• Sonuç bulunamadı

1.2. Dünya-Sistemleri Analizi

1.2.2. Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek

Wallerstein oldukça verimli ve üretken bir akademisyen olarak değerlendirilebilir. Neredeyse tamamı Türkçeye çevrilen çok sayıda kitabının yanında pek çoğu Review olmak üzere farklı dergilerde yayınladığı çok sayıda ulaşılabilir makalesi mevcuttur. Bu nedenle dünya-sistemleri analizi üzerine yazılacağı zaman doğrudan birincil kaynaklar doyurucu olmaktadır. Bu yayın verimliliğiyle beraber makalelerde mükerrer anlatılara da sıklıkla rastlanmaktadır. Dikkatli bir incelemeden geçirildiğinde tekrarların önemli bir

kısmının sosyal bilim disiplinlerinin kuruluşu, sınırların çizilmesi üzerine olduğu görülmektedir. Dünya-sistemleri analizi, Annales ekolünden daha sistemli bir şekilde mevcut sosyal bilim disiplinlerinin kökenine ve sınırlarına saldırmaktadır. Bu eleştirinin üzerinde önemle durulduğu için bu başlıkta bu konuya değinilecektir.

Orta Çağ’da üniversite kurumu felsefe, tıp, hukuk ve ilahiyattan oluşmaktaydı. 19. yüzyılda ise felsefe fakülteleri neredeyse üniversitelerin tamamında doğa bilimleri ve beşeri bilimler olmak üzere ikiye ayrıldı (Wallerstein, 2011: 18). Bu bölünmeye kadar bilginin böyle bir ayrılığa tabi olabileceği zihinlerde yer etmiş değildi. Fakat bu bölünmenin ardından doğa bilimleri adeta doğru ve gerçek bilgiyi değer yargılarından uzak bir şekilde arayıp bulma vazifesini üstlenerek iyi ve güzel olanı arama işini de filozoflara bıraktı. Ancak toplumsal gerçekliğin hangi disiplin altında aranacağı sorusunun cevabı verilmiş değildi. Toplumsal gerçekliğin araştırılması ve bulunması ise bir zaruretti zira idiografik bir şekilde konumlanan tarih ilmi geçmiş hakkında pek çok bilgi verse de devlet liderlerine lazım olan şimdinin bilgisiydi. Bu ihtiyaca binaen modernliğin üç sac ayağı olarak addedilebilecek modern devlet, modern toplum ve modern ekonomiyi incelemek üzere üç disiplin ortaya çıktı: siyaset bilimi, sosyoloji ve ekonomi (Wallerstein, 2011: 23). Bu bilimler tarihe karşıt olarak nomotetik olma iddiasıyla kurulmuştu ancak aralarında keskin sınırlar mevcuttu.

Sosyal bilimlerin eleştirisi üzerine söylenen ilk iddia, kurulduğu coğrafya ve kurulma ihtiyacından yola çıkarak sosyal bilimlerin ilk günden bu yana Avrupa merkezci zihniyete sahip olmasıdır. Wallerstein (1997: 22) için sosyal bilimlere Avrupa merkezci karakterini kazandıran beş özellik sayılabilir. Bunlardan ilki tüm bu bilimlerin kabul ettiği tarih yazımı (historiyografi) anlayışıdır. Tarihi –özellikle de 16 ila 19. yüzyıllar arasında yaşanan değişimi- yazarken, hangi anlayıştan ve ideolojiden hareket ediliyor olunursa olunsun yaşanan değişimin ve gelen yeni düzenin iyi olduğuna dair bir yargı mevcuttur. İkinci olarak ise sosyal bilimler tüm zamanları ve mekânları kesen doğruların mevcut olduğu kabulünden hareket eden evreneselci bilimler olarak kurulmuşlardır. Sosyal bilimleri Avrupa merkezci hale getiren üçüncü özellik ise Batı’yı diğer ilkel yahut barbarlardan ayıran medeniyet tasavvurudur. Medeniyete sahip olma iddiası, kolonyal dönemde sömüregeciliğin meşrulaştırıcısı olarak kullanıldığı gibi 20. yüzyılda da uluslararası kuruluşların paravanlığında Batı dışı coğrafyalara müdahale etme hakkına zemin oluşturmak için kullanılmıştır. Wallerstein dördüncü olarak şarkiyatçılığı saymaktadır. Her ne kadar Doğu’ya olan ilgi modern dönemden çok evvel başlasa da

şarkiyatçılık, 19. yüzyılda ladinileştirildiğinde de yapılan aktivite çok değişmemiştir ve şarkiyatçılığın zihni mirası sosyal bilimlere intikal etmiştir. Son olarak da ilerleme düşüncesi sosyal bilimleri Avrupa merkezciliğe iten bir unsur olarak dile getirilmektedir. Toplumların doğrusal bir çizgide ilerlediği, Batı’nın bu çizgide ileride olduğu ve diğerlerinin de bu doğrultuda yol alacağı inancı sosyal bilimlere içkin olarak yer almaktadır. İlerleme sadece teorize edilen değil aynı zamanda empoze edilen bir unsur olarak da görülmektedir.6

Avrupa merkezci olarak kurumsallaşmış sosyal bilimler tarihe bakarken Avrupa’nın tarihteki rolünü çarpık ve abartılı bir şekilde resmetmektedir. Wallerstein (1997: 35), temel olarak Avrupa’nın kapitalistleşerek geldiği noktanın bir başarı olarak görülme varsayımının sorgulanması gerekitğini ifade etmektedir.

Siyaset bilimi, sosyoloji ve ekonomi bilimleri dikkatlerini modern Batı toplumlarına yöneltmiştir. Batı dışı toplumlar modernleşmediği için bu bilimler o coğrafyalarda uygulanamazdı. Daha doğru bir ifade ile Batı dışı toplumlar modern bilimlerin çalışamayacağı kadar geri kalmış yapılardan ibaretti. Bu nedenle antropoloji ve şarkiyatçılık uzun süre Batı’nın kendisi dışındaki toplumları anlamak için kullandığı materyaller ola geldi. İlkel ve karmaşıklık göstermeyen kabileler/topluluklar için antropoloji; daha karmaşık siyasi ve toplumsal yapılar arz eden bölgeler içinse şarkiyatçılık yeter görülmekteydi (Wallerstein, 2011: 25-27). Ancak özellikle II. Dünya Savaşının ardından sömürge sonrası bölgelerde üniversite eğitimi inanılmaz oranda yayıldı ve buna mukabil olarak da o coğrafyalardaki sosyal bilimcilerin sayısı artış gösterdi. Bu durum ise Batı’nın kendisini incelemeye hasrettiği bilimler ile kendi dışındaki toplumları incelemek için kullandığı bilimler arasındaki ayrımı mânasız hale getirdi (Wallerstein, 2003, s. 455). Üçüncü Dünya ülkelerinde yetişen sosyal bilimciler modern bilimlerin metotları ile kendi ülkelerini incelemeye tabi tuttular. Üstelik bu incelemeler neticesinde ortaya çıkan veriler mevcut sistemin hegemonik gücü olan ABD için de oldukça faydalıydı. Ancak idiografik bir görünüm arz eden farklı coğrafyalara modern sosyal bilimlerin uygulanma deneyimi onların nomotetik olma iddiasına halel getirebilirdi. Bu noktada ilerlemecilik yaklaşımı imdada yetişti (Wallerstein, 2011: 29).

6 Sosyal bilimlerin Avrupa merkezciliğini tartışan müstakil bir makale için bkz: Immanuel Wallerstein,

“Eurocentrism and Its Avatars: The Dilemmas Of Social Science”, Sociological Bulletin, 1997, C.46, s. 1: 21-39

Böylece tek bir ilerleme rotası tahayyül edildiği halde her toplum ve devlet bu rotanın farklı noktalarında bulunması itibariyle tekillik arz edebilirdi.

Tüm bu gelişmeler neticesinde belli yargılar yerleşmişti. İlk olarak zamanı ve mekânı kesen toplumsal doğrular vardı ve modern sosyal bilimler vasıtasıyla tespit edilebilirdi. İkinci olarak Batı’nın hali hazırda varmış olduğu nokta iyi olarak kabul edildiği gibi zaten mecburi bir durak olma özelliğini de haizdi. Son olarak da modern sosyoekonomik yapı üç farklı disiplin ile incelenebilirdi: serbest pazar iktisat biliminin, devlet siyaset biliminin, sivil toplum da sosyolojinin inceleme alanı olarak belirlendi. Disiplinlere ait bu sınırlar 50’li yıllarda çok daha katıydı ancak 2000’lerin başındaki bir makalesinde Wallerstein(2003: 454), bu sınırların arkada bırakılan yarım yüzyıl içerisinde sorgulanmaya başlandığını ifade etmektedir. Üstelik söz konusu sınırlara sadık kalınması halinde ciddi bir entelektüel çalışma yapılamayacağını da iddia etmektedir. Bu sorgulamanın temel sebebi ise dünyanın değişmesi olarak görülmüştür.

Argümanın netleştirilmesi adına bir özetleme yapmak icap ederse öncelikli olarak belirtmek gerekir ki Britanya hegemonyasında ihdas edilen modern sosyal bilimlerin tamamen kurmaca, gerçeklikten kopuk olduğu iddia edilmemektedir. Disiplinler arasına çizilen sınırların bir sosyal kurgu olduğu vurgulanmakta ve bu sınırlara sadık kalındığı müddetçe toplumsal gerçekliğin tamamını kucaklayıcı bir çalışma yapılamayacağı iddia edilmektedir. Wallerstein, sınırların kurgusallığı ve hatta yanlış çizilmişliği konusunda o kadar iddialıdır ki eğer mevcut olan tüm sosyal bilimler hayal ürünü olarak tek bir fakülte altında birleştirilse ve bu alanda çalışan araştırmacılar zamanla bu dev alanın içinde uzmanlaşmalar oluştursalar ortaya çıkan disiplinlerin şimdikilerden çok daha farklı olacağını dile getirmektedir (Wallerstein, 2003: 455).

1.2.3. Dünya-Sistemleri Analizi

Bağımlılık okulu çalışmaları neticesinde görüldü ki gelişmeci teoriler ve doğrusal bir ilerleme çizgisini kabul eden teoriler sosyo-ekonomik gerçekliği yansıtmaktan acizdirler. Bu gelişme, 19. yüzyılın entelektüel atmosferini yansıtan sosyal bilim disiplinleri arasındaki sınırların da yavaş yavaş silikleşmeye başlamasıyla beraber gerçekliği anlamak adına daha kapsamlı çalışmalara olan ihtiyacı da iyice gözler önüne sermiş oldu. Üstelik Asya tipi üretim tarzı konusunda başlayan marksizm içi tartışma, Marx’ın bakış açısından ve marksizmin terimlerinden faydalanıp da bu ideolojinin dayattığı sınırlar içinde kalmama özgürlüğünü gündeme getirdi. Ortodoks marksizmin

katı duvarlarının çatlaması mânasına gelen bu gelişme de entelektüel havuza yeni ve özgün teorilerin eklenmesine sebep olmuştur. Dünya-sistemleri analizi de bu konjonktürde ortaya çıkan teorilerden bir tanesidir.

Wallerstein’in sınıflandırmasına göre dünya-sistemleri analizinin üzerinde yükseldiği üç yahut dört temel bulunmaktadır. Yazarın 1990 yılındaki bir makalesinde ve 2004 yılında yayınlanan kitabında yaptığı üç maddelik sınıflandırmalarda ilk iki madde aynıyken üçüncü madde değişkenlik göstermektedir. Bu nedenle herhangi bir unsuru dışarıda bırakmamak adına dört madde de ele alınacaktır.

İlk olarak doğru bir tanıya varabilmek için organizmanın bütününün incelenmesi gerektiği fikri ön plana çıkmaktadır. Dünya-sistemleri analizi, sosyal bilimlerdeki analiz biriminin ne olması gerektiği hususunda önemli itirazlar barındırmaktadır. Ona göre modern sosyal bilimler kurulurken sürdürülen idiografik olma yahut nomotetik olma tartışmaları esnasında tartışmanın tüm tarafları analiz birimi konusunda zımnî fakat çok önemli bir fikir birliği içerisindedir. Sosyal bilimlerde bilginin evrenselliği ya da tikelliği noktasında büyük bir metodolojik çatışma içine düşen taraflar, analiz biriminin tek bir toplum olması gerektiği konusunda ise hemfikirdir (Wallerstein, 1976: 344). Ancak özellikle Batı Avrupa’da 20. yüzyılın ortalarında sürdürülen feodalizmden kapitalizme geçiş tartışmaları sırasında analiz birimi örtük olarak tartışmaya açılmıştır. Maurice Dobb kapitalizme geçişin devlete içkin nedenlerle olduğunu öne sürerken Sweezy ise daha önce de belirtildiği gibi tekil olarak İngiltere’nin ve daha sonra kapitalizme geçen tüm devletlerin harici etkenler neticesinde bu dönüşümü yaşadığını ileri sürmektedir. Dobb ve Sweezy arasında ortaya çıkan fikir ayrılığının mantıki sonucu analiz birimini devletten daha büyük bir sisteme yükseltmektir. Wallerstein’in yaptığı sadece o dönemde yaşanan tartışmanın taraflarından birisinin argümanlarını mantıki sonuçlarına doğru takip etmek olmuştur. Eğer dönüşüm devlete içkin sebeplerle ortaya çıkıyorsa o halde her kapitalistleşen devletin aynı süreçten geçmesi gerekmektedir. Ancak tarihte çok farklı süreçler neticesinde kapitalistleşmeye doğru gidildiği görülebilmektedir. O halde modern dönemin en temel politik birimi olan ulus devletlerden daha büyük bir mekanizmanın kuralları işliyor olmalıdır.

Analiz birimi tartışmalarının daha iyi anlaşılabilmesi için “dünya-sistemi, dünya- ekonomi, dünya-imparatorluk” gibi kavramlarda kullanılan tire işaretinin işlevi ve mânasının da açıklanması gerekmektedir. Dünya-sistemi dendiğinde coğrafi olarak tüm

dünyayı kaplayan bir sistemden bahsedilmemektedir. Yahut dünyada mevcut olan tüm sistemlerin analizinin yapılacağı gibi bir iddia söz konusu değildir. Kastedilen, sistemin geçerli olduğu coğrafya içerisinde –ki bu coğrafya hemen hemen her zaman gezegenin tamamından çok daha küçük bir bölüme tekabül etmektedir- adeta bir dünya gibi olmasıdır. Örneğin dünya-ekonomi dendiğinde kastedilen, söz konusu ekonomik sistemin geçerli olduğu zaman ve mekân içerisinde farklı politik birimlerin, toplumların, kültürlerin aynı ekonomik sistemin kurallarına tabi olarak hareket etmesidir. Böylece bir sistem, belli bir zaman ve mekân aralığında pek çok politik ve kültürel birimi kapsayarak aynı mekanizmalara tabi tutabilmektedir (Wallerstein, 2011: 40,41).

Dünya-sistemi ifadesindeki tire işaretinin izahının ardından tekrar analiz birimi tartışmasına dönülecek olursa tahmin edileceği üzere Wallerstein için doğru analiz birimi, sistemin geçerli olduğu coğrafi alan olacaktır. Aksi takdirde bütünü göremeyerek hatalı sonuçlara varmak kaçınılmaz olacaktır. Daha sonra detaylı şekilde açıklanacak olan kapitalist sistem ele alındığında, sosyal hareket ve değişimin tek bir toplum çatısı altında değil de bir “dünya” içerisinde gerçekleştiği varsayımı, dünya-sistemleri analizinin temel argümanlardan birisini oluşturmaktadır. Sistem, ortaya koyduğu yahut dayattığı mekanizmalar (iş bölümü, üretim süreçleri vs. gibi) sayesinde sosyal bir “dünya” ortaya koyar. Tikel toplumlarda yahut devletlerde yaşanan değişimler ise bu “dünya”nın işleyiş mekanizmalarına bağlı olarak gerçekleşmektedir. Analiz biriminin tek bir devlet yahut tek bir toplum olmasına muhalefet edilirken temel dayanak noktası cari olan dünya- sisteminin geçerli olduğu coğrafyanın bir bütün olarak ele alınmasıdır.

Daha somut bir örnek vermek gerekirse analiz biriminin doğru seçilmesinin varılan sonuca etkisi özellikle 17-18. yüzyıllar Doğu Avrupa tarihine bakıldığında çok net biçimde anlaşılabilmektedir. 18. yüzyıl boyunca Doğu Avrupa’da, özellikle Polonya’da, tarım arazileri giderek büyümektedir. Serf konumunda olan köylülerin sayısı nicelik olarak arttığı gibi bu kitlelerin üzerlerindeki yükümlülükler de artmaktadır. Bu dönemin yeniden feodalizasyon yahut ikinci serflik dönemi olarak adlandırıldığı sıklıkla görülmektedir. Devletler tikel analiz birimi olarak ele alındığında Batı Avrupa’da kapitalizm hızla yükselirken Doğu Avrupa’da ise feodalizmin kuvvetlendiği sonucuna ulaşılabilmektedir. Ancak analiz birimi genişletildiğinde varılan sonuç değişmektedir. 16 ve 17. yüzyıllar boyunca özellikle İngiltere ve Fransa merkezli olmak üzere Batı Avrupa’da çitleme hareketi baş göstermiştir. Feodal yükümlülükleri kıran ve köylüyü toprağından eden bu hareket neticesinde feodal dönemin serfleri kapitalist dönemin

proleterleri olmak üzere yüzyıllar süren bir dönüşüm içine girmişlerdir. Yavaş ama kararlı biçimde ilerleyen bu dönüşümün doğal sonuçlarından bir tanesi ise tarımsal üretimde yaşanan düşüşlerdir. Şehirlerdeki üretim merkezlerinde işgüçlerini satarak geçimini sağlayan kitleler için gıda üretimine ihtiyaç duyulmuştur. Böyle bir konjonktürde Batı Avrupa, tahıl ihtiyacını Doğu Avrupa’dan karşılamaya başlamıştır. Polonya’daki feodalizmin zaman içinde ayrıksı bir hale geldiğini ve nevi şahsına münhasır bir yapı kazandığını savunan Skwarczyński (1956: 294-296), Polonya’da toprak üzerindeki mülkiyetin hukuki biçiminde özellikle 16. yüzyılda başlayıp daha sonra yoğunlaşan bir değişime işaret etmektedir. Şövalyeler; ellerinde bulundurdukları toprakların hukuki statüsünü iure feudali’den kendi feodal üstlerine belli bir ödeme yaparak kendilerine daha çok özgürlük sağlayan ius terrestre’ye dönüştürmekteydi. Böylece toprağın sahibi ile köylüler arasındaki hak ve yükümlülükler feodal düzende olduğu gibi kalmaktayken – yani köylü toprağa bağlı ve 17. yüzyılda gerçekleşen serflerin feodal sorumluluklarını arttıran hukuki ilavelerle beraber feodal yükümlülükleri sırtlanmışken- ; toprak sahibi ile kralın ilişkisi feodal bir ilişki olmaktan çıkmaktaydı. Bu sayede de her ne kadar ikinci serflik dönemi olarak adlandırılsa da tarımsal üretimdeki artış pazar için yapılan artışa tekabül etmekteydi. Böylece Doğu Avrupa ekonomik sisteme eklemlenirken yaşandığı söylenen yeniden feodalizasyon yahut ikinci serflik dönemi esasında kıtanın üretim ilişkilerine ayak uydurmuş sadece ismen feodal bir düzendi.

Doğu Avrupa’nın 17 ve 18. yüzyılı, sosyal bilimlerde seçilecek analiz biriminin önemini net bir şekilde göstermektedir. Polonya tarihi tek başına alındığında; hukuki düzeyde geniş toplumsal kesimlere yönelik artan feodal bağlılıklar, ekonomik düzeyde tarım alanlarının ve hususi olarak tahıl üretiminin artışı, toplumsal düzeyde ise feodalizmin klasik sınıflarının devamlılığı şeklinde bir okuma yapmak mümkündür. Ancak kapitalist sistemin duhûl ettiği coğrafya bir dünya olarak değerlendirilip yekpare bir analize gidildiğinde ise Polonya’nın sistemdeki iş bölümüne binaen uygun bir dönüşüm geçirmeye başladığı görülebilmektedir. Üstelik bu zaviyeden bakıldığında ülke içinde toprak sahibi şövalyeler ile kral arasındaki ilişkinin feodal nitelikten uzaklaşması ancak toprak sahibi ile köylüler arasındaki ilişkinin feodal niteliğinin artması bir çelişki arz etmemektedir.

Analiz biriminin tek bir toplum yahut devlet olarak değil de sistemin işlediği bölge olarak ele alınması dünya-sistemleri analizinin ilk özelliğidir. Bu, sıklıkla ve defaten vurgulanmış bir özelliktir. Annales ekolü ve hususiyetle de Braudel tarafından geliştirilen

uzun süre (longue duree) kavramı bu doktrinin önemli bir diğer karakteristik özelliğidir. Her ne kadar “longue duree” daha evvel açıklanmış olsa da Wallerstein terimi, daha geniş çaplı kullanıma imkân verecek bir değişikliğe tâbi tutmuştur.

Annales’in ve Dünya-Sistemleri Analizinin zaman tasavvuru söz konusu olduğunda karşımıza büyük bir tercüme problemi çıkmaktadır. Bu problemin çeşitli sebepleri vardır. İlk olarak bu kavramlar Fransızcadan türemiştir. Fransızcada Braudel’in kullandığı “durée” kelimesinin doğrudan çevirisi İngilizcede “duration” Türkçede ise “süre” kelimesine tekabül etmektedir. Ancak Annales’in veya münferit olarak Braudel’in incelendiği eserlerde bu kelimenin sıklıkla “zaman” olarak çevrildiği görülebilmektedir. Bunun yanında ve bundan daha önemli olarak Fernand Braudel, farklı hızda değişim gösteren üç farklı zaman fikrini ortaya atarken anadilinde söz konusu zamanlara vermeyi tercih ettiği kelimelerden bazısı oldukça kafa karıştırıcıdır. En hızlı değişimin yaşandığı ve anlatı temelli siyasi tarihçiliğin baz aldığı zaman “l’histoire événementielle” olarak adlandırılmıştır ki doğrudan çevirisi “olaylar tarihi” şeklinde olmaktadır ve lafız ile mânanın örtüştüğü görülmektedir. Wallerstein ise bu zaman düzeyini İngilizcede “episodic time” şeklinde kullanmaktadır. Ancak uygarlıklar, devletler gibi yapıların tabi olduğu zaman “l’histoire conjoncturelle” olarak adlandırılmaktadır. Üstelik Braudel, kimi çalışmalarında bu zaman düzeyini ifade etmek için sadece “conjoncture” kelimesini de kullanabilmektedir. Türkçeye “konjonktürel zaman” olarak tercüme edilebilecek bu kavram, konjonktür kelimesinin ihtiva ettiği farklı mânalar nedeniyle anlaşılmakta zorlanmaktadır. Üstelik Wallerstein, terimin özgün haliyle anlaşılmasının zor olduğundan ötürü bu kavramı “cyclical history” olarak İngilizceye çevirmiştir ki Türkçe karşılığı “döngüsel tarih” olmaktadır. Ancak döngüsel lafzının kullanılması karşımıza farklı sorunlar ve yanlış anlaşılma ihtimalleri çıkarmaktadır. Bu ihtimallerin farkında olan Wallerstein (1988: 290), döngüsel kelimesini ebediyete kadar tekrar eden olaylar mânasında değil (İbn Haldun’un tarih anlayışı şeklinde değil) bir dünya-sisteminin içindeki döngüsellikler mânasında kullandığını açıklamaktadır. Braudel; üçüncü olarak kimi Türkçe çalışmalarda jeotarih olarak kullanılan, çoğu zaman da Türkçe olsun yahut İngilizce olsun Braudel ile özdeşleştiği için doğrudan “longue durée” olarak kullanılan, değişimin en yavaş şekilde gerçekleştiği zaman düzeyini “l’histoire structurelle” olarak adlandırmaktadır. İngilizcede “structural history” şeklinde kullanılan Türkçede de “yapısal tarih” mânasına gelen bu kavramdaki yapısal ifadesi de kavram kargaşasına sebebiyet verebilmektedir. Braudel; bu terimdeki yapı ifadesinin Levi-Strauss’un

kullandığı mânada, yani tarihsel olanın zıttı mânasında bir anlam ihtiva etmediğini ifade etmektedir. Esasında Braudel’de tüm zamanları ve mekânları delip geçen bir yapı tasavvuru söz konusu değildir. Ancak 1972 yılındaki bir çalışmasında eğer Levi- Strauss’un tarif ettiği biçimde yapılar varsa bunların tabi olduğu zamanın ancak “very long-term” “çok uzun süre” şeklinde ifade edilebileceğini dile getirmektedir (Braudel ve Wallerstein, 2009: 198)7.

Şu halde şimdiye kadar dört zaman düzeyi zikredilmiş oldu. İlk olarak anlatı tarihçiliğinin temel aldığı “olaylar tarihi”, ikincisi Braudel tarafından konjonktürel tarih Wallerstein tarafındansa döngüsel tarih olarak adlandırılan düzey, üçüncü olarak meşhur longue durée yani uzun zaman, son olarak da Strauss’un yapı anlayışına bağlı olarak “çok uzun süre”. Wallerstein (1988: 292) ise her zaman düzeyine tekabül eden bir mekân düzeyinin var olduğunu ve zaman ile mekân boyutlarının ayrı olarak ele alınamayacağından dolayı esasında ayrı ayrı zaman ve mekân düzeylerinin değil bütünleşik olarak zaman/mekân kategorilerinin mevcut olduğu iddiasını ortaya atarak meselenin karmaşıklığını arttırmaktadır. Ancak dünya-sistemleri analizinin zaman/mekân kategorilerini anlayabilmek bu doktrin çerçevesinde incelenen konu hakkında sıhhatli sonuçlara varabilmek adına önem arz etmektedir.

Olaylar tarihine denk düşen mekânın tespiti oldukça zordur. Tekil olarak bir tarihi olayın nerede ve ne zaman vuku bulduğunun tartışmasız bir tespiti imkânsıza yakındır. Braudel için olaylar, daha büyük zaman düzeylerinden bakıldığında toz mesabesindedir (Wallerstein, 1988: 291). Wallerstein 1988’de yazdığı makalesinde 1987’nin sonlarında başlayan birinci intifadayı “Filistin karışıklığı” şeklinde isimlendirerek örnek göstermektedir. “Olay ne zaman ve nerede başlamıştır?” sorusunun herkes tarafından kabul görecek tek bir cevabı bulunmamaktadır. Filistin karışıklığı; 1987’nin sonlarında, İsrail devleti kurulduğunda yahut 1917’de başlamıştır cevaplarının hepsi farklı bakış açılarından kabul edilebilir cevaplardır. Filistin karışıklığı; Filistin’de, İsrail’de, İsrail’in