• Sonuç bulunamadı

2.1.)İKİ SAVAŞ ARASI DÖNEMDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGISI(1923 1939)

Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası sistemde bir ulus devlet olarak yer aldığı dönemden beri, Türkiye’nin geleneksel güvenlik algısı; sivil- askeri, bürokratik- elit tarafından üretilmiş, üretilen bu algı sorgulanmadan iç ve dış politikalara yansıtılmıştır (Aktaş, 2011: 27). Aslında, yeni bir devlet olarak uluslararası sistemde boy gösteren Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’nun toplumsal ve bürokratik hafızasıyla taşınan güvenlik meselelerine tehditlerini de içine alarak kendisinin güvenlik algısını geliştirmiştir (Gül, 2016: 308).

Geleneksel güvenlik algısının toprak kaybetme tehdidi, jeopolitik ve jeo stratejik konum unsurları tarafından şekillenmesi sonucunda Türkiye’nin güvenlik anlayışının oluşturulduğu dile getirilebilir. Bu unsurlar çerçevesinde oluşan güvenlik algısı, “saldırgan reel politik- savunmacı reel politik, geleneksel- modernite, kozmopolitanizm- milliyetçilik, ulusal birlik- çoğulculuk, laik cumhuriyetçilik- demokrasi gibi birbirleriyle zıt karakterlere sahip eğilimlerle şekillenmiştir (Gül, 2016: 27- 28). Türkiye’nin güvenlik politikalarının inşasında büyük bir etkiye sahip olan; toprak kaybetme korkusu ve jeopolitik- jeo stratejik konum unsurlarıyla(coğrafi belirlenimlik) ülke, ulusal ve uluslararası güvenlik politikalarını belirlemiştir (Aktaran: Gül, 2016: 308- 309). Bu iki bileşenin içerisinde Türkiye’nin tarihsel arka planında yer alan; Osmanlı Dönemi’nde ilk toprak kayıplarının yaşandığı 1699 Karlofça Antlaşması, 1918 yılında ortaya konulan Mondros Mütarekesi ve Sevr Antlaşması, uluslararası sistemde yeni olan Türkiye’nin güvenlik yaklaşımlarını belirlemiştir ve vatanın bölünmez ve parçalanamaz olduğunu vurgulayan bu yaklaşımlar, toprak kaybına neden olabilecek ve devletin egemenliğini zedeleyebilecek her türlü tehdidin yok edilmesine dayalı esaslardan oluşmuştur (Gül, 2016: 308- 309).

Toprak kaybının yaşanmamasına ve ulus devletin yapısını oluşturan öğelerin yok edilmemesine dayalı esasları içerisine alan Türkiye’nin güvenlik anlayışı, iki dünya savaşı arası dönemi içine alan 1923- 1939 yılları arasında da, bu esaslar ulusal ve uluslararası politikalar içerisinde kendisine bir yer bulmuş ve güvenlik algısı bu esaslar çerçevesinde şekillenmiştir. Yönetimde olan liderler de bu esasları göz önünde bulundurarak Türkiye’nin güvenlik algısını geliştirmiş, ülkenin bölünmez bütünlüğüne tehdit olarak görülen riskleri “güvenlikleştirme politikası” kapsamı içerisine alarak, güvenlik meselesi haline getirmiştir. İncelenmesi ve oluşan tehdidin yok edilmesi gereken bir unsur olarak ülkenin güvenlik politikalarının ilk sıralarına getirmiştir.

2.1.1.)Atatürk Dönemi Türkiye’nin Güvenlik Algısı (1923- 1938)

1919 yılında yapılan Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Avrupalı “ Büyük Güçler” le imzalanan 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması’ndan hemen sonra Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmiş, böylece uluslararası konjektürde Türkiye’nin ulusal güvenlik ve bağımsızlığını korumayı amaçlayan güvenlik algısının varlığından sözedilebilir (Nuri, 2009: 1). Bu algının, Mustafa Kemal’in, Türkiye’nin Dış Politikası’nda önemli bir aktör olarak yer aldığı dönemde devam ettirildiği gibi, ileriki süreçte diğer Türk politikacılar tarafından da sürdürüldüğü ifade edilebilir. Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde uluslararası sistemde yeni doğmuş olan Türkiye’nin güvenlik anlayışının esasları belirlenmiştir ve belirlenen bu esaslar içerisinde yer alan, ulusun güvenliği ve milletin bağımsızlığı algısının yanına, yabancılara milli egemenliği ve toplumsal dengeyi sarsacak imtiyazların verilemeyeceği ve manda ve himayenin kabul edilemeyeceği anlayışı da eklenmiştir. Bu eklemelerle birlikte Mustafa Kemal Dönemi Türkiye’nin güvenlik anlayışı; bu esaslar çerçevesinde çizilmiş, milli sınırlar içinde ulusun güveliği ve bağımsızlığını aynı zamanda ülkenin bütünlüğünü bozacak her türlü tehdidin ve riskin bertaraf edilmesi anlayışına dayandırılmıştır (Gül, 2016: 309). Mustafa Kemal’in güvenlik politikalarına yön verdiği Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, ülkenin iç ve dış politikalarında bir çok sorunlarla karşılaşılmış olsa da, Mustafa Kemal’in “yurtta sulh cihanda sulh” prensibi çerçevesinde Türkiye’nin güvenlik algısı şekillenmiştir. Bu

prensibe bağlı olarak; devletin bekası, bölünmez bütünlüğü, cumhuriyetin korunması, milletin refahı, ülke ve bölge barışının sağlanması ve yurt dışında bulunan Türk vatandaşlarının güvenlik ve refahını içine alan milli hedefler ve menfaatler sıralanmıştır (Sandıklı, t.y.: 8). Sıralanan bu hedefler Türkiye’nin güvenlik anlayışının içini dolduran olguları haline gelmiştir. Böylece milli menfaatler etrafında şekillenen Türkiye’nin güvenlik algısının, 1923- 1939 yılları arasında realist bir bakış açısıyla çevrelendiği sonucu çıkarılabilir. Devlet güvenliğini ön plana atan bu geleneksel kuram, Mustafa Kemal’in siyasal liderliği döneminde kendisini göstererek askeri/ stratejik düzlemde şekillenmiştir (Çomak, 2008: 1). Bu dönemdeki (iki dünya savaşı arası dönem) güvenlik anlayışı da, Mustafa Kemal’in ortaya koymuş olduğu, milli ilkeleri1 koruma ve geliştirme algısıyla çevrelenmiştir (Şahin, 2007: 48).

24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’ndan sonra Türkiye’nin uğramış olduğu sorunları2 “yurtta sulh cihanda sulh” prensibi etrafında çözüme kavuşturmayı amaçlayan Türkiye Cumhuriyeti siyasi liderleri, bu dönemdeki sorunları, ulusal ve uluslararası barışı yok edecek eylemlerden uzak, aynı zamanda uluslararası hukuka aykırı politikalardan uzak bir güvenlik algısını geliştirerek çözüme kavuşturmayı hedeflemiştir (Gül, 2016: 309- 310). Bu sorunların çözümü için ele alınan önerilerde ise, milli hedefler ve menfaatlerin göz ardı edilmemesi anlayışı prensip olarak ele alınmıştır. Bu milli ilkelerden taviz verilmeyeceği anlayışı ulusal ve uluslararası politikalara kesin bir şekilde yansıtılmıştır. Ülkenin güvenlik unsurlarının öne çıktığı yada öncül olduğu taktirde, devlet politikalarının daha katı ve bu tehditlerle herhangi

      

1İfade edilen bu milli ilkeler de; milli egemenlik, tam bağımsızlık, laiklik, haysiyetli ve şerefli bir

millet olmak, orduya saygı, milli bir hedefe sahip olmak, milli kimliğin güçlendirilmesi ve güç oluşturmak şeklinde sıralanmıştır. Ayrıntılı bilgi için bkz: Ahmet Küçük Şahin, “Türkiye’nin Tehdit Belirleme Yöntemi ve Güvenlik Anlayışı Çerçevesinde Düşman Kavramının Değerlendirilmesi”, T. C. Genel Kurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü Sempozyum (Türkiye’ye Yönelik Dış Kaynaklı Riskler ve Tehditler), 2007, s. 51- 61.

2Türkiye’nin, misak-ı milli sınırları içerisinde ve kendi hedefleri doğrultusunda Lozan Antlaşmasında

çözemediği sorunları; İngiltere ile Musul sorunu, Fransa ile Türkiye- Suriye sınırı sorunu- dış borçlar sorunu, Yunanistan ile nüfus mübadelesi ve genel olarak boğazlar sorunu şeklinde sıralanmaktadır. Bu sorunlar Lozan Antlaşması’ndan sonra çözüme kavuşturulmayı beklemiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ali Ulvi Özdemir, “Lozan’da Başarıyı Ölçmek: Konular Bazında Bir Değerlendirme”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 53(Lozan Antlaşması Özel Sayısı), 2013, s. 155- 200.

bir uzlaşının yapılamayacağı vurgulanarak, bu tehdit unsurlarının yok edilmesi gerektiği savunulmuştur (Yüksel, 2010: 285- 288).

1923- 1938 yılları arası dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenlik algısını şekillendiren M. Kemal, yeni kurulan cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hem içteki reformları gerçekleştirerek iç güvenliği sağlamayı amaçlamış, hem de Lozan Antlaşması’ndan kalan İngiltere ile Musul3, Fransa ile Hatay4, Yunanistan ile nüfus mübadelesi5 olan sorunlarını barışçıl yollarla çözmeye çalışarak dış güvenliği sağlamayı amaçlamıştır. Ayrıca uluslararası güvenlik konularına da önem veren M. Kemal, bu dönemde statükocu bir politika izleyerek, uluslararası güvenliğin sağlanmasına yönelik faaliyetlerde hem diplomatik destekte bulunmuş hem de aktif olarak bu faaliyetler içerisinde yerini almıştır (Uzgel, 2009: 308). Böylece Türkiye, uluslararası güvenliğin sağlanması ve barışçıl bir ortamın oluşması için ulus devletler tarafından oluşturulan ve uluslararası sistemde bir aktör olarak yer alan Briand- Kellog Paktı’na6 ve Milletler Cemiyeti’ne(MC)7 üye olarak bu örgütlerin

      

3Lozan Antlaşması sırasında İngiltere ve Türkiye arasında bir sorun olarak kalan Musul Sorunu,

Lozan görüşmeleri dışında tutularak iki ülke arasında yapılacak ikili görüşmeler ile çözüme kavuşturulması gerektiği saptanmıştır. Türkiye’nin misak-ı milli sınırları içerisine dahil etmek istediği fakat İngiltere’nin, Türkiye’nin bu isteğine karşı çıkıp Irak sınırları içerisinde tutulması gerektiğini savunduğu Musul toprakları, Lozan görüşmelerinden sonra, Milletler Cemiyeti’nin bu soruna el koymasıyla çözüme kavuşturulmuştur. İki ülke arasında imzalanan Ankara Antlaşması ile çözüme kavuşturulan bu sorun, Musul’un Irak’a bırakılmasıyla ve Türkiye’nin de, Irak petrollerinden yirmi beş yıl süreyle %10’luk bir pay alması koşuluyla bir sorun olmaktan çıkmıştır.Ayrıntılı bilgi için bkz. Emine Kısıklı, “Yeni Gelişmelerin Işığında Geçmişten Günümüze Musul Meselesi”, Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S 24, 1999- 2003, s. 487- 526.

4Lozan görüşmelerinden sonra Türkiye’nin güvenliğine bir tehdit olarak görülüp misak-ı milli sınırları

içerisine dahil edilmesi gerektiği savunulan Hatay sorunu, Lozan Antlaşması’ndan sonra 1939 yılında Hatay meclisinin oybirliği ile Türkiye’ye katılmasıyla çözüme kavuşturulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. S. Esin Dayı, “Hatay Devleti ve Hatay’ın Anavatan’a Katılması”, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, Sayı 19, 2002, s. 331- 340.

5Bu sorun, 30 Ocak 1923 yılında imzalanan ‘Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin

Sözleşme ve Protokol’ ile çözüme kavuşturulmuştur. İmzalanan bu antlaşma ile, İstanbul’da oturan Rumlar hariç Türkiye’deki bütün Rumlar Yunanistan’a, Batı Trakya’da oturan Müslümanlar hariç Yunanistan’da yer alan bütün Müslümanlar Türkiye’ye göç ettirilmiştir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Gökçe Bayındır Goularas, “1923 Türk- Yunan Nüfus Mübadelesi ve Günümüzde Mübadil Kimlik ve Kültürlerinin Yaşatılması”, Alternatif Politika, Cilt 4, Sayı 2, 2012, s. 129- 146.

6ABD ve Fransa’nın önerileriyle oluşturulan bu Pakt, savaşı ulusal politikaların bir aracı olarak

kullanmayı yasaklayan çok taraflı antlaşmadır. Ayrıntılı bilgi için bkz. İlhan Uzgel, “Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Baskın Oran (ed.), Türk Dış Politikası Kurtuluş Savaşı’ndan Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, Cilt 1, 1919- 1980, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 308.

7Milletler Cemiyeti, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra savaşın galipleri tarafından uluslararası alanda

barışı sağlamak amacıyla oluşturulmuştur. Wilson’un on dördüncü ilkesi olarak bilinen Milletler Cemiyeti, 1920 yılında uluslararası sistemde yerini almıştır. Kolektif barış ve güvenliğe önem veren

faaliyetlerine destek olmuştur. Böylece, Türkiye’nin mutlak bağımsızlık ve egemenliğini teyit etmeye çalışan M. Kemal, uluslararası sistem içerisinde bir aktör olarak yer alan uluslararası örgütlere katılım sağlayarak özellikle de, 1932 yılında Milletler Cemiyeti şemsiyesi altına girerek, kolektif güvenlik düşüncesine sahip bir lider olma rolünü çizdiği söylenebilir (Çetinsaya, 2011: 615). Lozan Barış Antlaşması ile uluslararası alanda resmen tanınmış olan Türkiye, Milletler Cemiyeti’ne üyeliğiyle, aktif bir şekilde uluslararası işbirliğine katılmış, bu üyeliğin sonucunda da Türkiye, Batılı ülkelerle daha sağlıklı ilişkiler içerisine girmiştir. Ayrıca kolektif güvenlik düşüncesine sahip olan M. Kemal, Batılı ülkeler ile daha başarılı ilişkiler kurarak bu dönemdeki güvenlik endişelerini kontrol altına almaya çalışmıştır (Sarınay, t.y.: 861- 862).

1930’lu yıllarda statükocu politikalarla uluslararası sisteme dahil olmaya çalışan Türkiye, Hitler ve Mussolin’in revizyonist politikalarına karşı doğu ve batı sınırlarında güvenlik kuşağı oluşturma gerekliliği içerisine girmiştir. Bu gereklilik doğrultusunda 1934’te Balkan Antantı’nın8, 1937 yılında Sadabad Paktı’nın9 kurucu öncülüğünü yaparak sınır güvenliğini korumaya çalışmış ve sınırlardaki tehdidi güvenlik meselesi haline getirmiştir (Çetinsaya, 2011: 615- 616). M. Kemal’in ülkenin güvenliği için güvenlik meselesi olarak ortaya koyduğu risklerin yanında, milli hedefler doğrultusunda, ülkenin korunmasına yönelik güvenlik anlayışını benimsemiştir. Ayrıca, ekonomik anlamda da ülkenin güvende kalmasını isteyen M. Kemal, bu istem doğrultusunda Lozan Barış Antlaşması’ndan önce gerçekleştirmiş olduğu İzmir İktisat Kongresi ile, Türkiye’nin Batılı ülkelerle birlikte olduğunu ve Türkiye’nin kendisine bir tehdit olarak algıladığı Sovyetler Birliği ile yakın ilişkileri olsa da, Batı ile bağlılığının var olacağının altını çizdiği analiz edilebilir (Sunay,        

Türkiye, 1932 yılında bu uluslararası örgüte üye olmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Abdullah Kıran, “Milletler Cemiyeti ve Önlenemeyen Savaş”, GAUJ. Soc. & Appl. Sci., 3(6), 2008, s. 19- 36.

81929 yılında yaşanan dünya ekonomik krizi, İtalya’nın saldırgan dış politikalarının var olması,

Bulgaristan’ın Neuilly Antlaşması’ndan duyduğu rahatsızlıklar ve Bulgar- Yugoslav işbirliğinin oluşmasını engellemek gibi sebeplerle oluşturulan Balkan Antantı, 1934 yılında Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya öncülüğünde kurulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Salih Işık, Balkan Antantı, Balkan Paktı ve Türkiye, Yüksek Lisans Tezi, Edirne: Trakya Üniversitesi, 2011, s. 48- 52.

9Ortadoğu’nun modern anlamda ilk bölgesel örgütlenmesi olan Sadabad Paktı, Türkiye, İran, Irak,

Afganistan tarafından 1937 yılında kurulmuştur. Ayrıntılı bilgi için bkz. Mustafa Serdar Palabıyık, “Sadabad Paktı ( 8 Temmuz 1937): İttifak Kuramları Açısından Bir İnceleme”, Ortadoğu Etütleri, Cilt 2, No 3, 2010, s. 147- 179.

2010: 59- 60). Böylece liberal iktisat siyaseti ile ekonomik anlamda güvenliği sağlamayı amaçlayan Mustafa Kemal, hem Batılı ülkelerle diplomatik ilişkilerini geliştirmiş hem de, Sovyetler Birliği ile gerçekleştirmiş olduğu yakın ilişkilerin, Batılı ülkeler için bir tehdit olarak görülmemesi algısını yerleştirmiştir (Sunay, 2010: 59- 60).

Türkiye’de güvenlik anlayışı, tehlikeden korunma veya sakınma durumu olarak askeri odaklı okunmuş olsa da, bu okuma; ülkenin nüfusunu, toprak bağımsızlığını, milli kimliğin devamını içine alan olguları da içine alarak geniş bir yelpazede çevrelenerek okunmuştur (Aras vd., 2010: 45- 46). Türkiye’nin güvenlik algısını, Sevr Sendromu olarak özetlenmiş olan, bölünme ve dışlanma kaygısının oluşturduğu iddia edilebilir. Bu kaygı Cumhuriyet’in ilk yıllarında kendisini, Türkiye’nin ulusal ve uluslararası politikalarında göstermiştir (Aras vd., 2010: 46).

Mustafa Kemal, “yurtta sulh cihanda sulh” ilkesi ile barış eksenli idealist bir anlayışla kolektif güvenliği desteklemiş olsa da, sömürgeciliğin son noktada olduğu uluslararası sistemi göz önünde tutan M. Kemal, ülkenin bölünmez bütünlüğünü ve milli hedeflerini gerçekleştirmek için, sömürgeci güçlerle çatışmaktan kaçınan idealist bir dış politika algısının yanında, devlet merkezli realist bir güvenlik algısınında var olabileceğini ortaya koymuştur (Davutoğlu, 2004: 69). Böylece M. Kemal, Ahmet Davutoğlu’nun formülüze etmiş olduğu gibi10, Türkiye’nin gücünü tarih, coğrafya, nüfus ve kültür faktörlerini içine alan sabit veriler, ekonomik kapasite, askeri kapasite ve teknolojik kapasite faktörlerini içine alan potansiyel verilerin toplamından okumuş, ayrıca bunların yanına stratejik zihniyet, stratejik planlama ve siyasi iradeyi de alarak, kendi döneminin güvenlik anlayışının içerisini doldurmuştur (Davutoğlu, 2004: 17). Bu olgular kapsamında ülkenin güvenlik politikalarını ortaya koyan M. Kemal, iyi bir stratejik planlama ve siyasi iradesi ile,       

10Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu adlı eserinde bir ülkenin

gücünü şöyle formülüze etmiştir:

G= (SV+ PV)* (SZ*SP*Sİ) olarak göstermiştir.

Buradaki; SV= Sabit Verileri, PV= Potansiyel Verileri, SZ= Stratejik Zihniyeti, SP= Stratejik Planlamayı, Sİ= Siyasi İradeyi ifade etmiştir. Ayrıca, SV= t+ c+ n+ K, PV= ek+ tk+ ak’yı içine almaktadır. Böylece ele alınan formül, G= (t+ c+ n+ k)+ (ek+ ak+ tk)* (SZ* Sİ* SP) şekline dönüştürülerek yazılmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bkz: Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik Türkiye’nin Uluslararası Konumu, İstanbul: Küre Yayınları, 2004, s. 17.

Türkiye’nin kendi güç potansiyelinin üzerinde bir güç oluşturmuştur ve ülkenin iç ve dış politikalarına da bu güç okumasını yansıtmıştır.

2.1.2.)İnönü Dönemi Türkiye’nin Güvenlik Algısı

1929 yılında uluslararası alanda meydana gelen, Ekonomik Buhran’ın getirmiş olduğu çözülmeyle birlikte, 1930’ların sonunda uluslararası ortam daha da kötü bir hal almıştır. Böyle bir ortamda Mustafa Kemal’den sonra, yeni kurulan Cumhuriyet’in ikinci cumhurbaşkanı olan İnönü, Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendiren olguları, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra belirlemeye başlamıştır. M. Kemal Atatürk’ün belirlemiş olduğu güvenlik anlayışlarının bir çoğunu devam ettiren İnönü, Türkiye Cumhuriyeti’ne, ulus devlet statüsünü kazandıran etmenlere, herhangi bir tehlike olmadığı müddetçe uluslararası sistemde tarafsız politikalar yürüterek, Türkiye’nin güvenlik çemberini çizmeye çalışmıştır (Çetinsaya, 2011: 615). Bu çizilen çember ise M. Kemal’de görüldüğü gibi İnönü’de de, uluslararası sistemin güç dengesini ve ülke topraklarına yönelik tehdit algısını gözeterek ve ulusal gücü arttırıcı politikalara öncelik vererek çizdiği ifade edilebilir (Baharçiçek ve Emek İnan, 2013: 114).

Türkiye’nin iç güvenliğini sarsacak durumlara karşı ülkenin gücünü sarfetmeme ve mevcut gücün dış savunmaya yönlendirilmesi düşüncesiyle İnönü, Milli, Şef unvanı ile, dönemin tehdit odaklarını güvenlikleştirme kapsamına almıştır (Dikici, t.y.: 389). İsmet İnönü’nün 1939 yılındaki Sovyet tehdidi endişesi ve Nazi- Sovyet Paktı’nın uluslararası ortamda yer alması, 1939 yılında Ankara’yı Batı ülkelerine11 kaydırmıştır. İnönü’nün bu güvenlik endişesi, iç dinamikler ve dış baskılar ile birleşmiş ve ülke güvenliğinin, demokratik devletler topluluğu içerisinde olarak inşa edilebileceği inancına itmiştir (Özerdem, 2015: 173). Ama demokratikleşme süreci, içinde yaşanılan ‘tek partili dönem’ ve ‘milli şef dönemi’ için örtüştürülebilecek bir olgu olmamış ve bu süreç daha sonraki dönemde tarihsel olarak devam etmeye başlatılacaktır.

      

Mustafa Kemal’in ölümünden sonra ikinci adam olarak zihinlere yerleşen İnönü, iki dünya savaşı arası dönemde, Mustafa Kemal’in ortaya koymuş olduğu iç ve dış politikaları, devam ettirerek Türkiye’nin güvenlik anlayışını da bu politikalar çerçevesinde oluşturmuştur. Almanya ve Sovyetler Birliği’nin ayrı ayrı hatta yer aldığı ama her iki ülkenin birlikte saldıracağı bir durumun yer aldığı (Polonya Sedromu) (Oran, 2009: 437). ve bu durumun, ülkenin milli hedeflerine ve çıkarlarına bir tehdit olarak algılandığı İsmet İnönü’nün başat aktör olarak rol oynadığı dönemde, bu tehditler doğrultusunda ülkenin güvenlik algısı şekillendirilmiştir. Böylece iki dünya savaşı arası dönemde, içerisinde çokça etmenler taşıyan ulusal güvenlik algısı, reaktif(etki- tepki) politikalarla kendisine uluslararası ortamda bir yer bulurken, İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ve Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesiyle, bir ülkeye yönelik tehditler daha belirsiz ve çok boyutlu hale gelerek, siyasi aktörlerin etkiye tepki politikalarından proaktif(Ön alıcı)politikalara yönelişi, uluslararası ilişkiler içerisinde kendisini göstermiştir (Kuloğlu, 2009: 63).

İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı döneminde, yapmış olduğu bölgesel güvenlik ve işbirlikleriyle, Türkiye’nin küresel güvenliğe de katkısının olduğu söylenebilir. Türkiye’nin güvenlik kavramsallaştırması, ülkesel çıkarların savunulmasında, belirli hassasiyetleri öne çıkartan tarihsel tecrübesinden ve jeopolitik konumundan etkilenmiştir ve bu etkiye göre İnönü döneminin diğer ülkelerle olan işbirlikleri ve küresel güvenliğe katkıları şekillenmiştir. Türkiye, kuruluşundan itibaren hem Mustafa Kemal’in hem de İnönü’nün cumhurbaşkanlıkları döneminde, güvenlik anlayışlarını geleneksel olarak tehlikeden korunma olgusuyla çevrelemiştir ve uluslararası konjektürdeki yaşanan olaylar doğrultusunda bu anlayış değişiklik göstermiştir. Güvenlik anlayışı içerisinde değişmeyen olguların; toplumun yaşamını devam ettirmesi, toprak bütünlüğünün korunması, ulusal temel kimliğinin muhafazası olduğu kesinleştirilmiştir. “Öz koruma” kavramı ile ilişkilendirilen bu üç boyut (“Sanal”, t.y.: 1). Mustafa Kemal’in siyasi liderliğinden günümüz siyasi liderlerine kadar Türkiye’nin güvenlik algısının merkezinde olmuştur.

2.2.)SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGISI