• Sonuç bulunamadı

Ağrıdağı Efsanesi’nde İşlenen Deyimler

THE OTTOMAN LEGACY ON THE BALKANS (CASE of BOSNIA-HERZEGOVINA)

II. Türk ve Müslümanlara Karşı Balkanlarda Yaşanan Mezalim

19.yüzyılda da zaman ilerledikçe ve Osmanlı Hıristiyanları arasında ulusal bilinç geliştikçe, Osmanlı azınlıklarının ulusçuluğu Alman ve İtalyan ulusçuluğunda da görülen ırkçı karaktere bürünmüştür. Ancak bu ırkçılığın ama dinle bağ hiçbir zaman yok olmadı. Rumların, Bulgarların ve Ermenilerin ulusal bilincinde etkin olan, geniş ölçüde, beklide en ağırlıklı olarak, dinsel kimlik tanımlaması temeline oturan duygu idi. Osmanlılar, uzun süre boyunca ve hiç sapmadan izledikleri dinsel hoşgörü geleneği nedeniyle hemen hemen hiç övgü almadılar. Kaderin cilvesi, tam tersine, bundan dolayı pek ağır bir bedel ödediler. Yabancılar, Osmanlıların iç işlerine karışmak için bahane olarak, Hıristiyan milletlerin koruyucusu olarak davrandıklarını ve Hıristiyan kardeşliğini öne sürdüler. Kısacası Hıristiyan milletlerinin mensuplarını, Osmanlı düşmanı bir ulusçuluk yaratmak için bu ayrı dinden olma duygusunu kullandılar.6

Avrupa’da Fransız İhtilali ile ortaya çıkan milliyetçilik akımlarının etkisi altına giren Balkan halkları Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmaya başlamışlardı. Bu şartlar altında Sırplar ilk olarak 1804’te ilk Sırp hanedanının kurucusu olan Kara Yorgi liderliğinde ayaklanmışlar, başarısız olan bu ilk ayaklanmadan sonra Sırplar ikinci olarak 1815’te diğer hanedanın kurucusu olan Miloş Obranoviç liderliğinde ayaklanmıştır. Her iki ayaklanmanın da amacı özgürlük ve otonomi kazanmak ve bu topraklar üzerinde devlet kurmaktı. Bununla beraber Sırp ayaklanmaları dini ve etnik farklılığa ilişkin olan ayaklanmalardı. Ayaklanmalar, Güney Sırbistan, Kosova ve Makedonya’ya doğru yayılarak Sırp birliği aslında Güney Slav Birliği için bir model oluşturan Sırp devletinin gelişmesi bakımından uygun bir ortam yaratmıştır. 7 Balkanlarda yaşanan ilk ayaklanma Sırplar tarafından

gerçekleşmiştir. Yunan, Bulgar ve diğer halkların ki de ardından devam etmiştir. Ancak en etkilisi ise Yunan ayaklanması olmuştur. 8

19. yüzyıl da, Türk ve Müslümanların uğradığı kayıpların öyküsü, 1821 Yunan ayaklanması ile başlar. Daha önce Sırplar da ayaklanmışlardı, ama onlar başlangıçta sadece Sırbistan’da konuşlandırılmış yeniçerilerin zulmüne karşıydı. Yunan ayaklanmasının kendine özgü niteliğini ise Türklere karşı başlatılan topluca ölümler ve sürgünlerdir. Osmanlı Devleti’nde yapılan bu tür hareketlerin ilkidir ve Osmanlı Devleti’ne karşı girişilen diğer ayaklanmalara da örnek teşkil etmiştir.

Müslümanların topluca öldürülmesi ve sürülmesi ile belli eden hareketlerin Osmanlı Devletindeki, bu tür süreç başlatan ayaklanmaların ilkidir. Yunan bağımsızlık hareketini anlatan tarihçi George Finlay 1861’de şunları yazmıştır: “1821 Nisan’ın da 20.000 kişi toplamına yakın bir Müslüman nüfus, Yunanistan’da dağınık olarak yaşıyordu ve tarımda çalışıyordu. Ayaklanama çıkmasının üzerinde daha iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler, adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da hiç pişmanlık duyulmadan öldürüldüler. Günümüzde yaşlılar hala, taş yığınlarını parmakla gösterip, gezginlere, ‘İşte şurada Ali Ağa’nın kulesi vardı, burada hem onu, hem eşlerini ve hizmetkârlarını öldürdük’ diye anlatırlar ve bunu anlatan yaşlı adam, yolu üzerinde öç alıcı meleğin bekliyor olabileceğini aklına bile getirmeden, bir zamanlar Ali Ağa’nın olan tarlaları sürmek için yürür gider. İşlenen suç bir ulusun suçu idi ve onun vereceği sıkıntılar ne olursa olsun bu sıkıntılar, bir ulusun vicdanında duyulmak gerekir; bu günahı bağışlatacak davranışlar da o ulusça yapılmalıdır.”9

Yunan devletinin kurulmasından sonra da Rumlar “Megali İdea”nın gerçekleşmesini dış politika hedefleri olarak belirlemişlerdir. Yunanların geçmişte yaşamış oldukları iddia edilen toprakları ele geçirip, başkent İstanbul olmak üzere, eski Bizans’ı diriltmek ve günümüz Ege, Kıbrıs ve Doğu Karadeniz bölgelerini de içine alacak şekilde hayal ettikleri “Megali İdea”, Rumları yayılmacı ve saldırgan bir politikaya sevk etmiştir. Yunanistan’a da en büyük destek yine dönemin Büyük Güçleri tarafından verilmiştir. Bu yüzden Büyük Güçler Yunanistan’ı bir piyon olarak kullanmış ve çoğu zamanda serbest bırakmıştır. Yunanlar Müslüman Türklere uyguladığı bu zalimce politikayı yeri geldiğinde Balkanların Hıristiyan halklarına da uygulamaktan çekinmemiştir.

Amaç çok açık ve netti. Rumların ilk isyanından itibaren, Mora, Attika, Teselya, Girit ve diğer Ege adalarında Türk nüfusu Rum nüfusunun çok üzerindeydi. Bilinçli kıyımlar ve zoraki göçler nüsü dengesini Rum-Yunan aleyhine değiştirdi. Planlı ve sistemli bir şekilde Türklerin yurtlarından atılması ve mezalime kurban edilmesi Rumların Yunanistan hayali için bir hayat sahası meydana getirmek demekti.10 19 ve 20. Yüzyıllarda da

6 McCharty, J. (1998), Ölüm ve Sürgün, Çev: Bilge Umar, 7. Baskı, İnkılap Yayınevi, s.8.

7 BANAC, I. (1997), Yeni Balkanlar, Eski Sorunlar, Çev. Gencer Özcan, Bağlam Yayınları, İstanbul, s.87-88. 8 Savrun, E. (2016) “Balkan Milliyetçilikleri Bağlamında Sırp, Yunan ve Bulgar Milliyetçiliklerinin

Belgelerle Osmanlı Coğrafyasında Yaşanan Türk Diasporası

Rum-Yunan ihtilal örgütleri kurulmuştur. 1814 ve 1876 yılları arasında faaliyet gösteren Etniki Eterya (Dostluk Cemiyeti) örgütüdür. Hedefi Yunan bağımsızlığını sağlamak, kısacası Megali İdea’yı gerçekleştirmektir. 20. Yüzyılda ki Başbakanları Elefterios Venizelos’un da amacı ve hayali bu yöndedir. 1910 yılında iktidara geldiğinde, Yunan Kralına sunduğu bir muhtırada Megali İdea haritasının sağ üst köşesine şu sözleri eklemiştir: “Yunan tarihi hayatı süresince idaresinde bulundurduğu memleketlerin hepsinin geri alınması ve adalar denizinde bize hâkimiyeti iade ve semereli bir genişliği olan bir Yunanistan meydana getirecek bu duruma karşı atıl kalmak caiz midir?”11

Türklere karşı yürütülen sistematik soykırımı sadece dönemin Yunan çetecileri gerçekleştirmemiştir. Bulgarlar da birçok araştırmacı ve tarihçinin de orta noktada buluştuğu gibi en insanlık şeref ve haysiyetine yakışmayacak derecede en vahşi ve zalimce uygulamaları Türk ve Müslümanlara reva görmüştür. 1877-1878 Omanlı-Rus Harbinden yaklaşık üç yıl sonra bir milyondan fazla Müslüman ve Türk (Pomak, Çerkes, Tatar Türkleri, vb.) Bulgaristan’daki evlerinden ve yurtlarından koparılmıştır. 1877 yılında Edirne ve Tuna vilayetlerinde yaşayan Müslüman nüfus bir buçuk milyonun çok az üzerindeydi, ancak 1879’da ise canlı kalmayı başarabilenler ya da Osmanlı’nın diğer bölgelerine ulaşabilenlerin sayısı beş yüz on beş bin idi. 12 Yaşanan bu

trajediye en çarpıcı örneğe ise bu dönemde görev yapmış Batılı bir diplomatın rapor ve anılarda rastlamak mümkündür. Edmund Calvert adındaki İngiliz diplomat önce Filibe İngiliz konsolos yardımcısı olarak daha sonra da Edirne konsolos vekili olmuştur. Bulgaristan’da Türklere karşı yapılan insanlık dışı muameleye bizzat şahit olmuştur. Elbette görevi gereği memleketine durumu rapor etmesi gerekmektedir. 1877-1878 yılına kadar da Osmanlı Hükümetini çok eleştiren de bir yapısı vardı. Ancak sağduyulu her insan gibi yaşanan olayların ardından görüşü büyük oranda değişmişti. Calvert, Sir Henry Layard’a 16 Eylül 1878 tarihinde Edirne’den gönderdiği raporda şunları söylüyordu: “Rus Hükümeti, Hıristiyanların ‘Yasa Benim’ diyerek, Türklerin yaşadıkları yerleri basmaları ve kadın, çocuk, yaşlı demeden kan dökücülüğü, talanı, soygunculuğu sürdürmelerine izin vermektedir ve dünyanın gözü önünde yapılmaktadır. Vaktiyle Türklerin illerini yönetmesindeki bozuklukları kınayarak açığa vurmaktan kuşkusun hiçbir zaman geri kalmamış olan ben! Umuyorum ki, dekor Türklere karşı savaş açmak bahane edilmiş bulunduğu besbelli olan hallerden çok daha yaygın, haşin ve barbarca olan şimdiki felaket durumu hakkında anlatacaklarıma inanılacaktır… Kızanlık bölgesinde Muflis üzerindeki Balkan Dağları yöresinde Bulgarlarca işlenmiş cinayetlerin hangi özel cinayet türüne girdikleri kurbanların cesetlerini incelemiş İngiliz hekimin verdiği tanık ifadesiyle belirtilmektedir. Toptan ve duygusuz kıyımdan geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimlerdir…”13

Rusların koruyuculuğunda Bulgarların Türkler yaptığı kıyım eylemleri zorunlu göçün zorlayıcı nedeniydi. Başlarına gelen olaylardan ötürü haklı olarak yüzyıllardır huzur içinde yaşadıkları vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar. Olabildiğince de çabuk davranmak istediler ancak kağnılar üzerinde yaşlı, hasta, yaralı, çocuk ve hepsinden kötüsü açlık hepsini kırıp geçirmişti. Kullanabilecekleri doğru dürüst bir yol dahi yoktu. 1878’in Ocak ayında kış soğuğunda Filibe, Çorlu, Hasköy gibi tren istasyonlarında on binlerce insan hayvanların doldurulduğu vagonlara ite kalka tıkıştırılmış bir şekilde biniyorlardı. Arkalarında Rus Ordusu ve çeteci Bulgar ve Rus Kazakları vardı. Vagonlarda çiçek hastalığı kol geziyordu.

Çok sayıda Türkü yolu bu çeteciler tarafından kesildi ve akla hayale gelmeyecek şekilde yağma ve tecavüzler meydana geldi. İngiliz diplomat Calvert’in raporlarında şöyle denmekteydi: “Büyük şehirlerde kalan Türkler ya açlık ya da hastalığın pençesinde eriyip gidiyorlardı. Avrupalı konsolos ve gazetecilerin ulaşamadıkları köylerde ise başlarına dehşet verici kıyımların gelmesi çok yüksekti. Örneğin Filibe’de beş bin sığınmacı vardı ve bunların çoğu Bulgar asillerce soyulup soğana çevrilmişti ve pek azının yaşam için gerekli asgari ihtiyaçları almasına olanakları vardı.”14

Hıristiyan din adamları bu katliamların yapılmasına önayak bile oldular. Örneğin Yunanlı Patras Başpiskoposunun sloganı şu şekildeydi: Hıristiyanlara huzur, Konsoloslara saygı, Türklere ölüm.” Hatta Müslüman Türkler kadar kâfir sayılan Yahudiler bile kıyımdan geçirildi. Alison Phillips adlı bir yazar 1897’de New York’ta bastırdığı “The War of Greek Independence 1821 to 1833” başlıklı kitabında Başpiskopos’un söylediklerini teyit eder şekilde yaşanmış olayları sayfa 48’de şöyle anlatıyor: “Nisan ayında ayaklanma, genelleşmişti. Her yerde, daha önceden kararlaştırılmış bir işareti almış gibi, köylüler ayaklanmakta ve yakalayabildikleri bütün Türkleri, erkeğiyle, kadınıyla, çocuklarıyla, kıyımdan geçirmekte idi. Hiçbir Türk kalmayacak, ne Mora’da, ne dünyada! Sloganı ağızdan ağıza dolaşarak bir kökten kazıma savaşının başlangıcını ilan eden şarkı, böyle diyordu. Mora’nın Müslüman nüfusu yirmi beş bin kişi olarak hesaplanmıştı. Ayaklanmanın patlak vermesinden üç hafta içinde, kentlere kaçabilenler dışında, bir tek Müslüman bırakılmamıştı.”15

Ergenekon SAVRUN

1820’lerden 1912-1913 Balkan Savaşı’na kadar geçen yaklaşık bir asır içinde Türklere ve Müslümanlara yapılan mezalimlerin sadece birkaç tanesine değindik. Yabancı arşiv belgeleri ve olaya tanıklık eden dönemin diplomat ve yazarlarının anlattıkları ve yazdıkları insanlık değerleri ile bağdaşmayacak şekildedir. Türklere ve Müslümanlara yapılan kıyım sadece Balkanlarla sınırlı değildi, Kafkasya’dan başlamak suretiyle Anadolu’nun neredeyse yarısından fazlasında Ermenilerin ve Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra da işgal kuvvetlerinden destek alarak Anadolu’yu işgale kalkışan Yunan ordusu ve Anadolu Rumlarının yaptıkları kıyım da Balkanları aratmayacak derecede vahşi ve canidir.