ‘vatandaşı iç tehdit olarak gören zihniyet’ diye tanımlanan dini yapılar çıkartılmış, Hizbullah ve Elkaide gibi aşırı dinci terör örgütlerini kapsaması ve bu şekilde irdelenmesine karar verilmiştir (Aydıntaşbaş, 2010: 1). Yine 2010 yılında yapılan değişiklerle Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde yer alan, kamuoyunda tanınan cemaatler de, irticai faaliyetlerden çıkarılmıştır. Daha sonraki süreçte sadece “Fethullah Gülen Cemaati”, ‘Paralel Devlet Yapılanması’ içerisinde yeniden tehdit unsuru olarak Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde yerini almıştır (Cumhuriyet Gazetesi, 2015: 1).

Sonuç olarak Ak Parti Dönemi’nde yer alan iç tehditler, terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, siber suçlar, uyuşturucu kaçakçılığı, ve yasadışı göçler olarak ele alınmış ve bu tehditler ülkenin güvenlik politikalarında yer alarak güvenlikleştirme kapsamına dahil edilmiştir.

3.2.1.1.)Terörizm

Terör, “baskı, cebir, şiddet, korkutma, yıldırma, sindirme veya tehdit yöntemlerinden biriyle, anayasada belirtilen cumhuriyetin niteliklerinin, siyasi ve bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti’nin ve cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, devlet otoritesini zaafa uğratmak veya yıkmak veya ele geçirmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin iç ve dış güvenliğini, kamu düzenini veya

genel sağlığı bozmak amacıyla bir örgüte mensup kişi veya kişiler tarafından girişilecek her türlü eylem” olarak, 12 Nisan 1991 tarihinde kabul edilen 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda tanımlanmıştır (İşeri, 2008: 5). 11 Eylül Saldırıları’ndan sonra terörizme karşı küresel güvenlik anlayışının uluslararası sistemde geliştirilmesinin yanında bu saldırılardan sonra terörizmin, sadece İslam ile bağdaştırılmaya başlanmış olması, çoğunluğu Müslüman bir topluma sahip olan Türkiye’yi etkilemiştir. Bu algı, uluslararası sistemde yaygın bir hal alsa da, terörist eylemler olarak adlandırılan bu faaliyetler, sadece İslam Dini’ne mensup olanlar tarafından değil, farklı dinlere mensup olan gruplardan da gelmektedir. Fakat günümüzde bu faaliyetlerin çoğunluğu, Müslüman gruplar tarafından yönetilmekte olduğu gerçeğiyle, uluslararası alanda İslami Fobi artmış, bu durum da, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden bir olgu olarak, Türkiye’nin güvenlik anlayışına yansımıştır (Çarkoğlu ve Toprak, 2006: 31). Güvenlik anlayışı içerisinde yer alarak güvenlikleştirme kapsamına dahil edilen bu eylemler, Ak Parti’nin iktidarlığından önceki iktidarlarda da olduğu gibi, Ak Parti Dönemi’nin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde yer alan birincil tehditler arasında analiz edilmiştir. Bu güvenlik anlayışı çerçevesinde Türkiye’de iktidara gelen Ak Parti, uygulamış olduğu yeni dış politika vizyonuyla, çözüm odaklı bir güvenlik politikası algısıyla hareket etmiştir. Komşularla sıfır sorun, çok taraflı ve çok boyutlu bir dış politika, proaktif politika, merkez ülke konumunda olan Türkiye gibi yeni dış politika anlayışları etrafında dış politikaya yön veren Ak Parti, ülkenin demokratikleşmesinde, milli birlik ve kardeşliğin ve refahın da sürdürebilirliği perspektifi etrafında, Türkiye’ye önemli bir tehdit algısı yaratan terör sorununa da bu perspektifler çerçevesinde yaklaşmıştır (“Sanal”, 2015: 27- 29). Kronik bir hal alan Kürt Sorunu ve terör sorunu bu yeni dış politika vizyonu çerçevesinde tekrar ele alınarak daha etkin ve sonuç alıcı güvenlik politikalarına yönlendirilmiştir, bu değişimin de ilk basamakları, 2005 yılında Diyarbakır’da Recep Tayyip Erdoğan’ın konuşmalarıyla çıkılmış ve bu sorunların demokratik süreç içerisinde çözülebileceğini dile getiren başbakan, yumuşak güç araçlarıyla Türkiye’nin geçmişinden beri varolan bu sorunları çözebilme yoluna gideceğinin sinyallerini vermiştir (“Sanal”, 2015: 27). Sadece güvenlik eksenli politikaların yerine, çok boyutlu bir stratejiyle terör sorununu ortadan kaldırmayı amaçlayan Ak Parti, demokratikleşmeye önem vererek, Türkiye’nin 2002 yılından

önceki OHAL uygulamasını kaldırmış ve 2009 yılında terör sorununu yok etmek, toplumsal barışı ve kardeşliği sağlamak amacıyla “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ni başlatarak, terörle mücadele alanında geliştirilecek çok boyutlu bir strateji belirlemek için Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı’nı kurmuştur (T.C. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, 2013: 44). Yapılan bu gelişmeler terör sorununun yok edilmesine yönelik anlayışların değiştiğini göstermektedir ve yumuşak güç araçlarıyla güvenlikleştirme kapsamında olan bu sorun yok edilmeye çalışılmıştır.

Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle başlayan demokratikleşme ve normalleşme sürecinin devamı niteliğinde olan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi, temel hak ve özgürlüklerin standardını yükselterek, demokrasi alanının genişliğini arttırmayı amaçlamış bir projedir. Bu projenin mimarı olan Ak Parti, özgürlük ve güvenlik dengesi çerçevesinde, terör sorununa karşı çok boyutlu bir strateji geliştirmeyi amaçlayarak, hem demokrasiyi güçlendirmeyi hem de terör örgütünün beslendiği kaynakları yok ederek örgüte yeni katılımları engellemeye çalışmış, bu gruplara üye olanların topluma tekrar kazandırılması gerekliliğini savunmuştur (T.C. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, 2013: 47- 48). Böylece, terör sorunu ile olan mücadelede güvenlik eksenli bir uygulamadan ayrılarak, yumuşak güç etkenleriyle bu mücadelenin olabilirliğini savunan Ak Parti liderleri, bu sorunu sadece güvenlik tedbirleriyle endekslemeyip, terörle mücadeleyi toplumsal, hukuksal, psikolojik boyutlarıyla da ele almıştır. Çok boyutlu bir çerçevede ele alınması gerekliliği doğrultusunda Ak Parti Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı kurumunun kurulmasının yolunu açmıştır (T.C. Başbakanlık Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı, 2013: 48). Yumuşak güç araçlarının kullanımına yönelik bu somut girişimlerin yanında, taraflar arasında silahların susturulması ve diyalogların başlatılması anlayışı hakim olmuştur. Sorunun (Kürt, terör) temelinde demokrasi haklarının ihlali olduğunu savunan Ak Parti Hükümeti, sadece güvenlik güçleriyle yapılacak mücadelenin bu sorunları çözmede yetersiz kalacağını vurgulamıştır. Bu nedenle çok boyutlu bir strateji uygulayarak sorunun hukuki, sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerini de araştıran Ak Parti Hükümeti, PKK’nın silahsızlanmasını sağlayarak, bölgenin ekonomik ve sosyal kalkınması için somut adımların atılması

gerekliliğini ve bölge halkının devlete bağlılığını sağlamayı hatta bu bölgedeki siyasal çoğulculuğu teşvik ederek DTP\BDP ve PKK’nın bölge halkı üzerindeki etkisini zayıflatmayı hedeflemiştir (Efegil, 2010: 228- 229). Bu doğrultuda her kesimi kapsayacak demokratikleşme sürecine evrilen Ak Parti Yönetimi, bu çerçevede kısa, orta ve uzun vadeli adımlar olarak üç grup etrafında bu sürecin uygulanabilirliğini belirlerken, kısa vadede Kürtçe basın, yayın kuruluşlarına Kürtçe yayın yapma olanağı, Kürtçe mevlit, hutbe, vaizlerin okunmasına yönelik hakların tanınması, Kürtçe bilen devlet memurlarının görevlendirilmesi, Kürtçe konuşma serbestliği gibi adımlar yer alırken, orta vadede PKK’nın silahsızlandırılması ve tasfiyesi, son olarak uzun vadede ise anayasal değişikliklerin yapılması öngörülmüştür (Efegil, 2010: 230). Bu değişikliklerin ülkenin üniter yapısını tehlikeye düşürmeyecek şekilde yapılması gerekliliğini vurgulayan Ak Parti Hükümeti ve askeri kesim, bölge halkının güvenliği içinde TSK’nın varlığının olacağını her fırsatta vurgulamışlardır (Efegil, 2010: 232- 234). Fakat, DTP, BDP ve PKK lideri Öcalan, Türkiye’den self- determinasyon hakkına varıncaya kadar Türkiye’nin güvenliği ve Ak Parti ile taban tabana zıt koşullar çerçevesinde bu süreci desteklemişlerdir (Efegil, 2010: 235- 236). Bu sorunların çözümüne yönelik Ak Parti, başlatılan Çözüm Süreci için, ABD, İran, Irak, Suriye gibi bölge ülkeleriyle sürekli istişare içerisinde olarak ortak adımlarla bu sürecin olumlu sonuçlar verebileceğini savunmuştur. Ayrıca karşılıklı olarak yapılacak olan müzakereler ile kalıcı çözüm için demokratik açılımında tamamlanması gerektiğini vurgulamıştır (Efegil, 2010: 237- 239). Bu Demokratikleşme Süreci’nin ve başlatılan Çözüm Süreci’nin Türkiye’nin güvenliğini ve kırmızı çizgilerini geçemeyeceğini dile getiren Ak Parti Hükümeti, bu çerçevede bu sorunların çözümüne yönelik yumuşak güç etkenleriyle müdahil olmayı bir prensip olarak görmüştür. Bu kapsamda 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti’ni oluşturmasını ve 2014 yılında “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” gibi yasal düzenlemelerin anayasada yer almasını sağlayan Ak Parti, Çözüm Süreci’ne yönelik somut adımlar atmaya çalışsa da, (“Sanal”, 2015: 28). karşı taraftan bu atılan adımlara yönelik etkili bir adım gelmemiş ve ortak bir sorunun olduğu taraflar arasında kabul edilememiştir. Bu noktada “sıfır çözüm” önerileriyle müzakere masasına oturan taraflar, kendi koşullarından ve prensiplerinden taviz vermek istememeleri nedeniyle, bu sorun

günümüzde de şiddetini arttırarak devam etmektedir (Samur, 2014: 419). 2013 yılından itibaren bu sürecin sabote edilmeye başlandığı gözler önüne gelmiş ve günümüzde terör sorunu şiddetini daha da arttırarak, Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit unsuru olarak kendini tekrar su yüzüne çıkarmıştır. Ak Parti terörle mücadelede vatandaşın temel haklarını korumak ve kamu düzenini sağlamak anlayışıyla bu soruna yönelmiş ve özgürlük- güvenlik dengesini kurmanın gerekliliğini her zaman vurgulamıştır. Bu gereklilik çerçevesinde terörle mücadelede kararlılığını vurgulayan Ak Parti Hükümeti, Türkiye’nin sınır güvenliğini ve vatandaşların güvenliğini güvenlik politikalarının birincil sırasına koymuştur.

3.2.1.2.)Yasadışı Göçler

Türkiye’nin güvenlik anlayışını oluşturan önemli tehdit algılarından biri de yasadışı göçlerdir. Ak Parti, Türkiye’nin iç tehditleri olarak analiz edilen bu tehdit olgusunu güvenlikleştirilmiş politikalardan çıkarmak için çeşitli yollara başvurmuş ve bu tehditlerle mücadele girişimlerinde bulunmuştur. Yasadışı göçle mücadelede Ak Parti Yönetimi, uluslararası konjektürdeki güvenlik paradigmasındaki değişimi göz önünde bulundurarak, özgürlük ve güvenlik dengesini bertaraf etmeden, insan onuruna ve haysiyetine aykırı düzenlemeden kaçınarak tedbirler koymuştur.

Yasadışı göçler, en önemli sınır aşan sorunlardan biri olarak kabul edilmektedir. Türkiye’nin yasadışı göç trafiğinde geçiş güzergahı içerisinde olması, Türkiye’yi olumsuz etkileyen ve sınır güvenliğini tehlikeye düşüren bir duruma getirmiştir. Bu sınır aşan soruna sebep olan, coğrafi konum, çevre ülkelerdeki savaş ve istikrarsız durumların devamlılığı, sınırların zor fiziki yapısı gibi etkenler yer almış ve bu etkenler çerçevesinde göçmen sorunu Türkiye’yi transit ve hedef ülke konumuna getirmiştir (“Sanal”, t.y.: 1). Bugün, yasadışı göçün, terörizm, göçmen kaçakçılığı, insan ticareti gibi suçlarla bağlantısı olduğu analiz edilmektedir. Bu doğrultuda bu durum, hedef ve transit ülke olma özelliğini gösteren ülkelerce bir güvenlik tehdidi olarak kabul edilmiş ve bu ülkeleri analiz edilen bu tehdit karşısında tedbir almaya zorlamıştır (Akçadağ, 2012: 1). Hem hedef ülke olan hem de transit ülke olma özelliğini gösteren Türkiye’de, bu tehdit olgusunu bertaraf etmek için çeşitli önleyici adımlar atmıştır. Ayrıca yakın zamanda Türk vatandaşlarının Avrupa’ya yasadışı

göçlerinin olması sebebiyle Türkiye, yasadışı göçmen konusunda kaynak ülke haline gelmiştir (Akçadağ, 2012: 29). Türkiye’nin bu konumu, ülke güvenliğini ve çıkarlarını etkileyen bir olgu olarak güvenlik politikalarında yerini almış ve Avrupa ülkeleri ile ilişkilerinde etkilenmesine sebep olan bir etken olarak da Türkiye’nin Dış Politikası’nda incelenmiştir. Yasadışı göçlerle ilgili uluslararası mücadele girişimlerinin içerisinde aktif olarak yer alan Türkiye, ayrıca AB’ne üyelik sürecinde olan bir ülke olarak da AB’nin bu tehditlerin önlenmesine yönelik yürütmüş olduğu politikalarda yer almış ve Türkiye’nin yasadışı göçlerle mücadele politikalarında bu durum etkili olmuştur (Akçadağ, 2012: 29- 31). AB ülkelerinin 2001 yılından sonra mülteci ve sığınmacılara karşı görüşü olumsuz bir hava seyretmiş ve bu olumsuz hava da AB ülkelerini mültecilere karşı ‘giriş ve yaşama koşullarını zorlaştırıcı ama ülkeden sınır dışı etmeyi kolaylaştırıcı’ sert kanunlar içeren önlemler almaya itmiştir (Deniz, 2014: 179- 180). Ekonomi ve güvenlik endeksli şekillenen bu politikaların yanında göç ve iltica konuları, güvenlikleştirilmiş iç ve dış politika üretimi ile birlikte ele alınarak, Mastricht Antlaşması’nın 1. Temel direğine aktarılmıştır (“Sanal”, 2012: 10- 13). Böylece Geri Kabul Antlaşması kapsamında iltica ve koruma konusunda AB ülkeleri, AB’ne aday ülke statüsünde olan ülkelere sorumluluk yüklemiştir (“Sanal”, 2012: 13). Bu da AB’ne aday ülke statüsünde olan Türkiye’yi etkilemiş ve yasadışı göçler konusunda Türkiye’nin daha çok sorumluluk altına gireceğini göstermiştir. ‘Güvenlik’ ve ‘dışsallaştırma’ politikaları çerçevesinde hareket eden AB ülkeleri, Türkiye’den gelen düzensiz göçü mümkün olduğunca engellemek istemiş ve bu doğrultuda, gelen göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderilmesi anlayışı etrafında göç politikalarını belirlemiştir. Geri Kabul Antlaşması’yla ‘dışsallaştırma’ politikasını hayata geçirmeye çalışan AB ülkeleri, bu antlaşmayı imzalayan ülkelere hem kendi uyruklarından olan kişileri hem de kendi sınırlarından AB’ye yasadışı yollarla geçen kişileri, Geri Kabul Antlaşması içerisinde ele alarak, bu politikaların getirdiği insan hakları yükümlülüklerini, bu antlaşmayı imzalayan ülkelere devretmek istemiştir (“Sanal”, 2012: 17). Bu durum da, Türkiye’nin güvenliğini etkileyen bir etken olarak, güvenlik stratejilerinin içerisine dahil olmuştur. Bu kapsamda, 1951 yılında ‘Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ni ülkemizin bulunduğu konjektürü göz önünde bulunduran ve bu doğrultuda ‘coğrafi çekince’ (tercih) koyarak imzalayan Türkiye, (“Sanal, 2006:

1). AB ülkeleri tarafından sürekli olarak bu coğrafi çekince konusunda eleştirilere maruz kalmıştır. İltica ve müracaatların değerlendirilmesinde yabancıların giriş yaptığı ilk güvenli ülkenin sorumlu oluğunu ve zulüm riski taşıyanların ülkelerine geri gönderilmeyeceğini içeren, Cenevre Sözleşmesi ve AB Müktesebatı çerçevesinde Türkiye, bu coğrafi çekinceyi koymaması dahilinde, hem hedef hem de transit ülke özelliği ile göç edenlere karşı ilk güvenli bölge olarak AB ülkelerinin kabul etmeyeceği üçüncü ülke vatandaşlarını Türkiye kabul edecek ve bu kişilerin ülkelerine gönderilmesi söz konusu bile olmayacaktır (“Sanal”, 2006: 1). Bu durumun Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit olgusu yarattığını gören siyasi liderler, Cenevre Sözleşmesi’ne koyulan coğrafi çekince şartının günümüze kadar geçerliliğini sağlamışlardır. Ülke sınırlarının güvenliğini zedeleyen, işsizlik oranlarını arttıran, milli kaynakların yurtdışına çıkmasına sebep olan ve suç örgütlerinin maddi menfaatlerini sağlayan yasadışı göçler, ülkelerin kamu düzenini bozmaktadır (“Sanal”, 2006: 1). Bu durumun farkında olan Türkiye, ülkelerin güvenliği ve düzeni için yasadışı göçler konusunda tedbirler alınması gerekliliği doğrultusunda politikalarına yön vermiştir. Bu çerçevede Türkiye, uluslararası alanda yer alan örgütlerle işbirliği içerisinde olarak bu tehdit olgusuna karşı önleyici tedbirlerini almıştır.

Yasadışı göçlerin bir tehdit olgusu olarak iç tehditler içerisine dahil eden Ak Parti Yönetimi, bu tehdit konusunda Türkiye’yi transit ülke konumundan çıkarmak için çeşitli mekanizmalar oluşturmuştur. Bu durum, “Adalet, Özgürlük ve Güvenlik” başlıklı 24. Fasıl’da yer alan ‘İltica ve Göç’ konulu başlıkta da yerini almıştır (“Sanal, t.y.: 1). Bu fasıl, terörizmle mücadele, yasadışı göç, iltica, gümrük işbirliği, vize gibi cezai ve hukuki konularda adli işbirliğini ele almaktadır. Bu fasılda yer alan müzakere açılış kriterleri içerisindeki iltica ve göç konusunda bir eylem planının hazırlanması başlığı (“Sanal, t.y.: 1). içerisinde; İltica ve Göç Ulusal Eylem Planı 2005 yılında uygulamaya konulmuştur. Ayrıca bu tehdit olgusunun yok edilmesi için 2013 yılında resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren ‘Yabancılar ve Uluslararası Alanda Koruma Kanunu’ ile ‘Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’ kurulmuştur (“Sanal”, t.y.: 1). Bu müdürlük bünyesinde ‘İnsan Ticareti Mağdurlarını Koruma Dairesi Başkanlığı’nı oluşturan Ak Parti Hükümeti, ‘İnsan Ticaretinin

Önlenmesi ve Mağdurlarının Korunması Hakkında Kanun Tasarısı’nı da güncel konular içerisine alarak, yasadışı göçlerle mücadelede yer alan her kesimin haklarının korunması gerekliliğini ön planda tutmuştur (“Sanal”, t.y.: 1). Ak Parti Yönetimi yine bu tehdidin önlenmesi hususunda somut bir adım atarak ‘Yasadışı Göçle Mücadele Koordinasyon Kurulu’nu oluşturmuştur. İçişleri Bakanlığı bünyesinde oluşturulan bu kurul, yasadışı göçle mücadelede alınmış tedbirlerin takibi, yeni tedbirlerin geliştirilmesi ve alınan kararların uygulanmasının incelenmesi görevlerini üstlenmiştir (Tanıtım ve Medya Başkanlığı, 2015: 252). Ak Parti Hükümeti iç hukukta yürütülen bu göç politikalarının yanında, yasadışı göçlerle mücadeleye yönelik uluslararası alanda yer alan platformlarda da bulunmuş ve bu noktada göçmenlerin haklarını koruyan politikalara önem vermiştir. Türkiye gerek ulusal düzeyde caydırıcı tedbirler alarak, gerekse de uluslararası düzeyde yasadışı göçlerle ilgili sorunların tespiti, bilgi alışverişi, ortak mücadele ve işbirliği içerisinde bulunarak, bu sorunların çözülmesine yönelik aktif olarak faaliyetlerde bulunmuştur (Yüksel, 2012: 1). Bu aktif katılımla birlikte yasadışı göçmenlerin geçiş ve transit yolları değişmiş ve Türkiye’nin hedef ülke ve transit ülke olma özellikleri başka ülkelere kayarak, ülkenin güvenliğini etkileyen yasadışı göçlerin kontrol altına alınmaya başlandığı görülmüştür. Son zamanlarda bu göçmenlerin çoğunluğunun İtalya ve Fransa’ya gitmek için Yunanistan, GKRY ve İtalya yolunu tercih etmesi bu başarının somut örneklerinden biri olarak gündemde yerini almıştır (Yüksel, 2012: 1). Fakat, yumuşak güvenlik tehdidi olarak görülen bu tehdit olgusuna karşı günümüzde alınan önlemlerin olmasına rağmen, ekonomik ve siyasal sorunların varlığı, komşu ülkelerde yaşanan iç çatışmalar, yoksulluk gibi sebeplerle etkisi daha da artan bir tehdit olgusu olarak güvenlik politikalarında yerini korumaya devam etmiştir.

Yasadışı göç sorununu önemli bir tehdit olgusu olarak gören ve bu konuda hedef ülke ve transit ülke özelliğini gösteren Türkiye, bu konuda yürütülen politikalarda AB Müktesebatı’na uyum içerisinde olmuş, kendi güvenliğine ve ülke çıkarlarına ters düşmeden, insan haklarına saygılı ve insan onurunu kırıcı politikalardan kaçınarak, caydırıcı politikalar çerçevesinde bu tehdit olgusunu önlemeye çalışan tedbirler almıştır (Yüksel, 2012: 1). Son yıllarda komşu ülkelerde yaşanan siyasi

belirsizlikler ve iç çatışmalar, ülkemize kitleler halinde sığınmacıların gelmesine sebep olmuştur. Daha çok Suriye’den ve Irak’tan gelen bu kitleler, alınan önlemler çerçevesinde, güney sınırlarımıza yakın kamplarda barındırılarak, insani ihtiyaçları giderilmektedir (Ataseven, 2015: 1). Hem ulusal hem de uluslararası yasadışı göçlerle mücadele girişimlerinde yer alan Türkiye, AB ülkelerinin katı göç politikalarına rağmen, insan hakları ihlallerinden kaçınarak bu tehdit olgusuna yönelik önlemlerini almakta ve AB ülkelerini bu kitlesel göç hareketinden kurtaran tampon ülke konumunda yer almaktadır. Bunu da göz önünde bulunduran Ak Parti Yönetimi, Türkiye’nin güvenliğini tehlikeye düşürecek tedbirlerden kaçınmış ve ülke menfaatleri doğrultusunda oluşturulan yasadışı göçlerle mücadele girişimlerinde yerini almıştır.

3.2.1.3.)Kitle İmha Silahlarının Yayılması

Canlı ve cansız varlıklar arasında hiçbir ayrım yapmaksızın, aynı etkiyle her varlığı etkileyebilen, silah olup olmadıkları tartışma konusu haline geldiği için konvansiyonel olmayan silah grubuna giren ve kimyasal, biyolojik, nükleer silahlar olarak gruplara ayrılan silahlara kitle imha silahları denilmektedir (Kibaroğlu, 2003: 1). İlk olarak 1945 yılında ABD’nin nükleer denemeleriyle başlayan ve Soğuk Savaş Dönemi içerisinde Sovyetler Birliği ile ABD arasında yaşanan rekabetler çerçevesinde bu yapılan denemeler iki süper gücü silahlanma yarışına katmıştır. Kitle İmha Silahları (KİS) daha sonraki süreçte, BM Daimi üyesi olan İngiltere, Fransa ve