• Sonuç bulunamadı

1.3. Bir Dünya-Ekonomi Olarak Kapitalizm

1.3.2. Modern Dünya-Sisteminin Jeokültürü

Kapitalist sistem ekonomik ve politik olarak kurumsallaşırken aynı zamanda kültürel ilkeler de ortaya koymuştur. Wallerstein, sistemin işleyişi ve dinamikleri ile ilişkili olan bu kültürel kodları jeokültür kelimesi ile tanımlamaktadır. Teknoloji – özellikle de kitle iletişim teknolojisi- geliştikçe kapitalist sisteme dahil olan bölgelerdeki kültürel benzeşme oranının arttığı da rahatlıkla söylenebilir. Sistemin tek bir ekonomik dünya olduğu düşünülürse bu dünyaya dahil coğrafyalarda zamanla kültürel benzeşmeler yaşanacağı da mantıksız bir argüman olarak addedilemez. Üstelik entegrasyonun, “birbirinden tamamen farklı bölgeleri birbirinden daha az farklı bölgeler haline getiren” bir süreç olarak tanımlandığı düşünülecek olursa “daha az farklı” olmak ifadesinin içerisine, kültürel farklılıkların törpülünmesi ve kapitalist coğrafyada benzer yaşayış kalıplarının toplumların gündelik hayatına dahil olmasının da gireceği söylenebilir.

Jeokültür dendiğinde ekonomik ve politik yapılar haricinde belli kültürel kodların yavaş yavaş kapitalist coğrafyaya yayılışı anlaşılacaksa ilk olarak ideolojilerden başlamak gerekmektedir. Bilindiği üzere ideoloji mefhumu Fransız İhtilali ile ortaya çıkmıştır. Wallerstein (2011a: 110-111) için ideoloji; kapitalist dünya-ekonomisinin kendi içinde dahi bir noktaya kadar gerekli olmayan, bu nedenle sistemin ortaya çıkışından yaklaşık üç asır sonra icat edilen düşünsel öğelerdir. İdeoloji temel olarak toplumsal ve politik dönüşümün hızı ile alakalı bir kavramdır. “Daha önceki dünya- sistemlerde ve aslında politik kurumların temel yapısal ilkeleri olarak değişimin normalliği ve bu değişimden nihai olarak sorumlu tutulan yurttaş kavramının benimsenmesi öncesinde modern dünya-sistem içerisinde bile ideolojilere ihtiyaç yoktu.

Çünkü ideolojiler, değişimle nasıl uğraşılması gerektiği ve bununla uğraşırken en iyi kimin öncülük edeceğine dair uzun dönemli stratejileri olan rakip grupların mevcut olduğunu varsayar”(Wallerstein, 2011: 111).

Yukarıdaki alıntıdan da anlaşılacağı üzere değişimin yönetimi hususu ideolojileri doğrudan ilgilendirmektedir. Bu bağlamda kapitalist sistemin belli ortak değerler üretme süreci ise ideolojiler üzerinden gerçekleşmiştir. Bilindiği üzere muhafazakârlık, liberalizm erken dönemde en başat iki ideolojiyi oluşturmaktaydı. Kendisini kapitalist sistemin dışında konumlandıracak olan sosyalizm, anarşizm, marksizm gibi ideolojiler Wallerstein tarafından sistem karşıtı hareketler olarak değerlendirilmektedir13. Liberal

ideoloji ise bilindiği üzere “fırsat eşitliği”, “kariyerlerin yeteneklere açık olması”, “liyakat düzeni” gibi ilkeler çerçevesinde hareket etmekteydi. İlk dönem muhafazakârlık ise oy hakkının genişlemesi, avama eğitim hakkının verilmesi, aristokratik ayrıcalıkların yok sayılması başta olmak üzere ihtilal-i kebir neticesinde yerleşmeye başlayan pek çok öğeye karşı çıkmakta ve ancient regime’i tekrar ikame etmek niyetindeydi.

Bugün liberal ideolojinin temel değerleri, içinde yaşadığımız sistemin jeokültürünün oldukça önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Birbiriyle yarışan ideolojilerden bir tanesinin değer yargıları nasıl hâkim paradigma olabilmiştir? Wallerstein, bunun kökenini 1848 olaylarında aramaktadır. 1848 olayları neredeyse tüm kara Avrupasını sarmıştır. Kapitalist dünya-ekonominin merkez ülkeleri saman alevi gibi parlayan ve sönen bu halk hareketleri karşısında stratejilerini sorgulama ihtiyacı hissetmiştir. "Avrupa'daki bütün devrimci hareketleri bastırmak için kurulan Kutsal İttifak'ın ardındaki harekete geçirici kişi olan Prens Metternich'in ve onunla birlikte davrananların körü körüne gerici taktikleri bir işe yaramamıştı. Taktikleri uzun vadede ne gelenekleri muhafaza etmeye ne de düzeni garanti altına almaya yaramıştı." Metternich'in politikası iflas etmişti ancak Avrupa'da 1848 hareketinden kaçınmayı başarabilen bir ülke mevcuttu: İngiltere. Sir Robert Peel'in belki de Metternich tarafından asla hoş görülemeyecek politikaları İngiltere'yi 1848 alevlerinden korumuştu. Peel, radikal eylemin uzun vadeli çekiciliğini ortadan kaldıran sınırlı ve sistemin asıl işleyişine zarar vermeyen tavizlerle yönetim yolunu seçmişti. Bu yöntem, yirmi yıl içinde kök saldı ve Avrupa’da liberaller ile muhafazakârlar arasındaki temel ayrım değişimin hızı ve nasıl

13 Bu noktada Wallerstein’in sistem karşıtı hareketlere olan bakışı da oldukça ilgi çekicidir. Modern dönem,

esasında kimlerin içerileceği ve kimlerin dışlanacağı sorusu ekseninde dönen çatışmalar alanı olarak okunmaktadır. Kadın hareketi, etnik hareketler, işçi hareketi bu dönemin en temel ve birbirinin mücadelesini dışlayan üç sistem karşıtı hareketini oluşturmaktadır.

yönetileceği problemine indirgendi. 1848 olayları, belki de muhafazakâr aydınlara

ancient regime’e bir dönüşün mümkün olmadığını gösteren olaylar olarak da okunabilir.

1848 sonrası siyasal vasatta liberal ideolojinin temel değerleri hâkim paradigma olarak konumunu güçlendirdi. Eğitim yayıldı, oy hakkı merhale merhale genişledi, yavaş da olsa kariyerler liyakatli kişilere açıldı ve kapitalist dünya-ekonominin jeo kültürünün temelleri böylece atılmış oldu. Özetle 1848 olaylarının şoku, siyasi elitleri liberal değerlerin taşıyıcısı haline getirdi. Disraeli’nin oy hakkını genişletmesi, III. Napoleon’un sendikaları yasallaştırması ve Bismarck’ın refah devletini icadı bu tezin argümanları olarak sunulmaktadır(Wallerstein, 2011: 119).

19. yüzyıl boyunca yükselen ulusçuluk akımı neticesinde merkezî devletler eğitim hizmetini bir araç olarak kullanarak diğer uluslara karşı düşmanlığı beslemeye başlamıştı. Fakat bunun da ötesinde kapitalist dünya-ekonominin genişlemesini meşrulaştıran önemli bir husumet konusu daha vardı ki o da Avrupa’nın –özellikle kapitalizmin merkez ülkelerini teşkil eden Batı Avrupa’nın- pan-Avrupa hissiyatı çerçevesinde Avrupalı olmayana karşı duyduğu husumetti. “Pan-Avrupa dünyası kendisini, Avrupa’nın antik çağlarda olduğu varsayılan köklerine kadar geri götürdüğü bir medenileşme sürecinin kalbi ve doruğu olarak tanımlıyordu.”(Wallerstein, 2011: 120) Buna mukabil medeniyet tasavvurunun çoğul değil de ancak tek bir medeniyetin varlığına müsaade ettiği bir vasatta Avrupa, kendisine dünyanın geri kalanına medeniyet taşıma misyonunu rahatlıkla yükleyebiliyordu. “Kiplin’in ‘beyaz adamın sorumluluğu’, Birleşik Devletler’in ‘kaçınılmaz kaderi’, Fransa’nın kendisine biçtiği medenileştirme misyonu” Avrupa’nın dünyanın geri kalanına nasıl baktığına yönelik en net örnekleri sunmaktadır. 19. Yüzyılın neredeyse tamamı ve 20. Yüzyılın ilk yarısını teşkil eden kolonyalist dönemin zihni altyapısı da bu fikirlerde yatmaktadır. Dünya’nın oldukça önemli büyüklükteki coğrafyası kapitalist dünya-sisteme sömürge olarak zorla dahil edilmiş ve sömürge ülkelerinden merkeze aktarılan artı ürün neticesinde sermaye birikimi hiç olmadığı kadar genişlemiştir. Sömürge süreci ve sömürge sonrası özgür devletlerin şekillenmesi esnasında kapitalist jeokültür de iktisadi mekanizmalar kadar yayılma fırsatı bulmuştur.

Sömürge sonrası dönemde merkez ülkelerde refah devleti hızla yükselirken yarı çevre ve çevre ülkelerin halkları da tedrici bir şekilde sadece ucuz iş gücü değil aynı zamanda yeni tüketici kitleler olarak da görülmeye başlanmıştır. Fordist üretim tarzından post-fordist üretime geçilmesi, üretim tarzı haricindeki teknolojik(lojistik, haberleşme vs)

ilerlemelerin daha önce kapitalist mübadeleye dahil olmayan alanların metalaşmasına yol açtığı söylenebilir.

Dünya-sistemleri analizi çerçevesinin dışında da kapitalizmin tüketime yönelik davranış kalıpları empoze ederek kültürel bir değişim yaşattığını ortaya koyan çalışmalar oldukça fazladır. Bu konuda belki de en bilinen ve dünya çapında kabul görmüş eserlerden birisini Toplumun McDonaldlaştırılması isimli kitap oluşturmaktadır. Temel olarak Mc Donalds fast-food zincirinin yayılma ve işleyiş usüllerinin esasında küresel çapta ekonomik, toplumsal, politik ve hatta dini tüm sosyolojik yüzeylere yayılmaya başladığı iddia edilmektedir. Popüler kültür, pop kültürü yahut kitle kültürü kavramları bu konunun anahtar terimlerini oluşturmaktadır. 20. yüzyılda kültürel alanın metalaşması hususu elbette Frankfurt Okulunun bilhassa da Adorno'nun kültür endüstrisi üzerine çalışmaları ile daha çok dikkat çeken bir konu haline gelmiştir. Marksist literatürdeki metalaşma üzerine yazılar da temel olarak bu konunun bir parçasıdır.

Nihai olarak kapitalizmin bir jeokültür oluşturduğu nesnel bir gerçekliktir. Jeokültür en temel değerleri barındırmaktadır. Merkez ülkelerinde, kapitalizmin çekirdeğinde, ortaya çıkmıştır ve sistemin işlemesinde belli işlevleri vardır. Köken olarak 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar götürülebilir ve ideolojilerin ortaya çıkmasıyla alakalıdır. Bunun yanında kapitalizmin her şeyi ve tüm ilişkileri metalaştırmasının bir sonucu olarak popüler kültür yahut kitle kültürü denen şey de 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren inkâr edilemeyecek biçimde zuhur etmiştir. Popüler kültür ise çok hızlı değişen ürünleri/davranış kalıplarını ihtiva eder ve doğrudan tüketim ile ilgilidir. Ancak kapitalist dünya-ekonomiye dahil olan toplumların hem jeokültür hem de popüler kültür ile olan ilişkisini etkileyen faktörler çok fazladır. Ülkenin sistem içinde üstlendiği rol, toplumun kapitalist öncesi dönemden taşıdığı kültür bu ilişkiyi son derece karmaşık hale getirebilmektedir. Örneğin dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisi olan Japon ekonomisi uzun zamandır deflasyondan kurtulamamaktadır. Bunun sebeplerinden biri olarak ise Japon toplumunun kültürel etkiler neticesinde yüksek düzeyde tasarrufa yönelmesi olarak görülmektedir.