• Sonuç bulunamadı

3.2. Dünya-Ekonomiye Entegrasyon ve Tipoloji Problemi

3.2.3. Çevre Bölgeler

3.2.3.1 Suudi Arabistan’ın Çevreleşme Süreci ve Vahhabilik

İbn Suud, 1932 yılında Suudi Arabistan Kralı olarak tanındığında Suudi Arabistan Devleti’nin dünya-ekonomi açısından yegâne önemi doğusunda ve batısında bulunan deniz ticaret yolları idi. Bölgede hâkim konuma gelen devlet, deniz ticaretine zarar verecek müdahalelerde bulunmadığı müddetçe kendisinden bekleneni yerine getirdiği söylenebilirdi. Ancak 1930’ların sonuna doğru Suudi Arabistan’ın kaderini değiştiren petrol madeni bulundu. Bu tarihten itibaren de Suudi Arabistan, dünya-ekonomi içerisinde petrol rezervlerini arz etmek gibi bir işlevi de gönüllü olarak üstlenmiş oldu.

Petrol rezervlerinin bulunması ile birlikte eş zamanlı olarak Suudi Arabistan’ın çevreleşme süreci de başlamıştır. Zira petrol madeninin çıkarılması ve dünya piyasalarına sunulması belli bir teknik bilgi ve beşeri sermaye gerektirmektedir. Esasında petrolün getirdiği değişimden daha evvel Suudlar yaşayacakları dönüşümün sinyallerini Cidde kentini ele geçirdiğinde vermiştir. Hicaz bölgesi Suudların eline geçtiğinde İslam hukukuna aykırı olduğu gerekçesiyle Osmanlı’nın “beşer elinden çıkan” tüm mevzuatı kaldırılmıştır. Bu nedenle Suudi Arabistan’da ulema oldukça önemli bir konuma oturmuştur. Zira kadılar, devletin ortaya koyduğu bir mevzuat olmadan kendilerinde bulunan fıkıh bilgisi ile tüm davaları karara bağlayarak iş görmüşlerdir. Ancak Arabistan’ın Dünya’ya açılan kapısı olan ve bölge için oldukça önemli bir uluslararası ticaret merkezi sayılan Cidde kentinde 1931 yılında kurulan yedi üyeli ticaret mahkemesine sadece bir İslam âlimi atanmıştır (Al-Jarbou, 2007: 219). Bu durum dahi Suudların, dünya-ekonominin sinir uçlarını rahatsız etme niyetinde olmadıkları şeklinde okunabilir.

Petrolün bulunması ile beraber İbn Suud’un önüne kapitalist ekonominin hangi merkez ülkesi ile işbirliği yapacağı sorusu gelmiştir. Nitekim Suudi Arabistan devleti o yıllarda sadece kendi imkânları ile tüm maden işleme sürecini yönetecek kapasiteye sahip değildir. Bölgede oldukça hâkim bir pozisyonda bulunan Birleşik Krallık’a daha fazla

güç kazandırmak istemeyen İbn Suud, tercihini dünya-ekonominin yükselen gücü ABD’den yana kullanır. 1938 yılında imzalanan antlaşmanın bir devamı olarak 1944 yılında, bugün yaklaşık 1,5 ila 2 trilyon dolar arasında piyasa değeri biçilen ARAMCO (Arabian American Oil Company) şirketi kurulmuştur.

Bu süreçte Arabistan İhvanının tasfiyesinin İbn Suud’un elini oldukça güçlendirdiği söylenebilir. İbn Suud, İhvanın tasfiye edilmesi ile kendisini cihat ilan etmek hususunda tekel haline getirdiği gibi aynı zamanda fetva verme ve iyiliği emretme kötülükten nehyetme vazifesini de ancak kendisi aracılığıyla yetkilendirilen ulemanın yapabileceğini ilan etmiştir (Çakı, 2016: 58). İbn Suud, bir bakıma bu hamlesi ile kendi egemenlik bölgesinde kendisine muhalif bir dini akımın önünü almak için kuvvetli bir konum elde etmiştir. Bu yetkisini de oldukça etkin bir biçimde kullandığı bilinmektedir. Petrol antlaşmalarından evvel petrol arama çalışmaları için antlaşmalar yapılırken gayrimüslimlerin Arabistan topraklarına girmesi söz konusu olmaktadır. Bu durum, Arabistan halkı için oldukça yeni ve huzursuzluk yaratma ihtimali bulunan bir gelişmedir. Necid bölgesine dikilen telgraf direklerine dahi saldıran Vahhabiler düşünüldüğünde aynı bölgede modern aletleri ile petrol araması yapan gayrimüslim unsurların da hoş karşılanmayacağını tahmin etmek zor değildir. 1933 yılında petrol arama antlaşmaları kamuoyunun gündemindeyken Riyad’da kılınan bir Cuma namazı esnasında imam, hutbede Hud suresinin 113. ayeti olan “Zâlimlerin yanında olmayın; sonra ateş sizi de yakar. Allah’tan başka dostlarınız olmadığına göre bir yerden yardım da göremezsiniz!” cümlelerini okur. Bu hutbenin siyasi alt metninden rahatsız olan İbn Suud ise hutbe sırasında imama itiraz ederek Kâfirun suresini okur: “De ki: ‘Ey Kâfirler!’ ‘Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk etmem.’ ‘Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.’ ‘Ben sizin kulluk ettiklerinize kulluk edecek değilim.’ ‘Siz de benim kulluk ettiğime kulluk edecek değilsiniz.’ ‘Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.’” (Çakı, 2016: 59) Daha önce de belirtildiği gibi Arabistan topraklarına gayrimüslimlerin girip girmemesi probleminin dini yönü göz ardı edilirse bu münferit olayda İbn Suud’un, İslam’ı ve hükümlerini kavrama noktasında Necid kökenli Vahhabi anlayıştan daha yumuşak bir zihniyete doğru hareket ettiği görülebilmektedir.

II. Dünya Savaşı’nın yıkıcı atmosferinde daha yavaş ilerleyen petrol çalışmaları savaşın ardından hız kazanmıştır. Suudi Arabistan tarihinde ilk kez Müslüman olmayan bir ülkeye öğrenci göndermeye başlamıştır. Yaşanan değişimin hızını ifade etmek adına nicel değerlerle konuşmak gerekirse 1949 yılında ABD’ye 14 öğrenci gönderilirken 1980

yılına gelindiğinde ABD’de okuyan Suudi Arabistan vatandaşı sayısı 20.000’i bulmuştur (Wynbrandt, 2010: 199). Suudi Arabistan nüfusunun 1980 yılında 9.691.576 olduğu düşünülürse gönderilen öğrenci sayısının oldukça yüksek sayılabileceği anlaşılacaktır.

ABD’den askerî, teknik uzmanların gelmesi ve ABD’ye okumaya giden Suudi Arabistan vatandaşlarının ülkelerine dönüp devlet kademelerinde önemli pozisyonlar edinmesiyle beraber periferileşme sürecinde ortaya çıkan beyaz yakalı, bürokrat/teknokrat nitelikli bir grubun da Suudi Arabistan’da temayüz etmeye başladığı görülmektedir. Diğer tüm gelişmelerden bağımsız olarak Necid çöllerinin izole şartlarından çıkıp Dünya’daki gelişmeleri müşahede etme fırsatı bulan bu insanlarla beraber Suudi Arabistan’da –Suudi Arabistan’ın kendi şartları çerçevesinde- İslam’ı algılama açısından yavaş yavaş gelenekçi ve modern düalizmi oluşmaya başlamıştır (Al- Jarbou, 2007: 197). Çevre ülkelerdeki İslami hareketler incelenirken tarihin bir noktasında bu düalizm ortaya çıktığında –ki muhakkak çıkmıştır- dikkat edilmesi gereken noktalardan birisi de hâkim konumda bulunan gelenekçi kanadın tedrici olarak hâkimiyetini kaybetme sürecinde elinde bulunan direniş imkânlarıdır. Suudi Arabistan özelinde konuşacak olursak gelenekçi kanatta yer alan ulemanın yaşanan gelişmeler karşısında silahlı direniş imkânı bulunmamaktadır. Zira Suud kabilesi; askerî olarak Arabistan bölgesini domine etmiş ve kendisine rakip olacak tüm yerel güçleri, periferileşme süreci başlamadan evvel anlaşma yahut yok etme yolu ile tehdit unsuru olmaktan çıkarmıştır. Suud ulemasının ne gibi direniş yöntemleri geliştirdiğine değinilecektir.

Daha önce de bahsedildiği gibi İbn Suud, Hicaz’ı ele geçirdiğinde Osmanlı’nın tanzim ettiği mevzuatı ‘beşer elinden çıkma’ olduğu gerekçesiyle yürürlükten kaldırmıştır. Ancak zaman içinde ortaya çıkan bürokrasi, toplumda ve ekonomide zuhur eden yeni ilişki biçimlerini tanzim edebilmek adına düzenlemelere ihtiyaç duyulduğunu anlamıştır. İhtiyacın hissedilmesi ile beraber Suud Devleti, “insan elinden çıkan” kanunları yürürlüğe koymaya başlamıştır. Özellikle 1940-1975 koridorunda Suudi Arabistan’da oldukça kapsamlı bir kanunlaştırma hareketi yaşanmıştır.47 Bu gelişme ile

47 Hukukçular tarafından kodifikasyon olarak adlandırılan bu süreç de çevreleşen ülkelerde görülen ortak

özelliklerden birisidir. Nitekim aynı süreci Mısır ve Osmanlı da yaşamıştır. Suudi Arabistan devleti, Osmanlı ve Mısır’dan yaklaşık bir yüzyıl sonra çevre bölgelere dâhil olmaya başladığı için doğal olarak kanunlaştırma sürecini de bir yüzyıl geç yaşamaktadır. Özellikle Osmanlı’nın yaşadığı kodifikasyon süreci üzerinde detaylıca durulacaktır.

ulemanın yasa yapıcı konumundan48 nasihat edici konuma sürüklendiği iddia edilebilir.

Gerçekten de çıkarılan yasalar İslam’a aykırı olsa dahi ulemanın elinde bunu belirtmekten daha fazla bir yaptırım gücü bulunmamaktadır. Ulema, Suudi Arabistan’da faaliyet gösteren 11 bankanın İslami kurallara uymadığını açıkladığında yahut devletin kurduğu sigorta şirketinin İslam hukukuna aykırı olduğu görüşüne vardığında (Al-Jarbou, 2007: 203) bankalar veya sigorta şirketleri faaliyetlerini durdurmamıştır, aynı şekilde devam etmiştir. Fakat Suudi Arabistan’da yargı erki, 1980’lere kadar ulemanın inhisarındadır. Gelenekçi ulema; bu iktidarını, yaşanan tedrici sekülerleşmeye direnmek için kullanmıştır. Suudi Arabistan mahkemelerinde hâkim olabilmek için Türkçeye Şeriat

Koleji şeklinde çevrilebilecek, İslami eğitim veren okullardan mezun olmak

gerekmektedir. Bu eğitim kurumlarını ve dolayısıyla yargı erki mensuplarını ihata eden yüksek ulema, Krallığın çıkardığı kanunları okullarında öğretmeyi ve mahkemelerde uygulamayı reddetmektedir (Al-Jarbou, 2007: 212). Modern bir devlet için oldukça absürt bir vaziyet olarak dursa da Suudi Arabistan mahkemelerinde uzun süre Krallığın çıkardığı mevzuatlarla hükmedilmemiştir. Yani günlük hayatta taraflar, yaşanan anlaşmazlığı yargıya intikal ettirmeden kendi rızaları çerçevesinde cari olan Krallık mevzuatına göre çözmeye karar verirlerse Krallık mevzuatı uygulanmış ancak anlaşmazlıkların mahkemeye taşındığı durumlarda ise hâkimler Şeriat Kolejlerinde öğrendikleri İslam hukukunu uygulamaya devam etmiştir.

Şu halde 1970’lerin ortalarına gelindiğinde Suudi Arabistan İslami hareketler açısından incelenecek olursa söylenebilir ki Suud hanedanı, periferileşme süreci öncesinde muhtemel rakiplerini ortadan kaldırmıştır. Bununla beraber yine de siyasi iktidardan bağımsız bir ulema sınıfı teşekkül etmiş hatta bu ulema sınıfı modernleşme hamleleri başlayana değin Suud hanedanının en büyük destekçilerinden birisi olmuştur. Petrolün bulunmasıyla beraber Suudi Arabistan devleti ve toplumu bir değişim sürecine girmiştir. Amaçları, dünya görüşleri, din algıları ulemadan farklı olan bir sınıf ortaya çıkmış ve iktidara ortak olmuştur. Çatışma da bu noktada başlamaktadır. Her iki taraf da dinin en doğru yorumunun kendisinde olduğunu iddia etmektedir. Bu süreçte ulema, Suud

48 Esasında ulemanın yasa yapıcı konumunda olduğunu söylemek hata olmaktadır. İslam, bir

“normokrasiyi” ön görmektedir. Normların egemenliği söz konusudur. Ancak normlara ulaşırken hangi metoda bağlı kalınacağı sonucu belirleyebilmektedir. Suudi Arabistan özelinde bakılacak olursa klasik İslam mezheplerinden Hanbeli görüşün yaygın olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında Suudi Arabistan uleması yahut İslam hukukunun cari olduğu bir zaman ve mekânda genel olarak ulema, yasa yapıcı konumunda değil tarihe gömülü olan yasaları bulup çıkaran ve onları tikel vakalara uygulayan konumundadır.

Kralına biat ettiği gerçeğini yadsımadan ancak tamamen pasif bir tutumda da kalmadan direniş göstermektedir. Yönetimin meşruiyetini tartışmaya açmamakta ancak meşruiyetini tartışmadığı yönetimden sâdır olan buyrukları da alenen yerine getirmemektedir. Nihayetinde ulema, yaşanan süreçler neticesinde Suudi Arabistan devletinin geldiği noktada, mümkün olan en yüksek direnişi göstermektedir. Tarihsel süreç, Arabistan’ın dünya-ekonomi ile bütünleşmesi neticesinde Suud ulemasına dar bir direniş koridoru bırakmıştır. Arabistan’ın taşrasında ulemanın yahut sekülerleşmeden rahatsız olan odakların sığınabileceği iktidar merkezleri mevcut değildir. Toplumsal yapı kitlesel hareketlere müsait değildir. Bu şartlar altında Arabistan bölgesinde yaşananlara muhalefet eden İslamcı hareket, yok edilme tehlikesi olmadan ancak belli bir yöntem ile kendini ifade imkânı bulabilmektedir. Doğal olarak da muhalifler bu imkânı kullanmaya daha meyillidir. Bunun da nihai sonucu olarak Arabistan’da ortaya çıkan muhalif İslamcı cereyanları domine eden bir yöntem ortaya çıkmaktadır.

Çalışmanın temel argümanının anlaşılması için bir yöntemin bir bölgede hâkim konumda olması hususunun altı çizilmelidir. Yukarıda kısaca ifade edilen ulemanın tutunduğu tavır elbette 1940 sonrası Suud Krallığındaki yegâne muhalif İslamcı hareket değildir. Hatta literatürde Suudlara muhalefet mevzu bahis edildiğinde ulemanın tutumu genelde görmezden gelinmektedir. Zira daha popüler ve daha çok ses getiren ancak tikel düzeyde kalan, devamlılık arz etmeyen, toplumsal infiale yol açmayan ve bir şekilde bastırılan olaylar mevcuttur. Bunlardan en meşhuru ise 1979’da yaşanan Kâbe baskınıdır. Temel olarak Suud hanedanının İslam dininin esaslarından koptuğuna inanan bir grup Vahhabi, 20 Kasım 1979’da Kâbe bölgesinin kontrolünü ele geçirir. Muhtemelen topyekûn silahlı bir kalkışmanın ilk kıvılcımını ateşlemek niyetinde olan ekip, 4 Aralık’ta Fransa’dan getirilen özel tim tarafından etkisiz hale getirilmiştir (Al-Rasheed, 2010: 139). Bu olay, Suudi Arabistan tarihindeki muhalif vakaların açık ara en popüleridir. Olayın satır araları, Arabistan yakın tarihine vâkıf biçimde okunacak olursa yüzeysel olarak anlatılandan çok daha ilginç veriler elde edilebilmektedir. Örneğin Kâbe baskınının önderi olan Cuheyman el-Uteybi, Sajir adı verilen Necid çöllerinin göbeğindeki bir kasabada doğup büyümüştür. Baskını gerçekleştiren grup kendisine İhvan demektedir (Mouline, 2014: 211-214). Yaşanan baskın, baştan aşağı Necid’de doğmuş saf Vahhabiliğin tarih sahnesinde bir anlığına da olsa kendini tekrar göstermesidir. Belli ki İbn Suud 1929 yılında İhvan teşkilatını ortadan kaldırdığında –artık radikal olarak nitelenebilecek- saf Vahhabiliği bölgeden kazıyamamıştır. Ancak görünen o ki Suudi

Arabistan devletinin ulaştığı askerî ve iktisadi kapasite, böyle bir akımın yayılmasını engellemeye yetmektedir. Bu nedenle Arabistan’daki İslamcı muhalefet incelenecek olduğunda daha sıkıcı, popülerliği kesinlikle daha düşük ve bütünü yakalayabilmek için çok daha fazla okuma yapılıp çaba sarf edilmesi gereken ancak devamlılık ve yaygınlık arz eden hareket ulemanın tavrıdır. Ulema ise daha fazlasını yapmak istemediği için değil tarihsel olarak içine itildiği toplumsal fonksiyonun kuvveti yetmediği için sınırlanmaktadır. Ulema, ancak mahkeme kararlarında kendisini ve doğru bulduğu İslam algısını ifade etme imkânı bulabilmektedir. Bu imkânını da sonuna kadar kullandığı görülmektedir.

1970 sonrası Suudi Arabistan’da iktidarın dağılımı incelenecek olursa ulemanın daha da irtifa kaybettiği görülmektedir. Suud Krallığı; ortaya koyduğu mevzuatı bilen, bunu yönetim ve yargı kademelerinde uygulayacak beşeri sermayeye şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Ancak ulema bu fonksiyonu yüklenmeyi kesinlikle reddetmektedir. Bu duruma bir çözüm önerisi olarak Suud tarihinde ilk kez hukuk fakülteleri kurulması kararı alınır. Ancak ülkede hukuku öğreten okullar olan Şeriat Kolejleri mevcutken alenen laik hukuku öğretecek hukuk fakülteleri tesis etmenin siyaseten doğru bir hamle olmayacağı açıktır. Bu problemin çözümü olarak da hukuk bölümleri, Arabistan yükseköğreniminde ilk kez kamu yönetimi bölümünün bir kürsüsü olarak açılır (Al-Jarbou, 2007: 212-213). Zamanla “modern” hukuk öğreten “kamu yönetimi” bölümleri çoğalır. Krallık, ihtiyaç duyduğu nitelikte personel yetiştirmeye başlamıştır. Bu bölümlerden mezun olanlar bürokraside yerlerini alır. Bunun yanında bu bölümden mezun olanların hâkim olduğu mahkemeler açılır. Osmanlı ve Mısır’da yine yaklaşık bir asır evvel yaşanan şer’i mahkemeler ile nizamiye mahkemeleri ayrımı Suudi Arabistan’da 1980’lere gelirken yaşanmaktadır. Suudi Arabistan’daki hukuk bölümleri o raddeye gelir ki miras ve aile hukuku harici müfredatta İslam hukukuna yer verilmemektedir (Al-Jarbou, 2007: 214). Elbette bu süreçte ulemanın elindeki yargı yetkisinin sınırları giderek daralmaktadır. Özellikle ekonomiyi ilgilendiren sahalarda yargılama yetkileri modern mahkemelere devredilmektedir. Zira kapitalist dünya-ekonomide ön görülebilirlik esastır. Devletin çıkardığı kanunun ülkedeki mahkemelerde uygulanmadığı bir vaziyette yabancı sermayenin ürkek davranacağı muhakkaktır. Bu problemi; Dünya’da periferileşme sürecini yaşamış tüm İslam ülkeleri –eğer İslam hukuku tamamen yürürlükten kaldırılmadıysa- dünya-ekonomi ile olan entegrasyon aşaması, söz konusu ön görülebilirliği gerektirdiği zaman İslam hukukunu tedricen yalnızca medeni hukuk

alanında cari kılarak aşmıştır. Bu süreç; Mısır’da fiili olarak 19. yüzyılın ilk çeyreği hukuki olaraksa son çeyreğinde, Osmanlı’da 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde başlamışken Suudi Arabistan’da ise 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinde yaşanmıştır.