• Sonuç bulunamadı

2.3.)SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM’DE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGIS

İki Kutuplu Sistem’de süper güçlerden biri olan Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sona eren Soğuk Savaş Dönemi’nden sonra, bütün dünyayı içine alan ideolojik, ekonomik, kültürel ve territorial değişimler ve dönüşümler yaşanmıştır. Bu değişim ve dönüşümler de, Avrupa’daki sosyalist rejimlerin yerini demokratik rejimlerin alması, devlet merkezli planlamacı ekonomilerin yerini serbest piyasa ekonomilerinin alması şeklinde görülmüştür. Böyle bir değişim ve dönüşümün yaşandığı 1990’lı yıllarda bir çok yeni ulus- devlet de uluslararası alanda yerini almıştır. Türkiye’de oluşan bu yeni ortama göre kendi güvenlik anlayışını belirlemiştir (Demiray ve İşcan, 2008: 142). Oluşan yeni dünya düzeniyle birlikte, Soğuk Savaş Dönemi’nin klasik güvenlik yaklaşımı yerini, terörizm, yasa dışı göç ve organize suçlar, insan kaçakçılığı gibi yeni tehditlere bırakmıştır ve uluslararası sistemdeki aktörler tarafından ulus- kimlik statüsünü korumayı amaçlayan yeni güvenlik konseptleri oluşturulmuştur (Kaya, 2013: 2). Böylece, ulus devletin güvenliğini bozabilecek tehditler olarak görülen iç savaş, savaş gibi unsurların yerine, Soğuk Savaş Sonrası Dönem ile birlikte ulus- kimliğin bozulmasına yön veren unsurların tehdit algısı yarattığı anlayışıyla güvenlik algısının oluşturulduğu sonucuna varılabilir (Kaya, 2013: 2).

İki Kutuplu Sistem’de yer alan Türkiye, Batı Bloğu içerisinde kalarak kolektif güvenlik anlayışıyla ülkenin güvenliğini sağlamayı hedeflemiştir. Sovyetler Birliği’nin çöküp Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla İki Kutuplu Sistem yok olmuştur. Türkiye’de bu yeni gelişmeler çerçevesinde güvenlik politikalarını belirlemiştir. Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de Batı Bloku’nun önemli bir askeri örgütlenmesi olan NATO, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla kuruluş amacını yitirmiş, bir uluslararası örgüt olarak uluslararası alanda yeri sallanmaya başlamıştır. Bu doğrultuda Türkiye’nin de Avrupa’nın güvenliği için önemi azalmıştır. ABD bu eleştiriler doğrultusunda, NATO’ya karşı yeni bir misyon yüklemiş ve bu yeni misyon çerçevesinde terörizmle mücadele bir amaç olarak görülmüştür. Türkiye’de bu oluşan yeni misyon çerçevesinde güvenlik anlayışını belirlemiştir (Kesgin, 2014: 1111- 1112). Oluşan bu yeni misyon Türkiye’yi, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki gibi

sadece Sovyet tehdidiyle uğraşmayı değil, çok boyutlu ve istikrarsız tehdit algılamalarıyla karşı karşıya getirmiştir. Oluşan bu yeni dünya düzeniyle birlikte ortaya çıkan, yeni ulus devletler ve meydana gelen bölgesel çatışmalar, Türkiye’yi yakından ilgilendirmiştir. Böylece Türkiye, yoğunluğu daha az fakat, çok odaklı bir tehdit haritasında kendisini bulmuştur (Kesgin, 2014: 1116- 1117).

11 Eylül Saldırısı’ndan sonra terörizme karşı savaş artık meşru hale gelmiş ve Türkiye, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’den sonra terörizmle mücadele eden en önemli ülkelerden biri olmuştur. Yeni oluşan çatışma alanlarına yakınlığı, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan Rusya’nın varlığı, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden önemli unsurlar olarak, Türk Siyasi Hayatı’nda yerini almıştır. Bu tehdit unsurlarıyla baş etmek için Türkiye, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de de, NATO ile birlikte hareket etmiş ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütler içerisinde yer alan yapılanmalara katılma girişimlerinde bulunarak kolektif güvenlik politikasını yürütmüştür (Kesgin, 2014: 1126- 1127).

2.3.1.)Turgut Özal Dönemi’nde Türkiye’nin Güvenlik Algısı

Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla uluslararası alanda yeni bir dönem olarak karşımıza çıkan Soğuk Savaş Sonrası Dönem, tam olarak belirsizlikler zincirini içinde taşıyan bir dönem olmuştur. Belirsizlikler zincirinin hakim olduğu bu dönemde, Soğuk Savaş Dönemi’nin gözle görülebilen tehdit algısının, bu belirsizliklerin ortasında kaldığı ve uluslararası arenada yeni güvenlik algısının şekillendiği söylenebilir. Asimetrik ve çok boyutlu bir hal alan bu yeni algıyla birlikte, tehlikenin, sadece bir devletten başka bir devlete gelebileceği görüşünü taşıyan klasik güvenlik algısı egemenliğini kaybetmiştir. Yeni güvenlik algısının sınırları belirginsizleşmiş, güvenlik kapsamına sadece devlet değil; uluslararası örgütlenmeler, devlet dışı aktörler hatta bireyler bile dahil edilmiştir (Erdoğan, 2013: 265- 269).

Güvenlik algısının ve kapsamının çok boyutlu ve asimetrik olarak sergilendiği 1990’lı yıllarda Turgut Özal, bu belirsizliklerin hakim olduğu Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de de Türkiye’nin güvenliğini bu yeni algılar çerçevesinde şekillendirmiştir. Turgut Özal, Soğuk Savaş Dönemi’nin son basamaklarında başlatmış olduğu, demokratikleşme, liberalleşme ve neoliberalleşme, sivil örgütlenme gibi unsurları,

Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de daha da gözler önüne sermiştir (Bülbül, 2015: 75). Bu dönemde büyük devletler arasındaki çatışma riski azalmış olsa da, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra oluşan yeni ulus devletler içerisinde yer alan etnik çatışmalar ve iç savaşlar doğrultusunda, Türkiye’nin güvenlik politikası şekillenmiştir (Birdişli, 2009: 50- 51). Uluslararası alanda yaşanan bu etnik çatışmalar sonucunda bir ülkeye yönelik tehdit riski de belirginsizleşmiş ve bu ülkenin güvenlik algısı, nereden geleceği belli olmayan bir tehdit algısı çerçevesinde şekillenmiştir. Turgut Özal’da, bu yeni dönemde, Soğuk Savaş Dönemi’nin getirmiş olduğu kaygıya dayalı, irrasyonel güvenlik politikalarını (Bayram, 2015: 41). bırakmış ve ülkenin manevra alanını geliştiren, daha gerçekçi ve çok boyutlu politikalar yürüterek, Türkiye’nin güvenlik algısını oluşturmuştur. Özal’ın liderliği boyunca gerçekleştirmiş olduğu liberal politikalar çerçevesinde Türk Dış Politikası’nı yürütmesi ve elitist ve vesayetçi düzeni kökünden sarsan faaliyetler gerçekleştirmesi, Türkiye’nin güvenlik algısının yelpazesini genişletmiştir (Karaman, 2013: 408). Kapsamı genişletilen güvenlik algısıyla birlikte Özal artık Türkiye’yi güvenlik algısı noktasında yeni bir anlayışa taşımıştır ve Margaret Thatcher’in 1987 yılındaki Dauglas Keaying Woman’s Own dergisindeki röportajında ifade ettiği gibi “toplum yoktur birey vardır” anlayışı (Duman, 2010: 189). etrafında hem ülkenin iç ve dış politikalarını yürüterek sosyal devlet anlayışını indirgemiş hem de güvenlik politikalarında güvenliği tehdit eden olguların kapsamını genişletmiş ve derinleştirerek Türkiye’nin yumuşak karnını oluşturan olguları belirginleştirmiştir. Sadece devletin güvenliği değil, bireyin güvenliğini de ele alan Özal, 1990 sonrası dönemde Türkiye’nin güvenlik perspektifini geliştirmiştir.

Turgut Özal döneminin en önemli güvenlik sorunları, SSCB’nin ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra uluslararası sistemde yeni yeni yer almaya başlayan ulus devletlerin varlığı ve bu devletler içerisinde yer alan etnik ve dini çatışmalar sebebiyle, Türkiye’ye yönelik mülteci akımının başlatmış olduğu güvenlik sorunları ve özellikle Bosna Hersek, Kosova, Makedonya, Arnavutluk, Azerbaycan, Ermenistan gibi Soğuk Savaş’ın bitimiyle ulus devlet olarak karşımıza çıkan bu bölgelerdeki bölgesel, siyasi ve iktisadi risklerin yer aldığı güvenlik sorunları, Türkiye’nin 1990 sonrası güvenlik anlayışını şekillendirmiştir (Çolakoğlu, 2011:

315). Özal, cumhurbaşkanlığı döneminde bu tehdit algılarını yok etmek için çaba göstermiştir ve bu doğrultuda Türkiye’nin NATO müttefiki olarak ABD ile ilişkilerini geliştirmiştir (Çolakoğlu, 2011: 315- 316). Stratejik ortaklık konumunda olan bu ilişkiler, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’in getirmiş olduğu belirsizlikler etrafında şekillenmiştir. Türkiye ile ABD arasındaki olumlu ilişkiler, Soğuk Savaş Dönemi’nden sonra da kendisini ilk olarak 1990 yılında Irak’ın Kuveyt’i işgal ederek fitilini ateşlemiş olduğu Körfez Krizi’nde (I. Körfez Krizi) göstermiştir. ABD’nin müdahalesi sonucuyla Irak işgal ettiği bölgelerden çekilmiş ve bu çekilmeden sonra kriz son bulmuştur. Bu krizde Türkiye ABD’ye destek vermiştir ve verilen bu destek çerçevesinde Irak’a uygulanan ambargo sonucunda Türkiye Kerkük- Yumurtalık Petrol Boru Hattı’nı kapatmıştır. Bu ambargo sonucunda petrol fiyatları artmıştır ve transatlantik geçiş zarar görmüştür. Bunlar Türkiye’nin aleyhine işleyen unsurlar olarak ve Türkiye’nin ekonomisine zarar veren faktörler olarak Türkiye’nin Dış Politikası’nda yerini almıştır. Bu faktörlerin aynı zamanda Türkiye’nin güvenliğine tehdit eden olgular olarak okunduğu ve güvenlik kapsamına dahil edildiği iddia edilebilir (Özçelik, 2011: 173- 174). Körfez Krizi’nin Türkiye’ye yansıtmış olduğu ekonomik kriz ve bu krizin yol açtığı tehdit unsurlarının yanında, Kuzey Irak’ta otorite boşluğunun oluşması da Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendiren bir tehdit unsuru olarak Özal’ın karşısına çıkmıştır. Bölgede oluşan bu boşlukla birlikte Türkiye’ye yönelik PKK eylemleri de artmıştır. Bu tehdit unsurlarını bertaraf etmek için 1991 yılında Adana’da “çekiç güç”27 oluşturularak, NATO askerlerinin Türkiye topraklarında üst kurması hızlanmış ve asker sayıları arttırılmıştır (Özçelik, 2011: 174). Bu da, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de oluşan bu yeni düzende, Türkiye’nin güvenlik politikalarında yer alan tehdit olgularının Kuzey’den Güney’e ve Batı’ya kaydığının bir kanıtı olmuştur (Sarınay, t.y.: 1). Körfez Savaşı’nda Özal’ın Çekiç       

27Çekiç Güç, Türkiye’nin güvenliği için önemli bir sorun teşkil eden mülteciler için güvenli bölge

oluşturulması adına yapılandırılmıştır. BM’nin almış olduğu 688 sayılı kararıyla oluşturulan bu yapılanma, ilk olarak Silopi’de kara gücü olarak konuşlandırılan bu yapılanma daha sonraki süreçte İncirlik’e hava gücü olarak konuşlandırılmıştır. Irak halkını Bağdat’tan gelebilecek saldırılara karşı korumak amacıyla kurulan Çekiç Güç, 1996 yılında BM’nin kararlarına uyulup uyulmadığını denetlemek amacıyla Keşif Güç olarak ismi değiştirilmiştir. ABD, İngiltere, Fransa ve Türkiye askerlerini kapsayan ve ilerleyen yıllarda Fransa’nın askerlerini çektiği bu güç 2003 yılında kaldırılmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Öztürk, “I. Körfez Savaşı’ndan (1990- 91) 11 Eylül Sürecine ABD’nin Irak Politikası ve Bunun Türk- Amerikan İlişkilerine Etkileri”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 19, 2010, s. 10.

Güç’ün Türkiye topraklarında izin vermesi, Mustafa Kemal döneminden beri süregelen ‘tarafsızlık politikası’nı terk etmiş olduğunun bir göstergesi olduğu iddia edilse de, Özal bu girişimiyle, Türkiye’nin Dış Politikası’nda aktif bir politika yürüteceğinin altını çizmiş ve Türkiye’nin bir Cumhuriyet olarak kuruluşundan beri süregelen dış politika anlayışını değiştirmeye çalıştığını göstermiştir (Dündar, 2016: 13- 14). I. Körfez Savaşı’nda göçmen Kürtler’in Türkiye sınırlarına dayanması noktasında onların güvenliğini sağlamak amacıyla, 36. paralelinde başlayan güvenlik bölgesi içerisinde oluşturulan Çekiç Güç, daha sonraki süreçte Türkiye’ye bir güvenlik sorunu olarak geri dönmüştür. Çünkü bu yapılanmada vaad edilen yardımların yapılmaması, toplum arasında bu gücün Türkiye topraklarında olabilirliğini tartışılır hale getirmiştir (Dündar, 2016: 14). Ayrıca oluşturulan bu yapının ilerleyen aşamalarda PKK’ya yardım ettiği iddialarıyla sosyal hayatta çalkantılar başlamış, bu çalkantılar siyasal hayata da sıçramıştır (Dündar, 2016: 14). İki Kutuplu Sistem’in ortadan kalkmasıyla oluşan yeni düzenin farkında olan Özal, Türkiye’nin önüne çıkan fırsatlarını görmüş ve bu doğrultuda Türkiye’yi dışa yöneltmiştir. Ülkenin güvenlik endişelerinin asimetrik bir hal aldığı bu yeni dönemde, bütün bu olumsuzluklara rağmen Özal, dış politikayı aktif bir hale getirmek isteyerek, yeni doğan fırsatlardan yararlanmak için, Türkiye sınırlarındaki bölgelerle ekonomik, siyasi ilişkiler içerisine girmiş ve girişimci özelliğini ortaya koymuştur (Karaosmanoğlu, 2001: 63- 64). Türkiye’nin bu dönemdeki aktif politika anlayışı ve Avrupa’nın uygulamış olduğu kendi içine dönmesine yön veren politikaların varlığı, uluslararası güvenliğin; demokrasi ve insan haklarına riayet unsurlarıyla özdeşleşmesinin yolunu açmıştır. Uluslararası güvenliğin bir koşulu olarak uluslararası alanda yer alan bu iki unsur, Özal döneminin en önemli güvenlik endişelerinden biri olarak ortaya çıkmıştır. Bu iki unsur, Türkiye ile Avrupa arasındaki Soğuk Savaş Dönemi’nin stratejik kültür ortaklığı ilişkisini ortadan kaldırmış, Türkiye’nin Avrupa’nın güvenliği noktasında dışarıda kalmasına ve Avrupa ülkeleri tarafından Türkiye’nin bu güvenliğe yönelik bir tehdit unsuru olarak algılanmasına sebep olmuştur (Karaosmanoğlu, 2001: 64- 65). Böylece demokrasi ve insan haklarına uymak, 1990’lı yılların ilk yarılarında Türkiye’nin başını ağrıtan en önemli sorunlar olarak iç ve dış politikalarında yerini almıştır. Özal döneminin en

önemli güvenlik sorunlarından olan bu iki faktör, Türkiye’nin ilişkilerinde karşısına çıkan en büyük sorunlardan biri olmuş ve bu bağlamda idam cezasının kaldırılması, etnik azınlıklara haklar tanınması, demokratik özgürlüğün kuvvetlendirilmesi gibi noktalarında da AB ile sorunlar yaşayan Özal, 1990’lı yıllarda bu sorunları Türkiye’ye yönelik bir tehdit algısı olarak görmüş ve çeşitli faaliyetlerle bu sorunları aşama aşama ortadan kaldırmak istemiştir. AB ile ilişkilerin bu unsurlar çerçevesinde gerilmesi ve AB’nin, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de yeni oluşan Doğu Avrupa ülkelerine yönelmesi ve Türkiye’yi geri plana atması, Avrupa’nın güvenliğinde Türkiye’nin dışarıda tutulması gibi bir sorunla Türkiye’yi karşı karşıya getirmiştir (Çolakoğlu, 2011: 315). Bu durum da, Türkiye’nin güvenlik algısını etkilemektedir. Soğuk Savaş Sonrası Dönem’in en somut güvenlik sorunlarından olan, sınır güvenliği ve mülteciler tehdit algıları, Türkiye’yi bu dönemde uğraştırmıştır ve bu güvenlik sorunları bertaraf etmek için de Özal, çok taraflı ve çok boyutlu aktif bir dış politika izlemiştir (Çolakoğlu, 2011: 309). Bu doğrultuda Türkiye, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya’nın dağılmasıyla, Balkanlar’da, Orta Asya’da ve Kafkaslar’da oluşan yeni devletleri tanımış ve ekonomik, siyasi, kültürel ilişkiler içerisine girmiştir. Bölgesel güvenliğin sağlanması için çaba sarf eden Türkiye, bu işbirliğinden doğacak fırsatları, bağlı olduğu ittifak çıkarlarının önünde değerlendirerek tek boyutlu bir Türkiye’nin Dış Politikası yürütme gerekliliği algısından çıkmıştır.

Ekonomik ve ticari temellere dayanan Özal’ın dış politikası genel olarak Özal’ın liderlik döneminde kabul görmüş olsa da, Özal’ın, uluslararası sistemin dayatmak istediği şartları aynen uygulamak yerine, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik yapısı, tarihsel arka planı, dini, askeri ve ekonomik yapısı doğrultusunda harmanlayarak uyguladığı ifade edilebilir. Buda, Türkiye’nin güvenliğine zarar veren risklerin, milli menfaatler doğrultusunda ele alınmasına ve bu risklerinde optimum dengeyi kurarak fayda sağlaması çerçevesinde analiz edilmesine sebep olmuştur (Demiray, t.y.: 1) . Ele almış olduğu yeni açılımlar çerçevesinde Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendiren Özal, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’in getirdiği belirsizlikler içerisinde uygulamış olduğu dış politikayla, ekonomik işbirliği doğrultusunda Türkiye’nin güvenliğinin sağlanması anlayışıyla uluslararası barış ve istikrar için, karşılıklı

çıkarların korunduğu bir güven ortamının getirilmesine yardımcı olmuştur. Ekonomik işbirliğiyle oluşturulan güvenlik ortamı çerçevesinde, Türkiye’nin, komşularıyla ilişkilerinde sorunlu bir ülke olmaktan çıkıp, Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar gibi bölgelerde ekonomik ve güvenlik alanlarında işbirliğini sağlamayı amaçlamıştır (Demiray, t.y.: 1).

Sonuç olarak, güvenliğin, bireyden devlete, devletten de sisteme taşındığı ve içerisinde askeri, ekonomik, sosyal ve insani değerleri de barındırdığı bir şekliyle (Dedeoğlu, 2009: 257). ele alındığı Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de Türkiye, yeni tehditlere karşı müttefikleriyle ortak güvenliklerinde işbirliği yapılmasını öngörerek kolektif güvenliği bu yeni dünya düzeninde de savunmuştur (Çakmak, 2009: 266). Özal bu yeni tehditlere karşı çok boyutlu ve çok taraflı politikalar yürüterek, Türkiye ile diğer ülkeler arasında işbirliğini geliştirmek için uğraş vermiştir. Bu yeni düzende Özal, Soğuk Savaş Dönemi’nde yürütülen politikalarda yer alan sadece Batı Bloğu ülkelerine bağlı kalmaktan ziyade, Doğu Avrupa ülkeleriyle de işbirliği içerisine girmeye çalışmıştır. Böylece Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de Türkiye’nin, Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar’da yaşanan etnik çatışmaların arasında kalmasından kaynaklanan tehditleri bertaraf etmek istemiş ve Türkiye’nin sınır güvenliğini sağlamayı amaçlamıştır. Ayrıca Özal, 1990 sonrasında “neo Osmanlılık”28 politikalarına da yer vererek, Sovyetler Birliğinin dağılması sonucu oluşan yeni devletlerin olduğu bölgelerde, kolektif aidiyet kalıplarını tekrar ortaya koyarak ve bu bölgelerle olan ortak tarihlerini tekrar canlandırarak bu bölgelerle diplomatik ilişkiler içerisinde olmaya çalışmıştır (Çalış, 2006: 3- 19). Türkiye’nin diğer ülkelerle bölgesel işbirliğini geliştirerek “karşılıklı bağımlılığı” artırması sonucu, çatışma riskinin en aza indirgeneceği anlayışını savunan Özal, Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden sorunlarla baş etmesi ve Türkiye’nin milli menfaatlerine ve çıkarlarına ulaşması için, ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi gerekliliğini ortaya koymuştur. Bu ekonomik ilişkilerle bölgesel ve küresel işbirliğinin ve barışın sağlanacağını vurgulayarak, bunu kendi döneminin Türkiye’nin Dış Politikası’na       

28Neo Osmanlılık, Osmanlı kimliğini ve onun konseptlerini atıfta bulunularak yürütülen politikaları

kapsayan bir kavramdır. Özal döneminde daha da açık bir şekilde gündeme gelen bu kavram, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, özellikle Orta Asya ve Balkanlar’a yönelik yürütülen bir politikayı kapsar. Ayrıntılı bilgi için bkz. Suat Beylur, Turkey’s Balkan Policy Under Ak Party and Claıms for Neo- Ottomansim, Master’s Tehesis, Ankara: Hacettepe University, 2013, s. 6- 10.

yansıtmıştır. Bu yeni düzenin Türkiye’ye tehdit kadar fırsatları da getirdiğini gören Özal, Soğuk Savaş Sonrası Dönemi Türk Dış Politikası’nı da bu anlayışlar doğrultusunda yürüterek, güvenlik politikalarını da bu çerçeveler etrafında çizmiştir. Böylece Özal, aktif ve çok boyutlu- çok kapsamlı bir politika seyrederek liberal bir güvenlik anlayışını ortaya koymuştur (Laçiner, 2011: 1).

2.3.2.)1990 Sonrası Oluşan Koalisyonlar Döneminde Türkiye’nin Güvenlik Algısı

Turgut Özal’ın cumhurbaşkanlığından sonra(1989- 1993) cumhurbaşkanlığı görevine gelen Süleyman Demirel (1993- 2000) döneminde Türk Siyasi Hayatı’nda sürekli olarak hükümet değişikliği yaşanmış, Türk Siyasi Hayatı’nda önemli bir yer tutan 1980 sonrası koalisyonlar dönemi kendisini çok somut çizgilerle göstermiştir.

1993 yılında Turgut Özal’ın vefatından sonra cumhurbaşkanlığı görevine getirilen Süleyman Demirel ve bu dönemdeki koalisyon ortaklığından doğan hükümetler, Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendirmiştir. 1993 yılında başbakanlık koltuğuna oturan Tansu Çiller, bu dönemde Türkiye’ye bir tehdit unsuru olarak ifade edilen, terör, ekonomik sıkıntılar, işsizlik sorunu, sosyal güvenlik, sağlık gibi etkenlerle uğraşarak, Türkiye’nin güvenliğini sağlamaya çalışmıştır (Özçelik, 2011: 175- 176). 5 Nisan 1994 yılında alınan ekonomik kararlar29 gibi yürütülen politikalar çerçevesinde Türkiye’ye bir tehdit unsuru olarak algılanan olguları yok etmek istemiştir. Ekonomi sorunları 1990 sonrası dönemde Türkiye’deki karar vericilerin uğraştığı güvenlik sorunlarından biri olmuştur. Bu sorunlar çerçevesinde dönemin karar vericileri çeşitli politikalarla bu tehdit algısını güvenlikleştirme kapsamına dahil etmiştir.

1990 sonrası Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendiren önemli etkenlerden biri de, PKK eylemleridir.1980’li yıllardan beri süregelen ve koalisyonlar döneminde de devam eden Türkiye’nin tehdit olarak görmüş olduğu bu sorun, koalisyon ortaklığı oluşan hükümetler döneminde de güvenlikleştirme kapsamında kalmıştır. Böylece bu       

291994 yılında alınan ekonomi kararları, kamu faiz oranlarının düşürülmesi için dönemin başbakanı

Tansu Çiller tarafından oluşturulmuştur. Enflasyonu düşürmek, Türk lirasına istikrar kazandırmak, ihracatı arttırmak amacıyla bu kararlar alınmıştır . Ayrıntılı bilgi için bkz.

doğrultuda 1995 yılında terör sorununu ortadan kaldırmak için ve Kuzey Irak’ı korumak adına Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu bölgelerde yer alması Türk Dış Politikası’nda kendisine bir yer bulmuştur (Çolakoğlu, 2011: 319- 320). İran, Suriye gibi Orta Doğu ülkelerinin PKK gibi terör örgütlerine destek verdiği gerekçesiyle ve bu destek doğrultusunda bölgede bu sorunla mücadelede yalnız kalmamak için İsrail ile iyi ilişkiler içerisine giren Türkiye, yürütmüş olduğu bu politikalarla Türkiye’nin güvenliğine tehdit olarak algılanan olguları güvenlikleştirme kapsamına almaya çalışmıştır. 1995 yılında Suriye ile Yunanistan arasında yapılan mutabakatları, kendisine yönelik yapılan bir çevrelenme tehdidi olarak algılayan Türkiye, bu tehdidi yok ederek, ülke topraklarının bütünlüğü için, İsrail ile askeri, ekonomik, teknolojik