• Sonuç bulunamadı

2.3. Osmanlı Toplumsal Yapısı

2.3.2. Osmanlı Klasik Toplumsal Yapısı

2.3.2.1. Osmanlı’da Toprak Mülkiyeti ve Tımar

Osmanlı’da toprak hukuki olarak dört statüye sahip olabilir: mirî, mülk, vakıf ve mevat. Tımar sisteminin uygulandığı mirî topraklardan evvel diğerleri kısaca izah edilecek olursa vakıf topraklar bilindiği üzere belli bir amaç için bağışlanmış toprakları kapsamaktadır. Mülk topraklar ise yukarıda malikâne/divani sisteminde de kısaca izah edilen statüye verilen isimdir. Bir toprağın bir kişiye mülk olarak yazılması için sultan tarafından o kişiye temlik edilmesi lazım gelir. Osmanlı, Anadolu Beyliklerinin topraklarını fethettiğinde kendisinden önceki Müslüman yöneticilerin temlik ettiği topraklar üzerindeki hakları tanımıştır. Bu nedenle Osmanlı toprak sisteminde belki de feodal düzene en yakın toprak kayıtlama biçimi mülk topraklarıdır. Mülk topraklarında köylü üzerinde mirî araziden daha fazla vergi yükü söz konusudur. Köylü, hem toprağın mâliki seçkin kişi hem de sultan tarafından vergilendirilmektedir. Bunun yanında mülk toprağına sahip kişi tıpkı tımar sahibi gibi orduya geliri nispetinde asker sağlamak durumundadır. Ancak tımar sahibinden farklı olarak bu sorumluğunu yerine getirmediğinde toprağı elinden alınamaz. Yine tımar sahibinden farklı olarak mülk sahibi seçkin neredeyse özel mülkiyetin sağladığı tüm salahiyetlere sahiptir. Toprağı satabilir, ipotek edebilir, miras bırakabilir (İnalcık, 2000: 165). Mülk sistemi özellikle Tokat, Amasya ve Sivas hattında yoğunlaşmaktadır ve Osmanlı, mülk toprakları tımar sistemine dahil etmek amacıyla düzenlemeler gerçekleştirdikçe seçkin sınıfın Osmanlı yönetimine karşı hoşnutsuzluğu artmaktadır. O nedenle özellikle Karamanoğulları Beyliği varislerinin pek çok kez Osmanlı karşıtı isyanlara destek oldukları bilinmektedir (Yörük, 2007: 195). Kelime mânası olarak cansız, ölü anlamına gelen mevat statüsündeki topraklardan kasıt ise boş, çorak, verimsiz, terk edilmiş topraklardır. Mevat arazilerin şenlendirilmesi Osmanlı Devleti için her zaman öncelikli bir meseledir. Lakin mevat arazinin canlandırıldığında canlandıran kişiye hangi statüde verileceği, mevat bir arazinin sultanın izni olmadan şenlendirilip şenlendirilemeyeceği Osmanlı’nın önemli hukuki problemlerinden biri olmuştur. Bu bakımdan üretim hacmini genişletmek adına mevat araziyi şenlendirme isteği ile mevat arazileri şenlendirenlere yapılan temlik işlemi ve o arazinin mülk statüsüne girmesi Osmanlı için bir problemdir. Sultanın, bölgenin toprak rejiminde mirî arazilerin hâkimiyetini tehlikeye sokacak kadar toprak temlik ettiği durumlarda bürokratları tarafından uyarıldığı vakidir (İnalcık, 2000: 166).

Tımar düzenlemesine konu olan araziler ise mirî arazi olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı’nın kuruluşundan klasik döneme doğru giden tarih aynı zamanda toprak rejiminin mülk ve vakıf statüsünden mirî statüye doğru evrilmesinin tarihidir. Osmanlı merkezî devleti, eline geçen her fırsatta mülk ve vakıf statüsünde olan toprakları tımar sistemine dahil etme çabası göstermişlerdir. Bu konuda da oldukça başarılı olunduğu söylenebilir zira 1528 yılına gelindiğinde işlenen toprakların % 87’sinin mirî statüye ait olduğu bilinmektedir (İnalcık, 2008: 114).

Tımar sisteminin yerleşebilmesi için Osmanlı’nın idari düzeninin ve hiyerarşisinin de yerleşmesi gerekmektedir. Ülkenin idari taksimi noktasında eyaletlere ayrılması, eyaletlerin sancaklara ayrılması söz konusudur. Eyaletlerin başına beylerbeyi rütbesiyle bir vali, sancakların başına da sancak beyi rütbesiyle yöneticiler atanmaktaydı. Bu eyaletlerden bazısı ise salyaneli eyaletler olarak anılmaktadır. Salyaneli eyaletlerde toprak sistemi genelde Osmanlı öncesi düzende bırakılmıştır ve topraklar tımar sistemi ile taksim edilmemiştir. Bu eyaletlerin her yıl İstanbul’a göndereceği vergi bellidir ve eyalet o vergiyi ödemekle mükelleftir. Salyaneli eyaletlerde Osmanlı idaresinin görece daha zayıf, eyaletin özerkliğe daha yakın bir statüde olduğundan söz edilebilir. Mısır, Bağdat, Yemen, Habeş, Basra, Cezayir, Trablusgarp, Tunus gibi eyaletler salyaneli eyaletlerdir ve buralarda tımar sistemi hiç uygulanmamıştır.

Tımar sisteminin anlaşılması için tahrir sisteminin ve çift-hane sisteminin anlaşılması gerekmektedır. Bir bölge fethedildiğinde eğer tımar düzenine dahil edilecekse o bölgeye il yazıcısı yahut tahrir emini gönderilmektedir. Tahrir emini o bölgenin tahmini gelirini, Osmanlı’dan önceki üç yılın gelirinin bir ortalamasını alarak çıkartır. Bu meblağ, bölgenin (bölge eyalet veya sancak olabilir bu durum fethedilen bölgenin büyüklüğüne göre değişmektedir) bir yıl içinde üretmesi beklenen toplam tarımsal zenginliği ifade etmektedir. Bunun ardından tahrir emini toprakları taksim etme vazifesine başlar. Toprakların doğru taksimi, Osmanlı klasik toplumsal yapısının bel kemiğini oluşturmaktadır. “Köylü ekonomisinin teorisi” isimli ünlü eserinde Sovyet ekonomist Chayanov (1966), bu coğrafi kuşaktaki en etkin tarımsal üretim sistemi biriminin geleneksel köylü aile çiftliği olduğunu iddia etmektedir. Bir çift öküz ile işlenebilecek büyüklükteki tarımsal arazi mânasına gelen çiftlik, tımar düzeninin en küçük birimini oluşturmaktadır. Çiftliğin niceliksel büyüklüğü toprağın verimliliğine göre 60 yahut 150 dönüm arasında değişmektedir (İnalcık, 2015: 16). Tahrir emini bir araziyi çiftlik olarak belirlediğinde artık bu çiftlik bölünemez. Çiftliğin bölünmemesi için Osmanlı’nın son

derece teferruatlı kanunnameler ortaya koyulmuştur. Çift-hane sistemi üç unsur üzerinden yükselmektedir: koşum gücü olarak bir çift öküz, emek gücü olarak hane halkı ve toprak.

Fethedilen bölgedeki araziler çiftliklere taksim olunduğunda her çiftlik bir aileye verilmektedir ki bu işleme tapulama denir. Yine toprağın verimliliği, hanedekilerin sayısı gibi değişkenler dikkate alınarak ödenecek vergiler de tapulama sırasında belirlenir. Böylece o aile, reayadan bir hane haline gelir ki bir aile bir kere reaya olduktan sonra statüsü kesinlikle değişmez. Osmanlı Devleti, “reayanın oğlu reayadır” ilkesini koruyabilmek için çok sayıda kanun çıkarmıştır. Tapulama işlemi; hanehalkına toprak üzerinde tasarruf etme hakkını verdiği gibi aynı zamanda belli vergileri nakdi olarak ödeme, belli hizmetleri de emek ile yerine getirme yükümlülüğü yüklemektedir.

Bölge çiftliklere ayrılıp köylülere taksim edilince tımarların dağıtılma süreci başlar. Tımar hususundaki klasik bilgiden yola çıkılacak olursa tımar toprakları gelirine göre üç gruba ayrılmaktadır. Yıllık geliri 100.000 akçe üzeri olan topraklar has, 20.000- 100.000 akçe arası gelire sahip olan topraklar zeamet, 3.000-20.000 arası olan topraklar ise tımar olarak adlandırılmaktadır (İnalcık, 2012: 168-170). Her ne kadar kalıplaşmış ayrım bu olsa da nadiren 20.000 akçenin üzeri gelire sahip olan tımarlar bulunduğu gibi devletin asker ihtiyacı yoğun olduğu dönemlerde 3.000 akçenin altında geliri olan bir arazinin tımar olarak verildiği de kaynaklarda sık sık görülmektedir.

Has niteliğini haiz topraklar havass-ı hümayun ve ümera hassı olarak ikiye ayrılır. Havass-ı hümayun sultana ve sultanın ailesine verilen has toprakları ifade ederken ümera hassı ise en yüksek derecedeki kapıkullarına (sadrazam, vezir, kaptan-ı derya vs.) verilen has toprakları ifade etmektedir. Tımar sahibi bir sipahi kendi payı düştükten sonra tımar gelirinin her 3.000 akçesi için savaşa zırhlı bir asker daha getirmek zorundadır. Daha yüksek rütbeli zeamet sahipleri içinse kendi paylarının haricinde her 5.000 akçe bir zırhlı asker mecburiyetine tekabül etmektedir.

Tımar sistemi teorik olarak anlatılan sınırlar dahilinde uygulanmaya çalışılmaktadır. Ancak pratik düzeyde özellikle erken dönemlerde sipahi sayısını arttırmak için 3.000’in altında geliri olan çok sayıda tımar dağıtıldığı belgelenmiştir. II. Mehmet döneminde Rumeli tımarlarının % 40’ının 315-2000 akçe gelir bandında dağıldığı görülebilmektedir (Altuğ, 2011: 30). Bunun yanında yine erken dönemde Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlı eyaletlerde Hıristiyan sipahi sayısının fazlalığı dikkat çekmektedir. Bilinen en eski tahrir defterlerinin düzenlendiği yer olan Arnavutluk

tımarları incelendiğinde yaklaşık olarak yüzde kırk civarında gelire tekabül eden toprağın üst düzey devlet adamlarına ve din adamlarına dağıtıldığı; geri kalan yüzde atmışlık kısmın ise yaklaşık üçte birinin Hıristiyan tımar sahiplerine verildiği görülmektedir. Üstelik din değiştirme hususunda da bir baskının olmadığı, üç nesil boyunca Hıristiyan kalarak tımarı elinde bulunduran ailelerin varlığı bilinmektedir. Bunun yanında Müslüman sipahiden alınan tımarın Hıristiyan sipahiye verilmesi, Hıristiyan sipahinin iki oğlundan birinin Müslüman olmasının tımarın veraseti noktasında hiçbir avantaj sağlamaması gibi kurallar da araştırmacılar tarafından ortaya konulmuştur (İnalcık, 1954: 231). Osmanlı’daki Hıristiyan sipahilere dair yapılan diğer çalışmalarda da buna benzer yahut bundan daha çarpıcı oranlara rastlamak mümkündür. II. Murat döneminde Kırçevo bölgesinde toplam 90 tımardan 26’sı, II. Mehmet devrinde Vilk vilayetinde 170 tımardan 27’si, yine II. Mehmet devrinde 1466 civarı tutulan bir tahrir defterinde Tırhala vilayetindeki toplam 182 tımardan 36’sının Hıristiyan sipahilere verildiği görülmektedir (Miljković ve Strugarević, 2015).