• Sonuç bulunamadı

Osmanlı toplumsal yapısının feodal niteliği en az ATÜT tartışmaları kadar canlı bir tartışma konusudur. Özellikle Balkan tarihçileri ve Osmanlı üzerine mütehassıs kimi ünlü Sovyet tarihçileri Osmanlı toplumunu feodal olarak değerlendirebilmektedir. Çalışmanın bu bölümünde Osmanlı devlet teşkilatı ve toplumsal yapısının feodalizmden farkları üzerinde durulacaktır. Ardından Marx’ın ortaya koyduğu ATÜT tezinden kısaca bahsedilip Osmanlı toplumunun ATÜT’e uygunluğu yahut aykırılığına dair mülahazalarda bulunulacaktır.

Osmanlı’nın feodal bir yapıya sahip olduğunu ileri süren araştırmacıların argümanlarına ise sonraki bölümde daha detaylı olarak değinilecektir. Bu noktada kapitalizme geçişteki özgül ve benzer durumları belirleyebilmek adına kapitalizm öncesi safhanın analizinin iyi yapılması gerektiği muhakkaktır.

Feodalizmin ayrıntılı bir tahliline konu itibariyle gerek olmasa da kısaca üzerinde durmak yerinde olacaktır. Roma İmparatorluğu, sınırları içerisinde her yönüyle bir dünya- imparatorluk düzeni kurmuştu. İmparatorluğun temin ettiği ulaşım ağı ve güvenlik ortamı, şehirlerin ve üretim bölgelerinin mukayeseli üstünlükler teorisine uygun biçimde üretim yapıp zamana göre optimum bir üretim ve pazar ekonomisi ortaya çıkmasına olanak vermekteydi. Ancak göçer kabilelerin saldırıları neticesinde bilindiği üzere Batı Roma İmparatorluğu yıkıldı. Yıkılmadan evvel göçer ve savaşçı kabilelere yurttaşlık hakkı tanımaları da bu yıkımı engellemedi. Roma’nın güvenliğini sağladığı yollar artık tehlikeli hale geldiğinden ticaret durdu. Üretim bölgeleri en iyi ürettikleri ürünü değil de

yaşamlarını sürdürmeye yarayacak ürünleri üretmek mecburiyetinde kaldı. Dünya- imparatorluğun tesis ettiği büyük ekonomik yapı çökmüş, para ekonomisi neredeyse ortadan kalkmıştı. (Davies, 2011: 321-411) Her kentin valisi gücünün sınırları içerisinde adeta bir “imparator” gibi davranmaktaydı. İmparatorluğun daha ziyade özgür köylülüğe dayanan toplumsal yapısı yeni duruma karşı farklı bir yöne evrilmekteydi. Köylüler, can güvenlikleri için yöneticilere özgürlüklerini satıp serf sıfatını edindiler. Roma’nın piyade ordularının savaşçı kabileler karşısında çaresiz kalması yöneticileri askerî olarak yeni arayışlara itti. Zırh teknolojisinin ve at binme teknolojisinin gelişmesi ile şövalyelik müessesesi de yavaş yavaş gelişti ve orta çağın –feodal dönemin- önemli kurumlarından biri olarak yerini aldı. Merkezî devletin giderek güç kaybettiği böyle bir vasatta Vatikan’ın feodal bölgelere temsilcilerini göndermesi ise feodalizmin klasik “savaşanlar, çalışanlar ve dua edenler” şeklinde isimlendirilen üç sınıfının tamamlanmasını sağladı. Feodalizmin en temel özelliği bu tarihsel dönemin “de facto” bir sistem değil aksine statülerin, vazife ve hakların hukuki olarak tanındığı ve oldukça karmaşık bir güçler dengesi dahilinde güvence altına alınmaya çalışıldığı bir yapıyı ifade etmesidir.

Osmanlı toplumsal yapısının feodal niteliği oldukça girift bir meseledir. Daha önce de ifade edildiği gibi çok uzun ömürlü ve değişken coğrafyalarda hüküm sürmüş bir devletin tarihsel dönemlemelere gidilmeden anlaşılması kabil değildir. Tarihsel dönemlemenin nasıl yapılacağı ise hangi perspektiften bakıldığına göre değişebilmektedir. Bu noktada Osmanlı’nın feodal niteliğinden söz edilecekse dört tarihsel döneme ayırmak isabetli olacaktır. Başlangıçtan Fatih dönemine kadar kuruluş devri, mutlaka spesifik bir tarih vermek gerekirse elbette İstanbul’un fethi kuruluş devrinin sonlandığı yıl olarak ön plana çıkmaktadır. İstanbul’un fethinden II. Viyana kuşatmasına kadar yaşanan tarihi aralık klasik dönem olarak adlandırılabilir. II. Viyana kuşatmasından II. Mahmut’un Âyanları ortadan kaldırdığı tarihsel aralık ise âyanlar dönemi olarak isimlendirilebilir. Bu noktadan sonrası ise modern yahut geç Osmanlı dönemi olarak isimlendirilebilir.

Mezkûr dönemleme çerçevesinde bakıldığında klasik dönem ile modern dönemin feodal sistem ile ilişkisinin bulunmadığı rahatlıkla söylenebilir. Özellikle Avrupa’da halen daha feodal yapının kuvvetli olduğu klasik döneme odaklanacak olursak Osmanlı’nın bir dünya-imparatorluk olarak içinde çok fazla siyasi birim barındıran feodalizmden oldukça farklı dinamikleri olduğu görülmektedir. İlk olarak imparatorluk

içerisinde para ekonomisinin görece geliştiği ve para birliğinin16 sağlanması neticesinde

oluşan pazar ekonomisinin, kır-kent etkileşimini feodal sisteme göre oldukça yüksek düzeye çıkardığı bilinmektedir (Karpat, 2002: 41-57). Bunun haricinde Osmanlı toplumunda, tabiiyeti imparatorluğun siyasi sınırlarının dışındaki bir makama olan din adamları sınıfından bahsedilemez. Feodal sistemden önemli farklarından birini de bu oluşturmaktadır. Elbette özellikle klasik dönem için kullanılan en temel argümanlardan birisini ise merkezî devletin gücü teşkil etmektedir. Osmanlı klasik döneminde devlet, İstanbul’da çıkan bir fermanı ülkenin her köşesinde icra etmeye muktedirdi ve taşrada, merkezdeki ordunun gücünün yanına yaklaşabilen bir askerî oluşumdan dahi söz edilemezdi. Bu mânada yine feodal devletlere izafeten Osmanlı’da merkezin oldukça güçlü konumda olması Osmanlı siyasi ve toplumsal yapısının feodalizmden temel farklarından birini oluşturmaktadır. Bunların yanında toplumsal açıdan bakıldığında Osmanlı’daki reayanın feodal düzendeki serfe göre çok daha özgür bir konumda olduğu da vurgulanmaktadır. Osmanlı devleti, bütçenin temel dayanağının nihai olarak çift- hanesini süren reaya olduğunun farkında olduğu için taşrada köylüyü korumaya gayret etmiş ve köylüyü ezecek oluşumlara da gücü nispetinde engel olmaya çalışmıştır (İnalcık, 2000: 150-160).

Tüm bu mülahazalar dahilinde Osmanlı devletinin özellikle klasik döneminin feodal bir yapıya sahip olduğunu söylemek hata olacaktır. Bu farkların pek çoğu modern dönem için de geçerliliğini koruduğundan aynı yargı modern dönem için de geçerlidir. Kuruluş dönemi ve âyanlar döneminin feodal niteliği ise daha tartışmalıdır. Özellikle âyanlar dönemi olarak isimlendirilen yaklaşık iki asırlık zaman dilimi Osmanlı’nın feodalizme en yakın olduğu dönem olabilir. Ancak burada da muhtelif görüşler söz konusudur. Özellikle âyanların “de facto” bir şekilde güç kazanmış olması ve hukuki bir tanımanın mevcut olmaması, Osmanlı yapısını feodalizmden uzak görenlerin en büyük argümanlarından bir tanesidir (Özçelik, 1951: 856). Yine bu dönemde yargı erkinin ve yargı teşkilatının merkeze bağlı olması da mutlak bir feodaliteden söz edilemeyeceğinin mühim bir göstergesi olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemlerin feodal niteliği ileriki bölümde ayrıca incelenecektir. Burada temel olarak vurgulanmak istenen nokta şudur; bu çalışmada, Osmanlı’nın ne kapitalist sisteme entegre olduğu zaman diliminde ne de klasik

16 Burada para birliğinden kasıt imparatorluk coğrafyasında tek bir para biriminin kullanılması değil; bu

döneminde feodal yapıda olmadığı kabul edilmektedir. Özellikle entegrasyonun gerçekleştiği dönemde toplumsal yapı muhakkak ki önem arz etmektedir.

Karl Marx’ın ortaya koyduğu “Asya Tipi Üretim Tarzı” teorisi ise doğrudan doğruya Osmanlı toplumuna odaklanmasa da Osmanlı’nın feodal bir yapıya sahip olduğu iddiasına ilk güçlü karşı çıkışlardan biri olarak değerlendirilebilir.

ATÜT teorisinin temelinde Doğu coğrafyalarında toprak mülkiyetinin devlete ait olması yatmaktadır. “Bernier haklı olarak Türkiye, İran ve Hindistan’dan bahsederken, Doğu’daki bütün olayların temelini toprakta özel mülkiyetin yokluğunda aramalıdır, diyor. Bu Doğu cennetinin gerçek anahtarıdır.” (Aktaran: Divitçioğlu, 1981: 16) ifadelerini, Marx 1853 yılında Engels’e hitaben bir mektubunda kaleme almıştır. Engels’in cevabı ise ATÜT teorisinin evrildiği noktayı göstermek açısından önemlidi: “gerçekten toprak mülkiyetinin yokluğu bütün Doğu’nun anahtarıdır. Doğu’nun siyasi ve dini bütün tarihi burada gizlidir. Fakat Doğuluların feodalite şeklinde bile toprak mülkiyetine geçemeyişlerinin sebebi nedir? Sanırım ki bunun esası Sahra’dan Arabistan, İran, Hindistan’a ve Tataristan’dan ta yüksek Asya yaylalarına kadar uzanan çölün iklimi ve bununla ilişkili olarak toprağın cinsidir.” (Aktaran: Divitçioğlu, 1981: 16) Buradan anlaşılmaktadır ki coğrafi şartların üretim tarzına önemli bir etkisi olduğu düşünülmektedir. O halde ATÜT’ün hayata geçebilmesi için ön şartlardan en öenmlisi iktisat ile alakasızdır ve coğrafi bir belirlenime işaret eder. Tarımın, ancak insan eliyle yapılan sulama kanalları aracılığıyla yapılabiliyor olması bu üretim tarzını ortaya çıkaran en önemli etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hizmete mukabil olarak toprağın mülkiyeti devletin eline geçmektedir. Özel mülkiyet söz konusu olamamaktadır. Toprak üzerinde yegâne mülkiyet sahibi olması hasebiyle devlet, yapılan tarım neticesinde ortaya çıkan artı ürüne el koyabilmektedir. Bu ayrıcalığının bir sonucu olarak da kimi kamu işleri (koruma, ulaştırma ve elbette ki su kanallarının inşası ve suyun tarım alanlarına paylaştırılması gibi) devlet uhdesinde yürütülmektedir.

ATÜT’ün hâkim olduğu bir coğrafyada en önemli toplumsal görüngülerden birisi ülkenin neredeyse birbirine özdeş köylerden müteşekkil olmasıdır. Üretilen üründen üreticiye kalan kısmının neredeyse tamamı ailenin tüketimine ayrılmaktadır. ATÜT’ün hâkim olduğu coğrafyada meta üretimi ve pazar ekonomisi gelişme olanağı bulamamaktadır. Üstelik toprak üzerinde özel mülkiyet olmadığı için köylerde de insanlar birey değil bir topluluğun özdeş üyeleri olarak yaşamaktadırlar. Yani ne köylerin; ne de

köylerde yaşayan insanların birbirinden farklılaşma imkânı bulunmamaktadır (Divitçioğlu, 1981: 25-26). Bu üretim tarzında üretim ilişkileri ikili bir ayrım üzerinden gelişir: üreticiler ve artı ürüne el koyanlar. Artı ürüne el koyanlar devlet aygıtının içindedir ve ATÜT’te şehirleşme de ancak bu sınıfın yoğun olarak yaşadığı yerlerde yahut coğrafi olarak dış ticarete müsait bölgelerde görülebilir. ATÜT’ün bahsedilen özelliklerinin dışında en önemli özelliklerinden birisi ise iktisadi olarak durağanlığa neden olmasıdır (Divitçioğlu, 1981: 32).

Özellikle 1980’lerden sonra ATÜT, üzerinde fazla tartışılmayan bir mesele haline gelmiştir. Esasında akademik yazında en canlı tartışmalar 1960-80 arasına denk gelmektedir. Bunun altında ise yasaklı bir dönemin ardından gelen rahatlama evresi yatmaktadır. Stalin’in ATÜT’ü içermeyen bir tarihsel aşamalar teorisini ortaya atmasından sonra Sovyetlerde Asya tipi üretim tarzının varlığını savunmak yasaklanmıştır (Fogel, 1988: 61). ATÜT’ün Marksist düşüncede yeri olmadığı, Marx tarafından böyle bir üretim tarzının savunulmadığı ve esasında kastedilenin Asya feodalizmi olduğu görüşü siyasi baskılar neticesinde Sovyet akademisinde de kabul edilmiştir. Stalin’in ölümü akabinde Stalinizmin tasfiyesinin ardından içinde Marx’ın ATÜT’e dair görüşlerini barındıran Grundrisse eserinin 1952’de Berlin’de basılması ATÜT tartışmalarını tekrar canlandırmıştır. Bu nedenle 1960-80 koridorunda feodal bir maziye sahip olmayan her bölgeden araştırmacılar kendi toplumlarının tarihsel yapılarını ATÜT penceresinden de değerlendirmiştir. Bu minvalde Türkiye’de de bu tartışmaların kısmen canlılık kazandığı söylenebilir. Sencer Divitçioğlu’nun eserinin Osmanlı İmparatorluğu’nun ATÜT’e uygunluğu hakkında yazılmış en kapsamlı eser ve bu konuda da temel referans kaynaklarından birisi olduğu söylenebilir.

Osmanlı’nın ATÜT’e uygunluğu hususunda ilk olarak şu söylenebilir ki ATÜT, dünya-sistemleri analizi açısından taban tabana aykırı yahut onunla tamamen uyumlu olan bir üretim tarzı içermemektedir. Dünya-sistemleri analizi, dünya-imparatorlukların çeşitli üretim tarzları geliştirebileceklerini zaten kabul etmektedir. Büyük bir coğrafyadan tek bir siyasi merkeze dolaysız bir biçimde aktarılan artı ürün dünya-imparatorluk olarak değerlendirilecek olursa herhangi bir zaman dilimindeki herhangi bir dünya-imparatorluk Asyatik üretim tarzı neticesinde iktisadi varlığını sürdürmüş olabilir. Bir tarihsel sistem olarak dünya-imparatorlukların üretim tarzının verili olduğu söylenemez. Ancak Osmanlı’nın ATÜT’e uygunluğu ise netameli bir meseledir. Burada Divitçioğlu’nun tezlerini detaylıca aktarmadan Osmanlı’nın ATÜT’ten farklılaşan ve ATÜT’e benzeyen

özelliklerini izah etmeye çalışacağız. Nihayetinde de çalışmada Osmanlı ve ATÜT ilişkisine nasıl bakıldığı izah edilecektir.

Marksist ideoloji içinde dahi kadük bir teori olarak değerlendirilebilecek ATÜT, ülke içinde birbiri ile aynılaşmış köyler ve sadece artı ürüne el koyan sınıfın yoğunlaştığı mekânlarda kentleşmenin olabilirliğinden bahsetmektedir. Feodalizm bahsinde de belirtildiği gibi Osmanlı’da hem kentleşmenin hem de kır-kent etkileşiminin çağa izafeten oldukça yüksek düzeyde olduğu tespit edilmiştir. Üstelik pazara yönelik küçük meta üretimi ATÜT sınırlarını aşacak kadar fazladır. Toprak rejimine bakıldığında ise her ne kadar tımar sistemi neticesinde toprak üzerinde özel mülkiyetin olmadığı sıklıkla belirtilse de vakıf, malikâne, Balkanlarda fethedilen bölgelerdeki eski aristokratların bazı ayrıcalıklarının tanınması, Anadolu’da beyliklerin soyundan gelenlere ayrıcalıkların tanınması gibi çok çeşitli uygulamların neticesinde klasik çağda dahi toprakta özel mülkiyete yaklaşan kayıtlama biçimleri görülebilmektedir (Moutafchieva, 1988: 5).

ATÜT’ün kapitalizm ile karşılaşana kadar iktisadi bir durgunluk içinde seyretmesi ve toplumun sert bir şekilde sadece iki sınıfa ayrılması da Osmanlı için geçerli görülmemektedir. Osmanlı toplumunun dış ticaret potansiyelinin yüksek olduğu kimi bölgelerde (Batı Anadolu, Balkanlar ve Mısır gibi) özellikle 17. yüzyıldan sonra büyük topraklara tasarruf eden bir sınıfın doğuşuna şahitlik edildiği söylenebilir. Yine imparatorluk coğrafyasında mukayeseli üstünlükler nazariyesine uygun olarak üretimi daha kârlı olan ürünleri pazar için üretip geçimini daha ziyade para ekonomisi sayesinde temin eden bölgelerin varlığı da bilinmektedir. Zeytin ve dolayısıyla zeytinyağı üreticisi olan bölgeler bunun başında gelmektedir.

Osmanlı’nın çok geniş topraklar üzerinde hüküm sürdüğü tekrar tekrar hatırlatılacak olursa ATÜT’ün teşekkül etmesi için lazım gelen iklim ve coğrafya şartının İmparatorluğun tümü için geçerli olduğu söylenemez. Batı Anadolu, Nil havzası, Rumeli ve Mezopotamya gibi tarımsal açıdan oldukça verimli ve sulama sıkıntısı olmayan topraklar var olduğu gibi; ATÜT’ün oluşmasına müsait coğrafyalar da mevcuttur. Bu bakımdan Osmanlı coğrafyası incelendiğinde literatürde fazlaca tartışılmamış bir mesele zuhur etmektedir. ATÜT’ün oluşması için coğrafya ve iklim zorunlu bir ön şart olarak mı durmaktadır yoksa bu şartların sağlanmadığı bir bölgede de ATÜT ve benzeri bir üretim tarzı kurulabilir mi? Balkanların verimli toprakları üzerinde kimi yerlerde köyün kollektif mülkiyetinin söz konusu olduğu bölgeler mevcuttur. Sırbistan bölgesinin kırsal

örgütlenmesi olan ve zadruga olarak isimlendirilen köyler söz konusu kollektif mülkiyetin önemli örneklerinden bir tanesidir (Vucinich, 1962: 608).

Hususi olarak ATÜT çalışmaları için Osmanlı coğrafyası bu tartışmayı yeniden gündeme getirebilecek yahut teoriyi güncelleyebilecek imkânlar sunmaktadır. İmparatorluğun belli bölgelerinde Marx’ın ATÜT tarifine yaklaşan iktisadi düzenlerin var olduğu inkâr edilebilir değildir. Üstelik ATÜT’e yakın bir üretim tarzı olarak gösterilebilecek bu bölgelerde coğrafya Marx’ın ön gördüğü şekilde değildir. Ancak tüm imparatorluğu böyle bir üretim düzeni ile vasıflandırmanın da büyük bir hata olacağı açıktır. Bu noktada çalışmayı esas ilgilendiren kısım ATÜT’ün iktisadi durgunluğu beraberinde getirmesi meselesidir. Çalışma, Osmanlı İmparatorluğu’nun tamamı için bu iddiayı reddetmektedir. Özellikle 18. yüzyılın ardından imparatorluğun üretim tarzını ATÜT olarak değerlendirmek büyük bir hata olacaktır. Klasik dönemde dahi imparatorluk içinde ATÜT’ün ön gördüğünden çok daha girift bir sınıfsal görünüm, pazar için meta üretimi ve kır-kent etkileşimi kesinlikle mevcuttur.