• Sonuç bulunamadı

2.2.)SOĞUK SAVAŞ DÖNEMİ’NDE TÜRKİYE’NİN GÜVENLİK ALGISI Türkiye’nin güvenlik kültürünün temelini oluşturan ana eksenler olarak karşımıza

çıkan; tarihsel bağlam ve coğrafi etkenler (Aydın ve Ereker, 2014: 129). Soğuk Savaş Dönemi boyunca da etkisini Türkiye’nin güvenlik algısı içerisinde göstermiştir.

Soğuk Savaş Dönemi boyunca Türkiye’nin komşularıyla ve müttefikleriyle olan ilişkileri, güvenlik kültürünü etkileyen ‘tarihsel bağlam’la ilişkilendirilmiştir. Batılılaşma anlayışının ‘tarihsel bağlam’ içerisinde yer alamsı ve bu anlayışla birlikte hakim olan, ‘liberal ve enternasyonel’ etkenlerin güvenlik politikalarına girmesiyle birlikte, Soğuk Savaş Dönemi’nde Türkiye’nin, Batı devlet sistemi içerisinde yerini koruma çabası ve bu kurumlar içerisinde yer alması, bu ülkenin güvenlik algısını şekillendirmiştir (Aydın ve Ereker, 2014: 127- 131). Yani, Osmanlı İmparatorluğu’ndan gelen tarihsel bağlam ve bu bağlam içerisinde yer alan Batılılaşma algısı, bu algının getirmiş olduğu ‘liberal ve enternasyonel’ anlayış Türkiye’nin yürütmüş olduğu dış politikasını ve güvenlik politikalarını, bir ulus devlet olarak uluslararası sistemde yer aldığı dönemden itibaren etkilemiştir (Karaosmanoğlu, 2000: 200). Bu etki Soğuk Savaş Dönemi’nde de devam etmiştir. Türkiye’nin güvenlik anlayışını şekillendiren ‘tarihsel bağlam’ın getirmiş olduğu etkenlerin yanında, Türkiye’nin jeolojik ve jeostratejik konumu, diğer ülkelerle olan ilişkilerini etkilediği gibi, Türkiye’nin bu ilişkilerine bağlı olarak güvenlik politikalarını da etkilemiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki süreçte Türkiye’nin uluslararası sistemde boğazların hakimiyetini elinde tutması ve süper güçlerden birine(ABD) olan yakınlığı, bu ülkenin iki kutuplu sistemdeki güvenlik anlayışını geliştirmiştir. Bu dönem içerisinde ABD’den gelen destekler ve Sovyetler Birliği’nin(SSCB) bir tehdit olarak görülmesi algısı, Türkiye’nin güvenlik kültürünü geliştirerek, diğer ülkelerle olan etkileşimlerin de bu kültür etrafında oluşması sağlanmıştır. Bu oluşum da, Batı eksenli, Batı savunma platformu içerisinde yer alma çabası şeklinde kendisini göstermiştir (Aydın ve Ereker, 2014: 133).

Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam eden Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olarak görülmesi algısı, Türkiye’nin güvenlik anlayışı içerisinde yer alarak ülkenin

‘güvenlikleştirme’ kapsamı içerisine dahil edilmiş, bu dahil edilmeyle birlikte oluşan tehdit algısını yok etmek amacıyla önlemler geliştirilmiştir. Bu kapsam doğrultusunda Türkiye, Batı Bloku içerisinde yer alarak, ülkenin güvenlik algısını da Doğu Bloku’nu büyük bir tehdit olarak gören ABD ve Batı ülkeleri çerçevesinde çizmiştir.

Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Türkiye’nin Batı ülkelerine olan endişesi, Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyetler Birliği’ne olan güvenlik kaygısına dönüşmüştür. Bu dönüşümle birlikte Türkiye, iki kutuplu sistemin hakim olduğu dönemde Batı’nın ortaya koymuş olduğu uluslararası örgütler içerisine dahil olarak bu güvenlik endişesinden korunmaya çalışmıştır. Bu korunma çabasının en güzel örneği de, 1952 yılında Türkiye’nin NATO’ya üyeliği olmuştur (Ülman, 1968: 244- 245). Bu üyelikle birlikte başta Batı Bloku’nun süper gücü olan ABD olmak üzere diğer Batı Bloku ülkeleriyle birlikte Türkiye, güçlü, stratejik, askeri ve dış politik ilişkiler kurarak NATO çatısı altında güvenliği benzer şekilde tanımlayıp, ortak tehditlere karşı ittifak halinde olmuştur (Oğuzlu, 2015: 230). Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan devlet merkezli bir güvenli algısı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluşunda başat rol oynadığı gibi, Soğuk Savaş Dönemi’nde de bu algı sürekliliğini sağlayarak, ‘tek devlet/ tek millet’ felsefesi etrafında, dönemin güvenlik perspektifi oluşturulmuştur. Bu felsefi görüş, Türkiye’nin hem iç ve dış politikalarına hem de güvenlik politikalarına etki etmiştir (Oğuzlu, 2015: 230- 232). Böylece 1961 Anayasası ile kurulan MGK12 (Milli Güvenlik Konseyi), devlet merkezli realist güvenlik anlayışını pekiştirmeye hizmet ederek, güvenliğin tanımlanmasında en etkili aktörün devlet bürokrasisi olduğunu göstermiştir (Oğuzlu, 2015: 233). Devlet merkezli güvenlik algısının varlığı ve Batılılaşma çabasının getirmiş olduğu değişimler, Soğuk Savaş Dönemi’nin güvenlik stratejisini oluşturmuş ve Türkiye’nin Batılı oldukça ve bu blok içerisinde daha da etkin olarak varoldukça güvende kalacağı inancı yaygınlaşmıştır (Oğuzlu, 2015: 236).

      

12İlk adımını 1933 yılında ‘ Yüksek Müdafa Meclisi’ ile atılan, AB’ne üyelik sürecinde yaşanan

anayasal ve yasal değişiklerle bugünkü halini alan MGK, 1961 Anayasa’sında yerini almıştır. Bu kurul, milli hedefler doğrultusunda güvenlik önlemlerini alan, milli güvenlik sistemlerini tesis eden bir kurumdur. Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.mgk.gov.tr/index.php/milli-guvenlik-kurulu/genel- bilgi (13.07.2016)

İki savaş arası dönemde olduğu gibi Soğuk Savaş Dönemi’nde de dengeleri gözetleyen, çatışmadan kaçınan, statükodan yana olan, uluslararası hukuka uygun politikalar yürüterek güvenlik stratejisini geliştiren Türkiye, Soğuk Savaş sonlarına kadar ve yumuşama- detente döneminin etkisiyle birlikte, hem Batı hem de Doğu Bloku ülkeleriyle etkileşim içerisine girerek ülkenin güvenlik stratejisini, hem dengede tutmaya çalışmış hem de çok taraflı(diğer ülkelerle olan ilişkiler) ve çok boyutlu (siyasi- askeri- iktisadi- sosyal- kültürel) bir şekilde yürütmüştür (Gül, 2016: 311- 313).

2.2.1.)İnönü Dönemi’nde Türkiye’nin Güvenlik Algısı

Mustafa Kemal’den sonra ‘ikinci adam’ olarak dile getirilen İsmet İnönü, Soğuk Savaş Dönemi’nde Türkiye’nin iç ve dış politikalarını belirleyen en önemli aktör olarak karşımıza çıkmıştır. Belirlenen bu politikalar, Türkiye’nin güvenlik anlayışını şekillendiği gibi bu güvenlik algısı da ülkenin iç ve dış politikalarını biçimlendirmiştir.

İsmet İnönü İkinci Dünya Savaşı sırasında izlemiş olduğu ‘tarafsızlık politikası’ sonucunda savaşın galipleri tarafından eleştirilere maruz kalmış, bu devletler İnönü’yü ve diğer iktidar çevrelerini, Sovyet yayılmacılığı tehdidi karşısında Türkiye’nin yalnız kalacağı endişesine itmiştir. Bu endişe doğrultusunda ülkenin güvenlik stratejilerini geliştiren İnönü, demokratik bir yol izleme çabası içerisine girerek, Türk Siyasi Hayatı’nda önemli bir yer tutan, çok partili hayata geçiş sürecini başlatmıştır (Göktepe ve Seydi, 2015: 197- 198). Buda, Soğuk Savaş Dönemi’nde Türkiye’nin güvenlik algısının, Sovyet tehdidini önleme çabalarıyla şekillendiğini göstermiştir. Yapılan bu demokratikleşme adımı, M. Kemal’in modernleşme ve güvenlik eksenli davranışlarının bir devamı şeklinde okunmaktadır (Göktepe ve Seydi, 2015: 198).

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tehdidinin varlığı algısı doğrultusunda güvenlik politikalarına bir yön veren İsmet İnönü, bu tehdit algısını yok etmek için Batı Bloku içerisinde Türkiye’ye bir yer bulmuş ve bu blok etrafında oluşan örgütlenmelere dahil olarak, blok ülkeleriyle ekonomik, siyasi, sosyal ve askeri ilişkiler kurma yoluna gitme çabası içerisine düşmüştür. Soğuk Savaş Dönemi’ndeki

Sovyetler Bloku’nun yaratmış olduğu komünizmin yayma tehdidiyle birlikte İsmet İnönü’nün başat aktör olduğu bu iki kutuplu sistemin başında Türkiye, Truman Doktrini13 ve Marshall Planı14 çerçevesinde Batı ile bütünleşme içerisine girmiştir. Ayrıca Batı’yla ilişkilerini geliştirerek bir güvenlik çemberi kurmayı düşünen İnönü, bu çemberi sağlamlaştırmak için, Orta Doğu Ülkeleri’yle de yakın ilişkiler içerisine girmiştir. Bu bölge ile yakın ilişkiler kurulmasının en iyi örneğini de 1946 yılında Türkiye’nin Lübnan ve Suriye’yi bağımsız bir ulus devlet olarak tanıması gösterebilir (Göktepe ve Seydi, 2015: 203- 206). İnönü’nün Arap Ülkeleri’yle yakın ilişkiler kurma isteği her durumda bir engelle karşılaşmaya başlamış, Bu dönemdeki Batı’ya yakınlık Arap Ülkeleri’yle ilişkilerin bozulabileceği bir platforma dönüşmüştür. Bu bozulmanın en önemli ayağını da, 1949 yılında Türkiye’nin İsrail Devleti’ni resmen tanımış olmasının oluşturduğu iddia edilebilir (Küçükvatan, 2011: 77). Batı ile ilişkilerinin yanında Orta Doğu Ülkeleri’yle de ilişkileri canlandırmayı amaçlayan İsmet İnönü, böylece Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi’ndeki güvenlik anlayışını, çok taraflı ve çok boyutlu olarak çizme gayreti içerisine düştüğü söylenebilir.

Türkiye’nin güvenlik stratejisini belirleyen tarihsel arka plan ve coğrafi etkenler, Soğuk Savaş Dönemi’nde yerleşen güvenlik stratejilerinde de kendilerini göstermiştir. İsmet İnönü’de bu etkenler doğrultusunda, bu iki faktörü analiz ederek Türkiye’nin güvenlik stratejisini oluşturmuştur. İki dünya savaşı arası dönemde Türkiye’nin uluslararası sistem içerisinde başını ağrıtan bir çok sorun, Türkiye’nin üzerinde bulunduğu jeolojik ve jeostratejik konumu ile sahip olduğu tarihsel arka planı sebep olmuştur. Bu nedenle Türkiye’nin Dış Politikası’nda ağırlığı olan coğrafi konum ve tarihsel bağlam olgusu, dış politikanın belirlenmesinde etkilidir ve belirlenen bu politikalar da, güvenlik olgusunun içini dolduracak argümanları verdiği dile getirilebilir (Karabulut, 2005: 148- 149). Soğuk Savaş Dönemi’nde de, Türkiye’nin güçlü bir ülke olarak ayakta kalması için, siyasi liderlerin bu etkenleri       

13Truman Doktrini, Amerika tarafından Türkiye ve Yunanistan’a yapılacak olan, kırk milyon dolarlık

yardım paketini içermektedir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Oral Sander, Siyasi tarih 1918- 1994 Cilt II, İmge Kitabevi, Ankara 2008, s. 58.

14İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da yaşanan ekonomik buhranın ortadan kaldırmak amacıyla

ve Sovyetler Birliği’nin bu bölgede faaliyetlerini engellemek amacıyla Avrupa ülkelerine verilen ekonomik yardımdır. Ayrıntılı bilgi için bkz. Barış Ertem, “Türkiye- ABD İlişkilerinde Truman Doktrini ve Marshall Planı”, BAÜSBED, 12 (21), s. 390-393.

iyi kullanması gerekmektedir. İnönü’de bu etkenleri göz önünde tutarak Soğuk Savaş Dönemi’nde bölgesel ve uluslararası alanda işbirlikleri gerçekleştirerek, ülkenin güvenliğini sağlamaya çalışmıştır.

2.2.2.)Menderes Dönemi’nde Türkiye’nin Güvenlik Algısı

1940’lı yılların sonlarına doğru, Mustafa Kemal döneminden beri süregelen ‘tarafsızlık ilkesi’ni bırakıp bu ilkenin yerini aktif bir ‘Amerikancılık’a bıraktığı iddia edilen Menderes’in, bu ilke doğrultusunda kendi döneminin güvenlik stratejilerini geliştirdiği söylenebilir (Balcı, 2013: 79). Menderes bu dönemde, Türkiye’nin çıkarlarını, genelde Batı’nın özelde ise ABD’nin çıkarlarıyla özdeş görmeye başlamıştır. Bu özdeşlik doğrultusunda İki Kutuplu Sistem’de Batı Bloku’na daha da entegre olmaya çalışan Türkiye, 1952 yılında bu bloğun askeri bir örgütlenmesi olan NATO’ya dahil olmuştur (Balcı, 2013: 79). Böylece Adnan Menderes döneminde Türkiye, Sovyetler Birliği ile Orta Doğu arasında konumlandırılan ve Batı dünyasının Komünizm’e karşı mücadelesinde savunma mekanizması içerisinde önemli bir yer tutan ABD’nin ileri bir karakolu haline gelmiştir (Balcı, 2013: 80). Bu durumun getirmiş olduğu etkilerle birlikte Menderes Türkiye’nin güvenlik algısını şekillendirerek, dönem içerisindeki Türkiye’ye tehdit olarak görülen unsurları lav etme çabasına düşmüştür. Menderes Amerikancılık Politikası’nı üstlenerek, Türkiye’ye güvenlik endişesi uyandıran, ülkenin ekonomisindeki sorunları ve askeri odaklı sorunları yok etmek istemiştir. Böylece Menderes, hem ekonomik kalkınmayı hızlı ve sürekli kılacak dış yardım kaynaklarını elde etmeyi amaçlamış hem de Kore Savaşı’na asker yollayarak NATO’ya üye olup askeri yardımların gelmesini de ön görmüştür (Balcı, 2013: 81).

1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti ile birlikte bağımsızlık tabanlı iç ve dış politikaların göz ardı edilerek, Batı’ya entegre olmak için noksansız bir sadakat olgusunu öngören politikalar Türkiye’nin Dış Politikası’nda yerini almıştır. Böylece Demokrat Parti lideri Menderes, bu politikalar çerçevesinde, Rus yayılmacılığını Türkiye’ye yönelik bir tehdit unsuru olarak görerek bir çok alanda olduğu gibi güvenlik alanında da Batı eksenli politikalar geliştirmiştir (Özkaya Duman ve Birsel, 2012: 299- 300). Soğuk Savaş Dönemi’ndeki Sovyet yayılmacılığı tehdidinin

yarattığı endişeye bağlı olarak aktif bir dış politika yürütmeyi savunan Menderes, bu dönemde Komünizm tehdidi algısını yok etmek için çeşitli bölgesel paktlara dahil olarak, bu paktların öncülüğünü yapmıştır. Türkiye’nin bu aktif politikaları sergilemesinin en büyük nedeni de, Ankara’nın duyduğu Sovyet endişesinin ABD ve diğer Batı Ülkeleri tarafından da görülerek Türkiye ile ortak bir tehdit algısının oluşması olduğu dile getirilebilir (Seydi, 2011: 1- 2). Bu ortak tehdit algısıyla birlikte Türkiye, Batı ittifakı içerisinde yer alarak ülkenin savunma anlayışını, ordu yapısını ve savunma kurumlarını, girmiş olduğu bu ittifak çerçevesinde şekillendirmiştir (Keskin, 2012: 110). Merkez Sağ Siyaseti’nin15 temelini atan Demokrat Parti, bu siyaset ilkeleri etrafında politikalar geliştirmiş ve liberal ekonomik faaliyetlerle, toplumun değer, inanç ve hayat biçimlerinin modernleşmeyle birleştirilmesini öngören çalışmalar yürüterek, ülkenin iç ve dış politikalarını şekillendirmiştir (Çavuşoğlu, 2009: 266). Fakat, başta Menderes olmak üzere diğer Demokrat Parti üyelerinin davranış ve tutumları, daha sonraki süreçte baskıcı bir hal almış, yürütülen bu baskıcı politikalar da, Türkiye’nin iç güvenliğinin sarsılmasına ve ülke içerisinde bölünmelerin yaşanmasına sebep olmuştur.

Türkiye’nin iç politikasında, ülkenin güvenliğini tehdit eden sosyal- siyasi- askeri yapılardaki ayrılıkçı algılar yer alırken, dış politikasında ise, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikasından gelen Sovyet tehdidi algısı kendisini göstermiştir. Bu da, Türkiye’yi dışarıda Sovyetler Birliği’ne olan sınırlarının savunulması gerekliliğine itmiş, Menderes’in NATO ile ilişkilerini sağlamlaştırma yoluna gitmesine sebep olmuştur. Ayrıca, Komünizm’in dahada yayılması ve bu yayılmacı mekanizmanın uluslararası alanda tehlike algısının çerçevesini genişletmesiyle Türkiye, kendi güvenlik sistemini güçlendirmek için, Balkan ve Bağdat Paktları’nın kurulmasına öncülük etmiştir (Bulut, 2008: 38).

Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarından endişelenen Türkiye, bu tehlikeyi güvenlikleştirme politikasına alarak, bu yayılan tehlikeyi yok edecek çalışmalar       

15Yerelin evrensele geçişi sırasında bir köprü vazifesi gören, yerellikten tamamen kopmadan ve

yapılacak reformların toplumun tabanına inilerek yapılmaya çalışıldığı, milliyetçilik, muhafazakarlık ve liberal ekonomi politikaları içerisinde harmanlanan politikaların yürütüldüğü, aşırılıktan uzak bir siyaset modeli olarak ifade edilir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Yahya Demirkanoğlu, Hakan Özdemir, “Türkiye’de Merkez Sağ Partilerin Kentsel Toprak Politikaları: Turgut Özal Dönemi Anavatan Partisi(Anap) Örneği”, Akademik Bakış Dergisi, Sayı 35, 2013, s. 2- 3.

yürütmüştür. 1952 yılında Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya girmesiyle, iki ülke arasında diplomatik ilişkiler gerçekleşmiş ve bu iki ülke kendi aralarındaki sorunlarına kısa bir süreliğine sünger çekmiştir. Ortak tehdit olarak gördükleri Komünizm tehdidine karşı, Yugoslavya’yı da Batı Bloku’na yakınlaştırmayı hedefleyen Yunanistan ve Türkiye, bu hedefleri doğrultusunda Balkan İttifakı’nı kurmuşlardır. ABD’nin desteği ve NATO’nun askeri stratejileri gereği kurulan 1954 tarihli Balkan İttifakı, Türkiye’nin güvenliğini arttırıcı bir etki göstermiş, Yugoslavya’nın Demirperde’den ayrılmasıyla, Balkanlar’da güç dengesinin sağlanacağı yönünde Türkiye’ye olumlu bir katkısı olmuştur. Ayrıca, Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi’nde Yunanistan’la yakın ilişkiler kurması, Menderes döneminde Türkiye’nin daha çok boyutlu ve çok taraflı politikalar yürüterek ülkenin, güvenliğinin sağlanmaya çalıştığı görülmüştür (Bulut, 2008: 36- 46). Üye ülkeler arasında imzalanan Bled Antlaşması ile yürürlüğe giren bu ittifak 1954 yılında, Yunanistan’ın Kıbrıs Adası’nı ilhak için harekete geçmesi sonucunda, Türkiye- Yunanistan ilişkilerinin bozulmasıyla ve Yugoslavya’nın kurulan bu ittifaka ilgisinin ve alakasının azalmasıyla Balkan İttifakı işlemez hale gelmiştir (Özkaya Duman ve Birsel., 2012: 310- 311). Dış politikada Yunanistan ile yaşanan gerginlik, Türkiye’nin iç politikasına da yansımış, bu yansıma “6- 7 Eylül Olayları”16olarak tarihimizde kendisini göstermiştir. Bu durum, Türkiye’nin güvenlik endişelerini daha da arttırarak, ülke genelinde milli birliğin bozulabileceği bir aşamaya geldiği söylenebilir(Özkaya Duman Ve Birsel, 2012: 132).

Balkan İttifakı’nın getirmiş olduğu etkilerin yanında, İngiltere’nin Süveyş’teki varlığını elinde tutmak için başlatmak istediği fakat başarısız olduğu “Orta Doğu Komutanlığı Projesi” ile başlayan ve ABD’nin desteğiyle “Eisenhower Doktrini” içerisinde hayat bulan Bağdat Paktı da Türkiye’nin Soğuk Savaş Dönemi’nde       

161954 yılında Yunanistan ile Türkiye arasındaki Kıbrıs sorununun yayılması sonucunda, 1955 yılında

Selanik’teki Atatürk’ün doğduğu eve saldırı düzenlenmesinden sonra, Türkiye’de bir çeşit öğrenci birliklerinin İstanbul’daki gayrimüslimlerin eşyalarına, evlerine, işyerlerine, okullarına, kiliselerine, mezarlarına yapılan saldırıların yaşandığı bir gündür. Bu saldırılar, İstanbul’daki gayrimüslim esnaflarının bulunduğu her bölgeye yayılmış ve Ankara ve İzmir’de de bu saldırılar devam etmiştir. Böylece Türk tarihimizin sayfalarına kötü bir anı olarak geçmiştir. Bu saldırı daha sonraki süreçte, Yunanistan- Türkiye ilişkilerini olumsuz etkileyecektir. Ayrıntılı bilgi için bkz. Dilek Güven, Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6- 7 Eylül Olayları, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005, s. 13- 30.

gündemini meşgul eden konulardandır. Bu pakt, Sovyetler Birliği’nin Orta Doğu’daki yayılmacı politikalarını engellemek amacıyla kurulmuştur (Özkaya Duman ve Birsel, 2012: 312- 313). Irak, Türkiye, İngiltere ve Pakistan’ın yer aldığı bu pakt, ortak bir tehdit etrafında çevrelenmişse de, Arap dünyasını ikiye bölmüş, bu pakta Mısır’ın, Suriye’nin, Suudi Arabistan’ın, İsrail’in ve Yemen’in karşı çıkmasıyla bu bölünme gerçekleşmiştir. Bu karşı çıkma faaliyetleri de, Türkiye’ye ülkenin güvenliğini tehdit eden bir olgu olarak geri dönmüştür. Bunun en güzel örneği de, 1957 yılında meydana gelen Suriye Krizi olarak gösterilebilir. Bu kriz, Türkiye’nin algısal güvenlik krizi olarak nitelendirilmiştir. Suriye’nin oluşan bu krizi daha da tetiklemesi için Sovyetler Birliği’ne yakınlaşması, Türkiye’nin de kendi çıkarları ve güvenlikleri gerekçesiyle askeri/ siyasi/ diplomatik önlemler alması, Menderes döneminin dış politikasında önemli bir yer tutan bu krizi daha da şiddetlendirmiştir (Gürses, 2015: 1). Bu kriz daha sonraki süreçte, Suriye’nin kendi topraklarının güvenliği gerekçesiyle BM’ye başvurmasıyla BM’nin bu krizin çözüm arayışlarına dahil olmasıyla son bulmuş, krizin son bulmasıyla iki ülke arasındaki ilişkiler normalleşmiştir. Bu da oluşan Bağdat Paktı’nın uluslararası sistemde başarılı sonuçlar almasını engellemiştir. Ayrıca, 1958 yılında Irak’ta gerçekleşen ihtilal sonucunda kurulan bu pakt adını CENTO (Central Treaty Organızation Merkezi Antlaşma Teşkilatı) olarak değiştirmişse de, kuruluş amacı olan, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarından Orta Doğu’yu koruma hedefine ulaşamadığı analizi yapılabilir (Çiftçi, 2010: 262- 264). Ortadoğu’da yaşanan bu gelişmelerin yanında, Suriye’nin sola doğru hızlı bir şekilde kaymaya başladığı gözlemlenmiştir. Bu da, Türkiye’ye ciddi bir güvenlik endişesi yaratmıştır. Bu endişenin vermiş olduğu etkiyle, Suriye ile gerginleşen ilişkiler doğrultusunda Türkiye’nin Sovyetler Birliği ile de ilişkileri gerilemiştir. Bu gerileme, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi füzelerle tehdit etmesi noktasına kadar getirmiştir (Çiftçi, 2010: 263- 264). Bunu sonucunda ABD, Türkiye’nin yanında olduğunu kesin bir dille gösteren politikalar yürütmesine sebep olmuş ve yürütülen bu politikalar da, tarihte ABD’nin Türkiye’ye ilk defa güdümlü füze verdiğini göstermiştir. Balkan ve Bağdat Paktları’nda kurucu bir rol üstlenen Türkiye’nin bu tutumu, Sovyetler Birliği’ni rahatsız etmiş, iki ülke

arasında 1950’li yılların sonunda nükleer füze ve U-2 Casus Uçağı Krizi17 yaşanmıştır. Bu da, Türkiye’nin kendi ulusal çıkarlarını tehdit eden bir noktaya dönüşmüştür (Balcı, 2013: 99- 100). İngiltere, İtalya ve Türkiye’nin kabul etmesi sonucunda ülke topraklarına NATO’yu güçlendirmek amacıyla yerleştirilen bu füzeler, Sovyetler Birliği’ni rahatsız etmesine rağmen, Türkiye tarafından bu füzelerin yerleştirilmesinin kabul edilmesi, Türkiye’nin İki Kutuplu Sistem’de ABD’nin yanında olduğunu gösterse de, ülke içerisinde Menderes yönetimine karşı faaliyetlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır (Çiftçi, 2010: 263- 264). Ayrıca, Menderes’in gerçekleştirmiş olduğu bütün bu politikalar, Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikalarına karşı yapılmışsa da, Türkiye’nin NATO’ya üye olmasıyla, ülke topraklarında kurulan Amerikan üsleri ve ABD askerleri tarafından yapılan askeri tatbikatlar, imzalanan ortak güvenlik antlaşmaları Türkiye’nin siyasi bağımsızlığını zedelemiştir. İki Kutuplu bu uluslararası sistemde siyasi dengeyi