• Sonuç bulunamadı

2.3. Osmanlı Toplumsal Yapısı

2.3.2. Osmanlı Klasik Toplumsal Yapısı

2.3.2.2. Osmanlı Toprak Mülkiyet Düzeninin Ekonomi Politiği

Tımar, toprak üzerinde üç veçhi olan bir mülkiyet sistemidir. Devlet, sipahi ve reaya aynı toprak üzerinde farklı haklara sahiptir. Toprağın rakabesinin her zaman devlet üzerinde bulunduğu hususunda İslam fıkıhçıları görüş belirtmiştir. Rakabe terimi mâna olarak esas mülkiyet, çıplak mülkiyet gibi bir anlama tekabül etmektedir. Burada kastedilen mâna, toprak hangi sipahiye tımar olarak tanımlanmış olursa olsun yahut hangi reaya toprağı işliyor olursa olsun esas mülkiyetin devlete ait olmasıdır. Sipahinin toprak üzerindeki hakkını ise istiğlal terimi karşılamaktadır. İstiğlal burada ıstılahi olarak toprağın ekilmesi neticesinde elde edilen üründen bir paya sahip olmak mânasına gelmektedir. Reayanın toprak üzerindeki hakkı literatürde tasarruf kelimesiyle karşılansa da İnalcık(2000: 153) tefviz teriminin daha doğru olacağını ileri sürmektedir. Burada tefviz terimi, reayanın toprağın işlenmesinde ve toprak üzerindeki emek sürecinin örgütlenmesinde herhangi bir merciye bağlı olmaması mânasına gelmektedir.

Osmanlı klasik döneminin tüm ekonomi politiği ve tüm sermaye birikim odakları ve hareketleri, hatta Osmanlı’nın kapitalizm ile entegrasyon biçiminin en kilit unsurlarından birisi reayanın emeğini toprağa geçirme sürecindeki hürriyetinden ileri gelmektedir. Çift-hane sistemi mutlak olarak korunması gereken bir yapı olarak

kodlanmıştır. Adalet dairesi18 anlayışı gereği merkezî devlet, reayayı tımar sahiplerine

karşı gücü nispetinde korumaya gayret etmiştir. Reayanın toprak üzerindeki emeğine müdahale edilememesi; teknolojinin ve üretici güçlerin uzun müddet sabit kaldığı düşünüldüğünde üretim ilişkilerinin en hayatî olan kısmının da sabit kalması mânasına gelmektedir. Esas zenginliğin topraktan kazanıldığı bir dönemde birincil olarak toprağı işleyen köylü sınıfının çok büyük bir kısmına tekabül eden reayanın toprakla ilişkisi sabit kalmaktadır. Çift-hanenin büyüklüğü öyle optimum bir noktada belirlenir ki toprak bir yıl işlenip bir yıl nadasa bırakılmaz. Toprağın yarısından alınacak mahsül çift-hane sahibi reaya hanesine yetebiliyor olmalıdır. Böylece bir sene toprağın yarısı ekilir diğer sene ise önceki sene nadasa bırakılan kısmı ekilir. Böylece üretimde devamlılık sağlanmış olur. Çift-hanenin bölünmez bütünlüğü genelde bu optimum büyüklükten daha küçük çift- haneler meydana getirilemeyeceği mânasında anlaşılsa da tersi de geçerlidir. Tımar sahibi olan bir sipahi yahut zeamet sahibi olan bir subaşı yahut has sahibi olan bir vezir kendisine verilmiş topraklardaki çifthaneleri birleştirerek plantasyonvari bir üretim biçimine gidemez. Çift-hane sistemi küçültülemeyeceği gibi büyütülemez de. Reaya hanesi, kendi çift-hanesinde bir çift öküzü ile kendisine tapulanan toprakta aile içi emeğe dayanarak üretim yapacaktır ve o çift-hanenin tımarı kime verildiyse o görevliye belirlenen miktarda artı üründen pay verecektir. Osmanlı klasik dönemi, zenginliğin üretilme biçimini dondurmak üzere kurulmuştur. Artı ürüne el koyan kişilerin sınıfsal aidiyetleri, merkezî devletle olan ilişkileri ve reayaya davranışı değişiklik gösterebilir. Ancak en temel üretim ilişkisi sabit kalmaktadır. Üstelik merkezî devlet bu sabitliği korumak için var gücüyle mücadele etmiştir.

Toprak üzerindeki emeğin örgütlenişinin sabitliği bir dünya-imparatorluk olarak Osmanlı’nın tesis ettiği yaşama biçiminin de bir sonucudur aynı zamanda. Sipahilere verilen hassa çiftlikleri bunun en temel örneklerinden birisidir. Hassa çiftlikleri, Bizans’tan ve diğer feodal Balkan devletlerinden kalma bir uygulama olarak Osmanlı’da da görülmektedir. Bir sipahiye tımar verildiğinde herhangi bir reayaya tapulanmayan, sadece sipahinin kullanımı için 50 ila 150 dönüm arasında bir hassa çiftliği de verilir. “Kılıç yeri” gibi isimlerle de anılan tımarın bu kısmı, çift-haneden farklı olarak pek çok vergi yükümlülüğünden de muaftır (İnalcık, 2000: 160). Bizans fieflerinde ilke olarak bu alandaki üretim feodal sınıfın tercihine bırakılmaktaydı. Osmanlı’da da sipahinin istediği

18 Kınalızade Ali Efendi’nin “adl” kelimesi ile başlayıp yine aynı kelime ile biten şiiri ile en veciz ifadesini

bulan adalet dairesi bilindiği üzere en temel olarak devletin bekasının reayaya karşı âdil olmaya dayandığına olan inançtır.

biçimde tasarruf etmesi ön görülerek verilmiştir. Ancak Bizans’tan farklı olarak Osmanlı’da merkez, sipahiden her sene en az bir kere sefere katılmasını talep etmekteydi. Bu durumda hassa çiftliği ile ilgilenemeyen sipahi, tımarının bu kısmını da birisine kiralamaktaydı. Kiralanan bu toprak mukataalu sıfatını kazanırdı. Mukataa terim olarak belirli bir miktar karşılığı anlaşma mânasına gelmektedir. Burayı kiralayan kişi, reayadan sayılmazdı. Fakat Osmanlı’nın sipahiye hassa çiftliği ile dahi ilgilenme fırsatı vermeyişi aynı zamanda askerî sınıfın –yani Batı ile mukayese edilecek olursa özünde feodal gelişim potansiyeli barındıran sınıfın- üretimden tamamen kopmasına sebep oluyordu. Ordunun daha profesyonel hale gelmesine yarayan bu durum tarımsal üretimdeki emek kullanımının sabitliğini perçinliyordu. 1539’da merkezin emriyle hassa çiftliklerinin teftiş edilmesinin ardından sipahilerin bu çiftlikleri hakkıyla işletemediği tespit edilmiş ve bu alanların da tapulanmasına karar verilmiştir (İnalcık, 2000: 162). Böylece tımar sistemi içerisinde var olan, feodal sisteme benzeyen ve feodal bir görünüm arz etme imkânına sahip yegâne toprak kayıtlama sistemi de 16. yüzyılın ilk yarısında ortadan kalkmış oluyordu.

Tımar sisteminin işleyişi aynı zamanda o çağa izafeten gelişmiş bir para ekonomisini de beraberinde getirmektedir. Tımarla ilgili düzenlemelere bakıldığında her ne kadar tapulama işlemi köylüyü reaya statüsüne soksa ve ona bazı vergileri nakdi olarak ödeme, belli hizmetleri de emek ile yerine getirme yükümlülüğü yüklemekteyse de Osmanlı’nın, reayanın feodal dönemden kalma pek çok hizmet yükümlülüğünü nakit ödemeye çevirdiği yahut bu yönde bir gayret gösterdiği görülmektedir.(İnalcık, (2008: 115) Bunun yanında malikâne/divani sisteminde köylü üzerinde tımardan daha çok vergi yükü olduğu ve Osmanlı’da reayanın Batı Avrupa serfine göre neredeyse yarı oranda vergilendirildiği bilgileri bir arada düşünülecek olursa reayanın elinde dönemin şartlarına göre önemli ölçüde bir artı ürün kalıyor olmalıdır. Bu da doğal olarak yine yaşanılan çağa görece canlı bir kasaba – şehir hayatı ve pazar ekonomisini mümkün kılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında tımar sisteminin kendi mantığı içinde iktisaden ortaya çıkan para ekonomisinin taşrada sermaye birikimini mümkün kılması ve elinde önemli miktarlarda sermaye olan bir zümrenin belirmesi beklenebilirdi. Ancak bilindiği üzere İmparatorluk taşrasında sermaye sahibi bir zümrenin belirmesi ancak tımar sisteminin bozulması, toprak mülkiyet biçimindeki tımar hâkimiyetinin kaybolması ile alakalıdır. O halde tımar sisteminde taşrada sermaye birikiminin önündeki engeller izah edilmelidir.

Neredeyse tüm klasik dönem boyunca süregelen toprak bolluğuna muarız olarak emek arzının kıt olmasının taşradaki sermaye birikiminin önündeki önemli engellerden biri olduğu söylenebilir. Tarım üzerinden sermaye birikimi yollarından birisi, ücretli emek yahut köle emeği üzerinden ürün yoğunlaşması neticesinde pazar için yapılan tarımsal üretimdir. Bunun gerçekleşmesi için üç unsur gereklidir: pazarın mevcudiyeti, pazar için üretim yapılacak toprak mülkiyet biçiminin mevcudiyeti ve fiili düzeyde üretimi yapacak emek gücünün mevcudiyeti. Pazarın var olduğu ve bir noktaya kadar para ekonomisinin işlediği zaten bilinmektedir. Sipahilerin hassa çiftlikleri, daha da önemli bir unsur olarak tımar düzenlemelerinden âzâde vakıf arazileri yahut yine tımar düzenlemelerinden âzâde temlik edilmiş arazilerde bu üretim biçimi söz konusu olabilirdi. Sipahi hassa çiftliğinde, malikâne ve vakıf sahibi de kendi arazisinde çift-hane sistemine uymak zorunda değildir. Ancak emek arzının kıtlığı bu tür bir üretim biçimini imkânsız hale getirmektedir. Osmanlı işgücü piyasasında köle emeğinin yaygın olmayışı ve hür köylünün de doğal olarak emek sömürüsü daha az olan statüye yönelme arzusu bu tür bir sermaye birikim tarzını imkânsız hale getirmektedir. Daha evvel de bahsedildiği gibi Osmanlı’da köylü, reaya statüsü kazanmak arzusundadır. Tımar düzenlemesine tabi olmak istemektedir. Sipahinin ise sefere katılmayıp para cezası ile toprağını elinde tutmaya devam etmek gibi bir hakkı söz konusu değildir. Bu nedenle tımarının elinden alınmaması için sefere katılmakta, sefere katıldığı için de pazar için üretimi gerçekleştirememektedir.

Bunun haricinde Osmanlı tarımının en büyük alıcısı ordu için tahıl talep eden devlettir. Bu nedenle tarımsal üretim büyük çoğunlukla tahıla dayanmaktadır. Malikânelerde ve vakıf arazilerinde köle emeğine rastlansa da az bir toprak ile çok insan besleyebilecek besin değerlerine sahip patates, mısır gibi ürünler Osmanlı tarımında olmadığından ürünün önemli bir kısmı emeği yeniden üretmek için kullanılmak zorundadır. Bu durum ölçek ekonomisi ile alakalıdır. Köle emeği üzerinden sistemsel dönüşüm sağlayabilecek bir sermaye birikimi sağlanması için Osmanlı klasik döneminde var olandan çok daha büyük topraklar üzerinde malikâneler ve vakıflar kurulması gerekmektedir.

Bir diğer sermaye birikim yöntemi olarak miras düşünülebilir. Babadan oğula aktarılan aile ünvanları ve toprakları zaman içinde doğru ellerde büyük bir servete dönüşebilir. Feodal bir toplumda bu türlü ailelerin yüzlerce örneğine rastlanmaktadır. Ancak Osmanlı’da babanın kazandığı ayrıcalıkları ve mülkleri çocuklarına aktarmasının

önünde engeller mevcuttur. Kanunî zamanında tımar tevcihi hususunda çıkarılan kanunnâmeler ile taşrada belirli bir rütbe edinen kişinin hayatta iken oğullarına tımar vermesi yasaklanmıştır.(Gökbilgin T. , 1967: 42) Bu düzenleme klasik dönemde taşradaki asker kökenli ailelerin toprak üzerinden sermaye birikimi sağlamasının önündeki mühim engellerden birisi olarak okunabilir. Bunun yanında tımar sisteminde ölen tımar yahut zeamet sahibinin topraklarının mirası öyle bir kurala bağlanmıştır ki çocuklar hayata, babanın toplumsal hayatta geldiği mertebeden birkaç basamak aşağıda başlamak zorunda kalmaktadır. Örneğin yine 1531 yılında çıkarılan bir fermanda üç oğlu olan bir zeamet sahibi görevlinin ölmesi neticesinde babanın topraklarından en büyük erkek çocuğa 6.000, ortancaya 5.000, küçüğüne ise 4.000 akçe değerinde bir toprak verilmesi uygun bulunmuştur.(Gökbilgin, 1967: 39) Zeamet topraklarının 20.000 ila 100.000 akçe arasında olduğu düşünüldüğünde ilk olarak bu uygulama ile asgari 5.000 azami 85.000 akçe değerinde mirî arazi boşa çıkmaktadır. Bunun yanında her bir çocuk babasının bulunduğu konumdan oldukça geride bir noktada hayata başlamaktadır.

Malikâne sahiplerinin miras hakkı düşünüldüğündeyse merkezî devletin bu türden toprakları tımar sistemine dahil etme çabası unutulmamalıdır. İlke olarak her padişahın kendisinden önce verilen temlikleri ve vakıfları teftiş etme selahiyetine sahip olduğu varsayılmaktadır. II. Mehmet de bu yetkisini kullanarak 20.000 civarında mülk ve vakıf arazisini tımara çevirmiştir. (Yörük, 2007: 63)

Kavramsal çerçeve bölümünde de bahsedildiği üzere her tarihsel sistemin kendi içerisinde çatışmaları mevcuttur. Bu çatışmalar aşıldıkça sistemde değişmeler ve yeni çatışmalar baş gösterir. Ta ki aşılamayacak, kriz haline dönüşüp sistemi ortadan kaldıran bir çatışma unsuru yahut unsurları ortaya çıkana kadar. Bu çatışmalar tarihsel sisteme dışsal yahut içsel nitelikte olabilir. Bir tarihsel sistem olan dünya-imparatorlukların da yapısal çatışma unsurları mevcuttur. Tımar sistemi Osmanlı İmparatorluğunun dayandığı bir toprak mülkiyet biçimi olmakla beraber bazı çatışmaları da beraberinde getirmektedir. İlk olarak tımar sahibi olmak isteyen askerler imparatorluk merkezine büyük baskı yapmaktadırlar.(İnalcık, 2008: 120) Osmanlı Devletinin fetih politikası, sadece ganimet arzulayan merkezin taşraya rağmen uyguladığı bir politika değil aksine tımar sahibi olamamış askerler ve merkezin üzerinde uzlaştığı bir politikadır. Ancak hiçbir zaman fethedilen topraklar, tımar talep eden askerlere yetmediği için tımar talebi baskısı ve ilerleyen yıllarda tımar sahibi olamayan yahut mevcut tımarlarını kaybeden askerlerin desteklediği isyanlar İmparatorluğun önemli problemlerinden birisini teşkil etmiştir.

Burada sınıfsal olarak tımar sahibi olamayan askerlerin özellikle Anadolu Beyliklerinden kalma seçkinler ve ilerleyen zamanlarda da taşralı elitler ile irtibat haline geçmesi, Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısını ve siyasi merkeziliğini bozan bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.

II. Mehmet’in gerçekleştirdiği vakıfların ve mülklerin yeniden gözden geçirilme hamlesi, sebepleri açısından incelendiğinde askerî ve ekonomik nedenlerin ön planda olduğu görülmektedir. Devletin çok sık harp ediyor olması doğal olarak askere duyulan ihtiyacı arttırmaktadır. Asker ihtiyacını karşılamanın en ekonomik yolu ise İmparatoluk topraklarındaki tımarların sayısını arttırmaktır (Ortaylı, 2008: 314). Bu sebeplere dayanarak II. Mehmet, her zaman padişahın uhdesinde olduğu kabul edilen ancak teamülen pek kullanılmayan bir yetkiye başvurup pek çok mülk ve vakıf araziyi mirî arazi statüsüne dahil etmiştir. Bu eylemin sebeplerinden ziyade sonuçları dikkate alınacak olursa, mirî arazi statüsünü yaygınlaştırmak ve ön feodal öğeleri Anadolu’dan silmek adına Anadolu’nun emek-üretim ilişkileri ve sermaye tarihi açısından da son derece mühim bir gelişme arz ettiği rahatlıkla söylenebilir. Mülk ve vakıf araziler üzerine II. Mehmet tarafından yaptırılan incelemeler pek çok şehri kapsıyor olsa da mirî statüye çevrilen arazilerin yoğunluğu hasebiyle Karaman eyaleti ön plana çıkmaktadır. Karaman eyaletinde 460 vakıftan 59’una, 73 mülkten ise 47’sine işlem uygulanmıştıtr (Yörük, 2007: 65). Bölgenin önemli isimlerinden Karamanoğlu İbrahim Bey’in bu düzenleme neticesinde yıllık 40.530 akçelik zarara uğradığı tahmin edilmekte; merkezî devletin ise toplamda 128.301 akçelik bir kazanç elde ettiği hesaplanmaktadır. Bu düzenleme Anadolu’da çift-hane sistemini hâkim hale getirme mücadelesinin bir yansımasıdır. Ancak askerî sınıf lehine, Anadolu’daki soylu aileler ve vakıf sahibi ulemaların aleyhine yapılan bu düzenleme beklenebileceği gibi bir muhalefete de sebebiyet vermiştir. Fatih’in güçlü kişiliği nedeniyle bizzat şahsına karşı açığa çıkmayan bu hoşnutsuzluk, Sultan’ın ölümünden sonra Cem Sultan ve II. Bayezid taraftarlarının kimliği üzerinden kendini göstermektedir. Babasının politikasını devam ettirme taraftarı olan Cem Sultan’ı askerî sınıf desteklerken II. Bayezid ise mezkûr muhaliflerin desteğini almaktadır. Üstelik Anadolu’da ulema, II. Mehmet’in danışmanlarının kötü yönlendirmeleri neticesinde şeriata aykırı kararlar aldığı gibi söylentiler de yaymaktadır. (İnalcık, 2000: 171) Fatih Sultan Mehmet öldüğünde Veziriazam Mehmet Paşa toprak düzenlemesinden sorumlu bürokrat olarak görülür ve hoşnutsuzların destek verdiği ayaklanmacılar tarafından öldürülür.(İnalcık, 2000: 170) İktidar mücadelesini kazanan II. Bayezid’in tahta

oturmasıyla II. Mehmet’in tımara çevirdiği mülk ve vakıf topraklarından önemli bir kısmı eski statüsüne kavuşur. Tarih kitaplarında dindar kişiliğiyle bilinen ve Sofu Bayezid olarak anılan II. Bayezid’in İnalcık’ın (2000: 171) tabiriyle adeta karşı devrim hüviyetini kazanan icraatleri padişahın destekçileri tarafından “şeriatın ihyası” olarak övülmektedir. Ancak vakıf ve mülk arazileri lehine yaşanan bu kazanım; Anadolu’da tımar statüsünün ilerleyişini durdurmaya yetmez. Daha önce de belirtildiği gibi Kanunî döneminde arazilerin %87’si mirî arazi statüsüne girmiştir. Bu oran da Anadolu ve Rumeli’deki ön feodal öğelerin tehlike arz etmeyecek ve sistemi krize sokacak derecede gelişme sağlayamayacak bir noktaya çekildiğini göstermektedir.

Orta Çağ olarak adlandırılan döneme ait devletler için din adamları sınıfının önemi ve meşrulaştırıcı işlevi malumdur. Osmanlı toprak mülkiyet düzenine bakıldığında da ulemanın oldukça avantajlı bir konumda olduğu görülebilir. Bir bölge fethedildiğinde oraya gönderilecek kadıya oldukça yüksek gelirli topraklar tımar olarak ayrılmaktadır. Arvanid sancağını incelerken İnalcık (1987) toplam gelirin yüzde yirmisine tekabül edecek büyüklükte toprağın din adamlarına ayrıldığını tespit etmiştir. Nasıl ki vali taşrada sultanın yürütme erkini temsil etmekteyse kadı da yasama ve özellikle de yargı erkinin temsilcisi olarak bulunmaktadır. Osmanlı’nın taşrada bu erklere sahip makamları ayırması, Türk-Moğol devlet geleneğinde var olan ve merkezin gücünü zayıflatacak taşralı yöneticiler çıkmasına sebep olan bir eğilimden kurtulma, yönetsel bir sıçrayış olarak da okunabilir. Din adamları sınıfının bu kadar yüksek gelirlere sahip olması de eğitimin fonlanması ve yargı bağımsızlığı açısından önem arz etmektedir. Ancak din adamlarına yüksek gelirli tımarlar verme teamülü aynı zamanda Anadolu’da bazı sınıfsal ittifakları bozmak amacı da taşımaktadır. Osmanlı’nın sosyo-ekonomik tarihi alanında son derece önemli araştırmacılardan birisi olan İslamoğlu (2015: 67-68), Osmanlı’nın özellikle Anadolu’da fethettiği bölgelerdeki “yerel ideolojik kazâi yapıları” merkeze dahil ettiğini ifade etmektedir. Din adamları sınıfının ittifakını yerel seçkinlerden İstanbul’a taşıyan mekanizmanın altında da tımar sistemi yatmaktadır. Daha önce de bahsedildiği gibi Osmanlı Devletinin ilk yüzyıllarında merkezî devlet ile yerel elitlerin iktidar mücadelesi mevcuttur. Yerel elitlerin meşruiyetini sağlama noktasında taşra uleması büyük bir işlev görmektedir. Ancak Osmanlı, taşradaki ulemaya külliyeler ve resmi görevler aracılığıyla tımar ve hatta zeamet vererek İslamoğlu’nun tabiriyle yerel ideolojik kazâi yapıları kendi bünyesine dahil etmektedir. Böylece merkez, taşra uleması

ile ittifak yaparak hem onların ortaya koyduğu meşrulaştırma işlevinden pay almakta hem de yerel elitlerin egemenlik iddialarını yıpratmaktadır (İslamoğlu, 2015: 68).

Osmanlı klasik döneminin ekonomi politiği incelenirken muhtemelen kapitalist dünya-ekonominin yapısından da etkilenmenin neticesinde genelde sermaye birikimi meselesi üzerinde durulmaktadır. Sermaye birikiminin engellendiği bu nedenle kapitalizme bir “sıçrama” yapılamadığı görüşü oldukça yaygındır. Kapitalist dünya- ekonominin temel amacı sınırsız sermaye birikimini sağlamaktır. Sistem, tepeden tırnağa kapitalin arttırılması mantığına dayanarak oluşmuştur. İfade etmek gerekir ki bir dünya- imparatorluk olarak Osmanlı’nın klasik döneminde sistemsel mantığın sermaye birikimini mutlak mânada öncelemediği doğrudur. Hatta kapitalist dünya-ekonomiye atıfla ‘sınırsız asker birikimi’ mantığına dayandığı dahi iddia edilebilir. Ancak İnalcık’ın (2012b: 310-312) Osmanlı’nın farklı kentlerindeki tüccarların getirdikleri malların değerleri ve tüccarların öldüklerinde bıraktıkları terekelerini araştırdığı çalışmaları incelenecek olursa oldukça önemli meblağların belli kişilerde toplandığı görülebilmektedir. 1479-1500 dolaylarında tüccarların Osmanlı topraklarına getirdiği malların kayıtlarına bakıldığında bir tüccarın yaklaşık olarak 200.000 akçelik baharat getirdiği dikkat çekmektedir. 15. yüzyıl sonları ve 16. yüzyıl başlarında 1 Venedik altın dukasının 45-50 Osmanlı akçesi değerinde olduğu düşünülecek olursa bir tüccarın tek seferde 4000 altın değerinde malı getirdiği anlaşılmaktadır. Bunun haricinde 300 ila 1000 altın değerinde mal getiren çok sayıda tüccar tespit edilmiştir. Ölen tüccarların terekelerine bakıldığında ise sadece Bursa şehrinde incelenen terekeler dikkate alınacak olursa 1467-8 yıllarına ait serveti 1000 altının üzerinde 10 tereke tespit edilmiştir. 1487- 8 yıllarında ise bu sayı 12 dolaylarına çıkmaktadır (İnalcık, 2012b: 269).

İnalcık (2012b) tüccarların servetlerini ve terekelerini tespit etmeye çalıştığı araştırmasında Osmanlı’da proto-kapitalizmin varlığına ikna edici belgelerin mevcut olduğunu dile getirmektedir. Bunun yanında başka bir çalışmasında ise Bursa’nın en zengin tüccarının dahi servetinin Osmanlı’nın yüksek rütbeli yöneticilerin serveti ile boy ölçüşemeyeceğini ifade etmektedir (İnalcık, 2000: 177). Osmanlı’da kapitalizm nüvelerinin arandığı sair çalışmalarda, araştırmanın odak noktasına ticaret burjuvazisinin varlığı yahut yokluğu probleminin koyulduğu söylenebilir. Buna bağlı olaraksa muhtemel tarımsal kapitalizm ilişkilerinin, Osmanlı iktisadi sisteminin değişimi sürecindeki önemine nazaran gölgede kaldığını söylemek hata olmayacaktır. Yine aynı şekilde Osmanlı’nın sermaye birikimini engellediği özellikle müsadere uygulaması üzerinden

kuvvetle iddia edilmektedir. “Osmanlı’nın kapitalistleşememe” nedenleri, müsadere uygulaması, bu uygulamaya atfedilen sosyo-ekonomik sonuçlar ilerleyen bölümlerde tartışılacaktır. Ancak nasıl ki Osmanlı’nın kuruluş döneminde feodal gelişim potansiyeli bulunan öğelerin toplumsal formasyonda mevcut olduğu bilinmektedir; klasik dönemde de kapitalist yahut sermaye birikimini önceleyen öğelerin mevcut olduğu rahatlıkla görülebilir. Osmanlı-kapitalizm ilişkisi hususundaki bakış açısının; sermaye birikiminin merkezî devlet tarafından ne şekilde boğulduğu noktasından, sermaye birikimine en müsait alan olan tarımsal üretimdeki birikime engel olan yapısal müesseselere kaydırılması ilişkiyi daha iyi anlayabilmek açısından faydalı olacaktır.