• Sonuç bulunamadı

1.3.)SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ’NİN GÜVENLİK ANLAYIŞ

Nazi Almanyası’nın çöküşü ve bu çöküşün sonucunda ortaya çıkan güç boşluğu, II Dünya Savaşı’ndan önce uluslararası sistemde yer alan güçler dengesini yok etmiş,

bu dengenin tekrar inşa edilmesi gereksinimi, aktörler arasındaki savaş ortaklığının dağılmasına sebep olmuştur (Kissinger, 2010: 404). Tüm dünyayı içine alan bu dağılma hali, Mihver Güçler’in yenilgisiyle sonuçlanmış ve ABD’nin büyük bir galibiyetle II Dünya Savaşı’ndan çıkmasına sebep olmuştur. Ayrıca bu savaş, SSCB’nin de Avrupa’da yeni topraklar elde etmesini sağlamıştır. II Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ve SSCB, diğer devletler için ideolojik, askeri, ekonomik sebeplerle ikili kutuplar haline gelerek, uluslararası sistemde iki kutuplu sistemin oluşmasını sağlamışlardır. Bu iki “süper güç” kendi politikalarını uluslararası alanda ortaya koyarak, kendi çıkarları yönünde politikalar ve yapılanmalarla Soğuk Savaş Dönemi’ni devam ettirmişlerdir.

İki kutuplu sistemin yer aldığı Soğuk Savaş Dönemi’nde Doğu ve Batı blokları arasında zaman zaman savaş çıkacağı tehdidi, uluslararası alanda hep bir gerginlik yaratmışsa da, iki blok arasında sıcak bir çatışma yaşanmamıştır. Böyle bir sistemde yer alan güç dengesi de uluslararası güvenliği şekillendirmiştir (Gökbaş, 2009: 1). Uluslararası alanda meydana gelen bu iki kutuplu yapı, ABD ve SSCB dışındaki devletleri, ya Batı Bloku (ABD), ya Doğu Bloku (SCCB), ya da Bağlantısızlar içerisinde yer alma seçenekleriyle sınırlandırmıştır. Bu sınırlandırmalar içerisinde, ABD ve SSCB’nin başat aktörlüğü öncülüğünde bu dönemin güvenlik anlayışı şekillenmiştir. Bu dönemde algılanan güvenlik anlayışı, askeri, ekonomik, ideolojik ve siyasal temeller üzerine oturtulmuştur (Gökbaş, 2009: 2).

Devlet merkezli ve askeri güvenlik odaklı geleneksel güvenlik anlayışının somut bir örneği olan Soğuk Savaş Dönemi, ideolojik olarak iki kutuplu bir yapıya bürünmüşse de, güvenlik anlayışında askeri güvenliği ilk sıralara koymuştur. Bu dönemde ekonomik faktörlerin çözülmesinin göz ardı edildiği ve güvenlik konularının incelenmesine, askeri güç eksenli bir bakış açısı ağırlığını koyduğu ifade edilebilir (Çıkrıkçı, t.y.: 1). İki kutuplu sistemin hakim olduğu Soğuk Savaş Dönemi’nde, güvenliğin sadece devlet eliyle ve devletin güvende tutularak sağlanabileceği anlayışı yer almıştır. Bu anlayışın yer aldığı uluslararası sistemde de, anarşik bir yapı hakimdir ve devletler kendi kendine yardım ilkesi çerçevesinde, kendi varlıklarını sürdürme amacıyla güç mücadeleleri içerisinde yer almışlardır (Baharçiçek ve Emek İnan, 2013: 107). Güç dengesinin iki süper güç arasında dağıldığı dönemde, askeri ve

siyasi söylemler ve uygulamalar realist teorinin etkisi altında şekillenmiştir (Emeklier, 2010: 1). Bu nedenle bu dönemde yer alan aktörler arasındaki güvenlik algısı ve uygulanan güvenlik politikaları, realizmin ve neorealizmin kuramlarından beslendiği, güç dengesi ve kutupluluk kavramlarının uluslararası sistemde hakimiyetini koruduğu sonucuna varılabilir (Şatana ve Özpek, 2010: 103).

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan iki kutuplu sistemde ABD ve SSCB, ideolojik olarak uluslararası alanı ayırmıştır ve bu ayrım da her alana yayılmıştır. Bu dönem, askeri ve siyasi güvenliği ön plana aldığı için, askeri alanda yapılan blok ayrımları bu dönemin en önemli ayrımlarından olmuştur. NATO ve Varşova Paktı blok örgütleri, askeri alanda yapılan bu ayrımın en somut örnekleri olmuştur ve uluslararası sitemdeki güvenlik algısını şekillendiren başat aktörler içerisinde yerini almıştır. Ayrıca bu dönemde dünya barışının sağlanması ve savaşların engellenmesi için ortaya konulan BM örgütü de, küresel bir aktör olarak uluslararası sistemde yerini korumuştur.

II Dünya Savaşı’nda işbirliği yapan ABD ve SSCB’nin, savaştan sonra çıkar çatışmaları içerisine girmesi ve uluslararası alanda meydana gelen olaylarla birlikte Batı Avrupa ülkeleri (İngiltere, Fransa, Lüksemburg, Hollanda, Belçika) 17 Mart 1948 yılında Brüksel Antlaşmasını imzalayarak, NATO’nun temel taşlarını ortaya koymuşlardır (Merih, 2006: 54- 55). Yapılan bu antlaşma, ortak bir savunma sistemi kurmayı ve ülkeler arasındaki işbirliğini geliştirmeyi hedeflemiştir. Daha sonra SSCB’nin saldırılarına karşı ABD’yi de yanına alarak yeni bir savunma gücü haline gelmeyi amaçlayan bu antlaşma, askeri anlamda SSCB’nin saldırılarına karşı ABD’nin, uluslararası sistemdeki güçler dengesini sağlayabileceği düşüncesiyle, ABD’yi de bu hareketin içerisine çekmek istemişlerdir. Böylece, 4 Nisan 1949 yılında ABD’nin de içinde yer aldığı Kuzey Atlantik Antlaşması ile NATO kurulmuştur (Merih, 2006: 55- 56). Savunma ve caydırıcılık misyonu üzerine kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) (Tangör, 2004: 255). ABD’nin başını çektiği bir uluslararası örgüttür ve Batı Avrupa’nın ortak savunmasını ve güvenliğini amaçlamıştır (Orallı, 2007: 227). Avrupa güvenliğinin Sovyet tehdidi karşısında savunulması üzerine kurulmuş olan NATO (Akgül, t.y.: 92). kolektif güvenlik fikrini ön plana çıkarmıştır. Böylece, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü

(NATO), Kuzey Amerika ve Avrupa’daki tüm üyelerinin özgürlük ve güvenliklerini koruma görevini üstlenmiştir. Bu görevini yerine getirirken NATO, politik nüfuzunu ve askeri yeteneklerini, üyelerini tehdit eden tehlikenin niteliğine göre kullanacağı koşuluyla eylemlerini gerçekleştireceğini ifade etmiştir (İpek, 2006: 63). Bu koşulu da içinde barındıran NATO, Soğuk Savaş süresince Avrupa güveliğinin Atlantik ötesinden korunmasını sağlamıştır (Özer, 2010: 259).

1949 yılında Washington Antlaşması ile kurulan NATO, antlaşmaya imza atan ulus devletlerin belirli bir coğrafi alanda güvenliklerini sağlamak amacıyla kurulmuştur ve bu amacını da, Soğuk Savaş Dönemi boyunca belirli kalıplar, standart algılar ve somutlaşmış varsayımlarla analiz ederek gerçekleştirmeye çalışmıştır. Ortaya koymuş olduğu analizleri içerisine de, demokrasi, hukukun üstünlüğü, temel özgürlükler gibi ilkeleri katmıştır ve bu ilkelerin, kurucu antlaşmanın maddeleri içerisine dahil edilmesini sağlayarak kendi varlığını devam ettirmiştir (Özlük ve Özlük, 2014: 210). Kurucu maddeleri içerisinde yer alan bu ilkelerden ziyade, NATO’nun, Soğuk Savaş Dönemi boyunca izlemiş olduğu savunma anlayışları ve stratejileri de bu anlaşma içerisinde katılmıştır ve ele alınan stratejiler ve savunma anlayışları, değişen koşullara göre farklılık göstermiştir. İlk kuruluşunda NATO’nun, SSCB’yi çevreleme ve caydırıcılık stratejileri üzerine şekillenen ilk savunma anlayışından sonra, uluslararası konjektürde meydana gelen olaylardan dolayı NATO, örgüte üye olan ülkelerden herhangi birine yapılan saldırıya karşılık, diğer ülkelerin ellerindeki nükleer silahlarıda içine aldığı ve tüm imkanların kullanıldığı ‘topyekun karşılık’ stratejisini benimsemiştir (Çıkla, 2012: 26). Soğuk Savaş Dönemi’nde değişen koşullarla birlikte meydana gelen ‘yumuşama döneminin’ yaşanmasıyla, sınırlı savaş ve caydırıcılık stratejileri üzerine kurulan Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü, ‘esnek karşılık’ stratejisine bir geçiş yaparak, Doğu Bloğu ülkeleri ile daha uzlaşıya dayalı bir ilişki yumağını başlatmıştır (Kılıç, 2010: 24- 30). Böylece, Avrupa- Atlantik bölgesinde sadece askeri alanda işbirliği temelinde kurulması nedeniyle ‘hard power’ olarak ifade edilen NATO, üye devletlerin askeri gücünü temsil eden ve Soğuk Savaş Dönemi’nin realist ortamına ayak uyduran bir örgüt olarak uluslararası alanda yerini aldığı gibi iki kutuplu sistem boyunca SSCB’nin güvenlikleştirmelerinin başat noktası olmuştur (Çıkla, 2012: 25).

Soğuk Savaş Dönemi’nde SSCB ve Komünizm tehditlerine karşı uluslararası alanda meşruiyet sağlamak ve güvenliği tesis etmek amacıyla kurulan bu örgüt, BM’nin amaç ve ilkeleri çerçevesinde uluslararası barış ve güvenliği sağlama beyanı, Kuzey Atlantik Antlaşması’nın ilk maddelerinde yerini almıştır (Özlük ve Özlük,: 2014: 211). Batı Bloku’nun güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan bu örgüte 1954 yılında, Belçika, Kanada, ABD, Fransa, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Federal Almanya ve İngiltere’nin, Avrupa savunması için bir çözüm arayışı olarak Federal Almanya’nın da NATO’ya davet edilmesi görüşü ve ülkeler arasında yapılan görüşmelerden sonra 5 Mayıs 1955 yılında Federal Almanya’nın NATO’ya resmen üye olması, Doğu Bloku tarafından, SSCB’ye ve Doğu Bloku ülkelerine yöneltilen bir tehdit olarak algılanmıştır. Böylece 1949 yılında kurulan NATO, SSCB ve Doğu Bloku tarafından kendi güvenliklerini bozan bir tehdit olarak irdelendiği ve SSCB’nin güvenlikleştirilen bir konusu haline geldiği ifade edilebilir. Bu güvenlikleştirmeden sonra, kendine yöneltilen tehdidi önlemek amacıyla SSCB önderliğinde 14 Mayıs 1955 yılında Varşova Paktı kurulmuştur (Gürkaynak, 2004: 63- 64). Böylece Varşova Paktı’nın da kurulmasıyla, iki kutuplu sistemin askeri örgütlenmesi tamamlanmıştır ve iki kutuplu yapı daha somut çizgilerle birbirinden ayrıldığı iddia edilebilir.

Doğu Bloku’nun güvenliğini tesis etmeyi amaçlayan Varşova Paktı, Batı Bloku’nun güvenliği için kurulan NATO’ya göre daha sıkı bir örgütlenmeye sahip olmuştur. Bu örgütün kurulmasından sonra Sovyet Bloğu, askeri kararlarda Doğu Avrupa ülkelerinin göstermelik bir şekilde katılımını sağlamış ve SSCB’nin örgüt içindeki baskın halini ve bölgedeki askeri güçler üzerideki kontrolünü devam ettirmiştir (Gürkaynak, 2004: 65). SSCB’nin Varşova Paktı üzerindeki baskılarıyla birlikte Doğu Bloku’nun güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan bu örgüt, Soğuk Savaş Dönemi boyunca askeri rekabete dayalı bir güvenlik çerçevesinin oluşmasını sağlamıştır. Özellikle de nükleer silahlar alanında, çizilen bu çerçevenin daha da kesin olarak şekillendiği bir ortamın oluştuğu söylenebilir (Gül, 2016: 305). Doğu Bloku tarafından kurulan bu örgüttün de güvenlik algısı, Batı Bloku tarafından kurulan NATO örgütü ile benzerlik göstermiştir ve dönemin realist ortamına ayak uydurarak güvenlik politikalarını şekillendirmiştir. NATO, SSCB ve Doğu Bloku

ülkeleri tarafından güvenlikleştirilen bir konu olduğu gibi, Varşova Paktı da ABD ve Batı Bloku ülkeleri tarafından güvenlikleştirilen bir mesele haline getirilmiştir. Bu nedenle meydana gelen ‘güvenlik ikilemi’(security dilemma), bloklar arasındaki silah ve güç rekabetinin daha da arttırıldığı sonucuna varılabilir.

II Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası alanda adından söz ettiren Soğuk Savaş Dönemi, iki kutuplu sistemin somut bir örneği olmuştur. ABD ve SSCB’nin süper güç olarak yer aldığı sistemde, güvenlik algısının da, realist bir bakış açısı çerçevesinde şekillendiği ifade edilebilir. Askeri odaklı ve devlet merkezli olan bu algı, iki süper güç tarafından kurumsallaştırılan uluslararası örgütlerle de pekiştirilmiştir. Arttırılması gereken güç bakımından, askeri güç bu dönemde ön planda tutulmuşsa da, bu gücün altyapısını hazırlayan ve sürdürebilirliğini sağlayan ekonomik, diplomatik v.b. gibi faktörler de bu güvenlik algısı içerisinde yerini almıştır. Bu faktörlerin askeri güç kadar etkili olmadığı görülse de, Soğuk Savaş Dönemi’nde güvenlik algısı kapsamında değerlendirilmiştir (Erdoğan, 2013: 267- 268). Fakat; küreselleşme sürecinin itici gücüyle birlikte tehdit olgusunda sayısal bir artışın oluşması ve bu tehditlerin özelliklerinin de çeşitlenmesiyle, Soğuk Savaş Dönemi’nin iddia edilen realist teori odaklı güvenlik anlayışının değişime uğradığı söylenebilir (Erdoğan, 2013: 269). Bu değişim, iki kutuplu sistemi kesin hatlarla ortaya koyan uluslararası örgütler içerisinde de yer almıştır. Varşova Paktı’nın dağılması ve SSCB’nin çöküşüyle son bulan Soğuk Savaş Dönemi güvenlik anlayışının yerini, değişen koşullarla birlikte değişim ve dönüşüm içerisine giren güvenlik anlayışına bıraktığı analiz edilebilir. Oluşan bu değişim de, uluslararası ilişkiler disiplinleri içerisinde, üzerinde çalışılan bir alanı oluşturmuştur.