• Sonuç bulunamadı

1.4.) SOĞUK SAVAŞ SONRASI DÖNEM’İN GÜVENLİK ANLAYIŞ

Dünya tarihinin en kanlı yüzyıllarından biri olan 20. yüzyıl, kendi içerisinde I. ve II. Dünya Savaşları’nı barındırarak, milyonlarca insanın katledildiği bir yüzyıl olmuştur. Ayrıca bu savaşlar sonrası meydana gelen psikolojik yıkım ve ideolojik ayrım, uluslararası sistemi iki kutuplu bir yapıya çevirmiştir (Çalık, 2013: 20). İçerisinde bir çok olumsuzlukları yaşatan bu yüzyılı takip eden dönemde, dünya tarihi açısından en fırtınalı gelişmelerin yaşandığı, bir çok devletin tarih sahnelerinden yok edildiği,

küreselleşmenin de etkisiyle yeni yaşam tarzlarının yeşerdiği bir dönem olmuştur (İnanç ve Güner, 2006: 139).

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte, II. Dünya Savaşı’ndan sonra uluslararası alanda meydana gelen ideolojik ayrım ortadan kalkmış, bu ayrımın son bulması ABD’nin uluslararası arenada tek güç olarak yer almasını sağlamıştır. Dağılan SSCB, arkasında çözümü yüzyıllar boyu sürecek bir krizler zincirini bırakarak Soğuk Savaş Sonrası Dönem’e armağan etmiştir. İçinde bu krizleri barındıran ve 1991 yılında, Körfez Savaşı’ndan sonra George Bursh tarafından dile getirilen “Yeni Dünya Düzeni” kavramıyla ifade edilen Soğuk Savaş Sonrası Dönem, Hennry Kissinger’in de ifade ettiği gibi, ABD’nin başarılı politikaları sayesinde ortak bir düşman yerine; ortak görevlerin doğurduğu, entegrasyon eğilimlerinin güçlendiği çok kutuplu bir sistem olmuştur (Göktaş, 1994: 38- 40). Artık Soğuk Savaş Dönemi’nin Doğu- Batı çatışması, ham maddeyi içine alan Kuzey- Güney sürtüşmesine dönüştüğü söylenebilir (Yenigün, 2004: 20). Bu sürtüşmeler içerisinde, aktörler arasındaki bölgesel politikalar ön plana çıkarken, bölgesel güçlerinde uluslararası politikadaki etkisi ve ağırlığı artmıştır. Uluslararası sistemdeki rolünü arttıran bu güçlerin birbirleri arasındaki etki mücadeleleriyle birlikte, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de, büyük güçler, ekonomik liberalizm ve demokrasi gibi normları paylaşarak, dönemin güvenlik anlayışının da bu normlar etrafında şekillendiği dile getirilebilir (Kasım, 2011: 1- 3). Böylece yeni uluslararası sistem, daha barışçı ve uzlaşmacı olmuş, sorunlar, uluslararası hukuk ve örgütler çerçevesinde çözülmeye çalışılmıştır. Oluşan bu yeni sistemde böyle bir olumlu havanın yaşanmasına rağmen, içinde bulunan sistemde, sınırların, güç kullanma yoluyla değiştirilemeyeceği bir yapı olması olasılığına dönüşmesi bu sistemin olumsuz bir yanını oluşturmuştur. Ayrıca, yeni global uluslararası sistemde küçüklü büyüklü çok sayıda tehlikelerin var olması ve bu tehlikelerin nasıl bir gelişme seyredeceğinin kestirilemez hale gelmesi oluşan durumu daha da karmaşık hale getirmiştir (Arı, 2009: 174- 177). Meydana gelen olayların nasıl bir yönde seyredeceğinin kestirilemeyeceği bu dönemde, güvenlik algısının kapasitesi de arttırılmıştır ve ele alınan etmenlerde göz önünde bulundurularak aktörler tarafından, güvenliğe yönelik önlemler alınmıştır. Yeni tehditler ve yeni olgular arttırılan bu kapasitenin içerisine dahil edilerek güvenlik

çerçevesinin yelpazesi genişletilmiştir. Bu genişlemeyle birlikte, realist düşünce akımının ‘alçak politika’ olarak kavramsallaştırdığı sosyo- ekonomik konular, Soğuk Savaş Dönemi’ne oranla daha etkili hale gelmeye başlamıştır. Böylece, askeri anlamda bir savaş riskinin azalmasının yanında, ekonomik nitelikli bir savaş riskinin artacağı bir döneme geçildiği sonucu çıkarılabilir. Ayrıca yaşanan bu yeni dünya düzeninde, küreselleşme olgusunun getirmiş olduğu etkenlerle birlikte, tüm sorunlar ve çözümler küresel boyutta etki göstererek, dünyanın herhangi bir yerinde olan güvenlik sorunu veya başka kaynaklı bir sorun bölgeye ve ülkeye özgü kalmamış, tüm insanlık bu sorundan etkilenmiştir (Arı, 2009: 183). Bu küreselleşme olgusunun etkilerinin yanında, bu dönemde yaşanan; uluslararası terörizm, kitle imha silahlarının artışı, kolektif güvenlik sistemindeki aksaklıklar, devlet otoritesinin zayıflaması ve demokrasinin gelişmesinin teşviki Soğuk Savaş Sonrası Dönem’in güvenlik anlayışını değiştirmiş ve dönüştürmüştür. Yaşanan bu gelişmeler devletler arasındaki ilişkilerde ele alınan, caydırıcılık ve tehdit gibi, güvenlik algısını oluşturan kavramlar yeniden tanımlanmıştır (Arı, 2009: 182- 187). Bu kavramların yeniden tanımlanması ve iki kutuplu sisteme göre tehdit algısının (SSCB) azalması veya değişmesi yeni tehditleri ortaya koymuştur (Ünlü, 2009: 19). Bu yeni tehditler de siyasal, ekonomik, sosyal ve çevresel boyutlar olarak irdelenmiştir. Böylece, dönem içerisinde yaşanan belirsizliklere dayalı potansiyel ilişkiler ve tehditler, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’in güvenlik algısını şekillendirmiştir (Günyel, 2011: 126). İçinde yaşanılan dönemde, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki gibi, aktörler arasında ortak bir düşman tehdidi olmasa da, yaşanan süreçte meydana gelen etnik kamplaşmalar ve bölgesel çatışmalar, SSCB’nin dağılmasından sonraki süreçte güvenlik algısı içerisinde yer alarak güvenlik olgusunun içerisini doldurmuştur (Olkaç, 2008: 55). Belirsizliklerin yaygın olarak yaşandığı ve Samuel Huntinton’un da ifade ettiği gibi “Medeniyetler Çatışması”nın yaşandığı Soğuk Savaş Sonrası Dönem’le birlikte, Soğuk Savaş Dönemi’nin nükleer caydırıcılık veya çevreleme odaklı güvenlik algısı yerini, önleyici savunma(saldırı) ve insani müdahale gibi güvenlik kuramlarına bırakmıştır (Tunçsiper, 2006: 47- 55). Böylece Sovyetler Birliği(SB) ve Yugoslavya içerisindeki etnik çatışmalar, ultra ulusçuluk, radikal akımların gelişmesi, nükleer silahların yayılması, çok sayıda Üçüncü Dünya Ülkeleri’nin bu silahlara sahip olması

ve ulus devlet sayısındaki artışlar dönemin güvenlik algısını okumakta yardımcı olmuştur (Arı, 2009: 177). Yeni tehditlerin algılandığı bu dönemde güvenlik algısının değişmesiyle ve gelişmesiyle birlikte, NATO’da uluslararası alanda meydana gelen olaylara olan bakış açısını ve stratejilerini değiştirerek ve dönüştürerek günümüze kadar varlığını korumayı başarabilmiştir. Böylece NATO, faaliyetlerinin kapsamını ve derinliğini genişletmiştir (Ceylan, 1999: 162). Buda NATO’nun en tesirli ‘harpten caydırma paktı’ olduğunu göstermiştir (Toker, t.y.: 11).

Terörizm, kitle imha silahlarının yayılması, kanunsuz insan göçü ve insan kaçakçılığı gibi yeni tehditlerin algılandığı dönemde (Dönmez, 2010: 104). NATO, Soğuk Savaş süresince, SSCB’ye karşı ülkelerle kolektif bir güvenlik sağlama amacını gütmüş olsa da, 1989 yılında SSCB’nin dağılmasından sonra yine uluslararası sitemde bir aktör olarak yerini korumaya devam etmiştir. Bu dağılmadan sonra ortak bir tehdit olan SSCB’nin, kolektif güvenlik ittifakına üye olan devletler tarafından bir tehdit olarak görülmemesine rağmen ve NATO’nun, ortak bir tehdit unsuru olan SSCB’yi Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de yok etmiş olmasına rağmen, NATO; meydana gelen koşullara ve şartlara bağlı olarak yeni stratejik konsept arayışlarına girmiştir. İzlenen bu yeni stratejinin esasları da, işbirliği ve ortaklık temeline oturtulmuştur (Dönmez, 2010: 109). İşbirliği ve ortaklık odaklı bu yeni stratejiler, örgütün, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki temel stratejisi olan ‘esnek karşılık’ anlayışının, Soğuk Savaş Dönemi’nin özelliklerini kaybetmeden nükleer silah kullanmada dahil bütün tehdit algılarında kullanıma hazır tutulduğunu vurgular niteliktedir ve coğrafi temellere dayanan savunma anlayışından uzaklaşmıştır (Tunçsiper, 2006: 63).

Eski Doğu Ülkeleri’nin, NATO’ya karşı ortaya çıkacak güvensizliğini ortadan kaldırmak amacıyla 1990 yılında oluşan Londra Deklarasyonu ile NATO, yeni ihtiyaçlarını belirlemiştir ve 1991 yılında yapılan Roma Zirvesi’nde, ilan edilen bu ihtiyaçlar ortaya konularak ‘stratejik kavram’ tanımı ile literatüre katılmıştır ve uluslararası sistemde yeri kesinleştirilmiştir (Günyel, 2011: 123). Roma Zirvesi’nde (1991) kabul edilen stratejik konseptle birlikte, Orta ve Doğu Avrupa’daki yeni ortaklıklar ve işbirliği odaklı ilişkiler ele alınmıştır. Ele alınan bu konuların yanında bu zirvede, örgütün entegre askeri kuvvetlere olan bağımlılığını ve nükleer silahlara

olan ihtiyacını azaltan düzenlemeler ve hareket kabiliyeti, esneklik ve olası durumlara adaptasyonda iyileştirilmeler yapılarak NATO’nun savunma stratejilerinde düzenlemeleri ve prosedürlerini düzenleyen ilkeler ve önlemler ortaya konulmuştur (Uraz, 2007: 73- 74). Ayrıca Roma Zirvesi ile, ‘çatışma esaslı güvenlik’ anlayışı yerini ‘iş birliği esaslı güvenlik’ anlayışına bırakmış ve güvenlik kavramının sadece askeri boyutu değil, sosyal, ekonomik, siyasi ve çevresel boyutlarının da varolduğu kabul edilmiştir. Böylece NATO’nun yeni gündeme uygun olarak yeniden yapılanmasının ana hatları bu zirvede ele alınan Yeni Stratejik Konsept ile çizilmiştir (Koyuncu, 2010: 23- 25). Geniş tabanlı bir güvenlik politikasını öngören bu Yeni Stratejik Konsept ile NATO’nun uygulamaya koyacağı yeni misyon; (Güzel, 2009: 23- 25).

 Demokratik kurumların gelişmesi ve anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülen istikrarlı bir güvenlik ortamının sağlanması

 Risk oluşturabilecek muhtemel gelişmelere karşı gerekli koordinasyonun sağlanmasıyla Antik- ötesi bir forum özelliğine sahip olması

 Örgüt üyelerine karşı bir saldırı tehdidine ortak savunma ve caydırıcılık görevini yerine getirme

 Avrupa’nın mevcut bulunan stratejik dengesinin korunabilmesi şeklinde dört ana başlıkta sıralanmıştır.

Ayrıca bu zirvede ele alınan Yeni Stratejik Konsept ile, tehdit kavramından risk kavramına geçilmiştir ve Sovyet tehdidinin yerini önceden tahmin edilemeyen belirsizlikler almıştır. Böylece çok yönlü risklerin oluştuğu bir döneme geçilerek, güvenlikte çok yönlülüğün vurgusu yapılmış, etnik çatışmalar, sınır sorunları, terör, kitle imha silahlarının yayılması gibi tehditler Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de görülen yeni riskler olarak sıralanmıştır (Kılıç, 2010: 51- 52). Bu tehditlerin sıralanmasının yanında, ele alınan Stratejik Kavram ile, Acil Müdahale Gücü ve Birleşik Müşterek Görev Kuvveti kurulmasına yönelik öngörüler getirilerek NATO’nun genişleme sürecinin altyapısı hazırlanmıştır (Kılıç, 2010: 53).

Roma Zirvesi’nden sonra NATO oluşturmuş olduğu Yeni Stratejik Konseptini kesinleştirmek için çeşitli toplantılar gerçekleştirmiştir. 1992 yılında gerçekleştirilen

Oslo Bildirisi ile, Avrupa’nın güvenliği için bölgenin bütün olarak ele alınması gerektiği vurgulanmış, 1994 yılında yapılan Brüksel Zirvesi ile de, Barış İçin Ortaklık Programı(BİO) imzalanarak Avrupa çapında güvenlik için yeni bir girişim başlatılmıştır (Uraz, 2007: 74- 75). Başlatılan bu yeni girişim ile (BİO) NATO, hem yeni üye katılımına yeşil ışık yakmış hem de sorumluluklarının sahasını genişletmiştir. Sorumluluk sahasının genişlemesiyle NATO, Avrupa güvenliğinin güçlenmesine katkıda bulunmak için, Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği(AGSK) geliştirilmesi ve muhtemel krizlerde görev yapacak Birleşik Müşterek Görev Gücü(BMGG)oluşturulmasına ilişkin kararlar almış ve almış olduğu bu kararları da 1997 yılında gerçekleştirilen Madrid Zirvesi’nde gözden geçirmiştir (Bağdaşlıoğlu, 2011: 17- 22). Yapılan Madrid Zirvesi ile, Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan’ın NATO’ya üyeliği kabul edilerek, üyelik koşullarına sahip olan ülkelerin üyeliğinin de olabileceği vurgulanmıştır (Uraz, 2007: 75- 76).

Dönüşüm içerisinde olan NATO, 1999 yılında Washington Zirvesi ile kendini yeni bir konsepte hazırlayarak, örgütün(NATO) Doğu’ya doğru genişlemesinin altını çizmiş ve Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de NATO ilk genişlemesini yapmıştır (Kaya, 2011: 1). Soğuk Savaş Dönemi’nde yumuşama “detant”, savunma “defense”, ve caydırma “deterrence” stratejilerine dayanan NATO, 1999 yılında yapmış olduğu bu zirveyle “Avrupa Atlantik Sahası” kavramını, Baltıklar’ı, Balkanlar’ı, Karadeniz’i, Ukrayna’yı hatta Rusya’yı içine alacak bir tanımla açıklayarak sahasını genişletmiştir (Kaya, 2011: 1). Bu zirve ile ele alınan Yeni Stratejik Konsept’te, baskıcı yönetimler, etnik çatışmalar, ekonomik krizler, siyasi düzenin bozulması ve kitle imha silahlarındaki yaygınlaşma yeni riskler olarak NATO’nun ilgi alanı içerisine dahil edilmiştir (Molla, 2009: 1). NATO’nun 50. yılında toplanılan bu zirvede, örgütün kurucu maddesinde yer alan 5. Maddesinin (“Sanal”, 2004: 1). gerektirdiği durumlar dışında oluşan krizlere karşı müdahale operasyonu kavramı ortaya konularak NATO üyesi devletlere herhangi bir saldırı olmasa da, bu türden krizlere müdahale edileceği kabul edilmiştir (Bilgin, 2006: 60). Kabul edilen bu kararla birlikte, oluşturulan Yeni Stratejik Konsept’te beş ana başlıkta irdelenmiştir. Bunlar da (Bilgin, 2006: 60- 61):

 NATO’ya küresel çaptaki ekonomik, siyasi, demokratik ve güvenlikle ilgili görevlerin verilmesi

 BMGK’nın teşkil edilmesi, bu kuvvetlerin operasyonlarda kullanılması  Askeri operasyonlar ve savaş kararlarının sadece NATO içerisinde alınması  NATO’nun “alan dışı” faaliyetlerinin olması

 NATO’nun yeni riskler içerisine geren problemlerin çözümünde kullanılması şeklinde sıralanmıştır.

Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’nin ittifaka üye devlet olarak katıldığı Washington Zirvesi’nde ele alınan Yeni Stratejik Konsept ile; etnik veya dinsel çatışmalar, kitle imha silahlarının yayılması, örgütlü suçlar, yaygın insan hakları ihlalleri ve terörizm Avrupa güvenliğini riske eden yeni unsurlar olarak ortaya konmuştur (Yılmaz, 2009: 4).

Washington Zirvesi’nde alınan kararlarla yeni bir konsepte bürünen NATO, bu zirvede tanımlamış olduğu yeni riskler içerisinde yer alan terör riskiyle 11 Eylül 2001 yılında karşı karşıya kalmıştır (Gürler, 2009: 50). Böylece NATO, devlet dışı bir aktör tarafından yapılacak bir saldırının Washington Antlaşması doğrultusunda “silahlı bir saldırı” olduğuna karar vermiştir ve toplu savunma kararının anlamını, askeri bir işgale karşı savunma anlamının dışına taşıyarak kurucu antlaşmasının 5. Maddesini işletmiştir (Ruhle, t.y.: 1). 2001 yılında gerçekleşen bu saldırılardan sonra, NATO kurucu antlaşmasının 5. Maddesi çerçevesinde Afganistan’a müdahale etmiştir ve bu saldırılarla birlikte yeni risk alanlarını genişletmiştir. Bu risklere başarısız devletler, siber tehditler, enerji açıkları, çevrenin bozulması ve bu risklere bağlı olarak ortaya çıkan güvenlik riskleri, doğa ve insan eliyle oluşan felaketler dahil edilmiştir (Pop, 2007: 1).

11 Eylül Saldırıları’yla birlikte, değişen güvenlik algısına karşı yeni tedbirlerin alınması gerektiği vurgulanmış ve ABD, bu saldırılardan sonra en büyük tehdidin, küreselleşme ile sınırları aşan ve bir çok yerde etkin olarak faaliyet gösteren, terör örgütü olduğunu ilan etmiştir (Aksoy, 2016: 1- 2). Böylece, 11 Eylül Olayları’nın global ölçekli terörizm korkusu, Avrupa’da ortak güvenlik ve dış politika geliştirme bağlamındaki gerekliliği ön plana çıkardığı iddia edilebilir (Özlem, 2009: 1). ABD, yaratmış olduğu bu yeni düşmanla birlikte, kendi safında yer almayan devletleri ‘başarısız devlet’ olarak tanımlamış ve ‘başarısız devlet’ olgusu öncelikli güvenlik

riskleri arasına almıştır (Çalık, 2013: 49- 50). Bu saldırılardan sonra ABD, 2002 yılında resmileşen “Ulusal Güvenlik Stratejisi”ni hazırlayarak, önleyici savaş, askeri müdahale ve öncecilik, yeni karşılıklılık, demokrasiyi yayma ilkeleri bu strateji içerisine alınmıştır (Gökbaş, 2009: 3). Realizmin güvenlik algısı bu saldırılardan sonra uluslararası sistem de kendisinden tekrar söz ettirirken, 11 Eylül Saldırıları, dünyada tehdit ve tehlikenin her zaman varolduğunun göstergesi olmuştur (Karabulut, 2015: 76- 77). Bu saldırılarla birlikte ABD şiddet döngüsünü tırmandırarak, Afganistan savaşını başlatmış, bölgede yaşayan halkın can güvenliğini tehlikeye atmıştır (Chomsky, 2002: 10).

11 Eylül 2001 yılında gerçekleşen terör saldırılarından sonra, NATO üyelerinin 2002 yılında Prag’ta yapmış olduğu toplantıdan sonra, komünist rejimle yönetilen yedi ülkenin(Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Slovenya) NATO’ya üyelik müzakereleri başlatılmıştır (Uraz, 2007: 80). Böylece bu yedi ülkenin de NATO’ya üyeliği için yeşil ışık yakılmış, bu ülkelerin örgüte üyeliğiyle birlikte NATO, 2. Genişleme dalgasını yaşamıştır. Bu genişleme dalgasından sonra NATO, Rusya sınırlarına taşınmıştır (Kılıç, 2010: 89). Ayrıca Prag Zirvesi’nde ‘Terörle Mücadele İçin Ortak Eylem Planı’ kabul edilerek, üye ülkeler arasındaki terörle mücadele konusundaki ortaklık pekiştirilmiştir (Güzel, 2009: 85). 11 Eylül Saldırıları’ndan sonra gerçekleşen Prag Zirvesi ile alınan kararlardan sonra NATO’nun Afganistan’a müdahale ederek bu topraklara ISAF (Uluslararası Güvenlik ve Destek Gücü) tesis etmesi, Yeni Stratejik Konsept’in 24. Maddesindeki “ittifakın güvenlik çıkarları küresel bağlamda ele alınacaktır” vurgusunu bu operasyonla somut hale getirdiği söylenebilir.

2004 yılında gerçekleştirilen NATO İstanbul Zirvesi’nden sonra NATO, stratejik bir örgüt olmaktan çıkıp daha aktif ve dinamik bir örgüt olma yolunda adımlar atmıştır. 26 üye ülkenin katıldığı bu zirvede NATO, “İstanbul İşbirliği Girişimi”ni başlatma kararı alarak, Körfez İşbirliği Konseyi Ülkeleri ve Ortadoğu Ülkeleri’yle ilişkilerini geliştirmeyi amaçlamıştır (Özlük ve Özlük, 2014: 215- 216). 2006 yılında gerçekleştirilen Riga Zirvesi’nde terörizmle mücadele vurgulanarak, bu mücadelelere karşı NATO askeri güçlerinin caydırma, engelleme, savunma faaliyetlerinin sürdürüleceği gündeme gelmiştir (Bozkurt, t.y.: 1). Ayrıca bu zirve ile, 2002 yılında

Prag’da kararı alınan ‘Acil Müdahale Gücü’ operasyonel hale getirilmiştir. 2010 yılında NATO yelerinin yapmış olduğu Lizbon Zirvesi’yle de, 11 Eylül Saldırıları sonrasında ortaya çıkan yeni risk ve dinamiklere karşı örgüt kendini yenileme kararı almıştır (Oğuzlu, 2012: 12- 14). Ayrıca Lizbon Zirvesi ile NATO, AB ve önemli küresel aktörlerle ve demokratik ülkelerle daha fazla işbirliği yapma kararını alarak Kuzey Atlantik Örgütü’nün daha küresel bir örgüt haline gelmesini amaçlamıştır (Oğuzlu, 2012: 13). “Aktif Katılım, Modern Savunma” başlığıyla oluşturulan Yeni Stratejik Konsept ile NATO Lizbon Zirvesi’nde; uluslararası sistemdeki belirsizlikler içinde NATO örgütünün, önemli bir güvenlik kaynağı olarak varolduğu ve NATO müttefiklerine yapılan herhangi bir saldırı tehdidi veya artan güvenlik tehlikelerine karşı, bu tehditlerin çıktığı yerde caydırıcılık ve savunma sağlayacağını vurgulamıştır (Kandemir, 2014: 855).

Sonuç olarak, Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de değişen koşullar ve belirsizliklerin hakim olduğu uluslararası sistemde güvenlik algısı değişime uğramıştır. Soğuk Savaş Sonrası Dönem’le birlikte, Soğuk Savaş Dönemi’nin Realist güvenlik anlayışı duraksamış ve daha liberal düşünceler etkisini arttırmıştır. Bu değişimden İki Kutuplu Blok’un askeri örgütlenmelerinden bir olan NATO da faydalanmıştır. NATO’nun kendi içerisinde gerçekleştirmiş olduğu zirveler sonucunda oluşan yeni stratejik konseptlerle NATO Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de de varlığını korumuştur. 11 Eylül 2001 Saldırı’larından sonra güvenlik anlayışının tekrar realist bir anlayışa büründüğü ifade edilmiş olsa da, güvenlik olgusu sadece askeri ve devlet merkezli olmaktan çıkarılmıştır. Bu saldırılardan sonra, NATO’ya üye devletlerin gerçekleştirmiş olduğu toplantılar sonucunda, uluslararası arenada yaşanan olaylara adapte olan NATO, belirlemiş olduğu yeni stratejik konseptler ile terör tehdidini öncelikli bir sıraya alarak, Washington Antlaşması’nın 5. Maddesi’ni alan dışı bir faaliyette kullanmıştır. Bu saldırılardan sonra NATO 21. yüzyılda da kendi yerini kesinleştirmiştir ve bu başarısını da bölgesel genişlemeler ve alan dışı faaliyetlerine borçludur. Böylece NATO, Soğuk Savaş Dönemi’ndeki “caydırıcılık stratejisi” yerine Soğuk Savaş Sonrası Dönem’de vurguladığı “mukabele” ve “müdahale” ilkeleri ile NATO’nun güvenlik algısının temellerini oluşturmuş ve bir aktör olarak uluslararası sistemde kendisinin günümüze kadar gelmesini sağlamıştır (Çelik, 2012:

42). NATO’nun bu başarısının yanında 11 Eylül Saldırıları ile birlikte güvenlik algısındaki tehdit olgularındaki değişim süreci hız kazanmış ve yeni tehdit unsurları belirginleşmiştir (Çelik, 2012: 39). Belirginleşen bu unsurlar içerisinde NATO’nun, kendisine bir yer bularak uluslararası bir aktör olarak etkinliğini koruduğu iddia edilebilir. Bu saldırılar terörizmi, küresel bir sorun haline getirmiş, NATO’nun güvenlik algısını da, bu yönde şekillendirerek, örgütün daha geniş tabanlı önlemler almasını sağlamıştır (Yaman, 2006: 41- 53).

İKİNCİ BÖLÜM