• Sonuç bulunamadı

2. Alanyazın

2.2. Çocuk Suçluluğunu Açıklayan Kuramlar

2.2.1. Sosyolojik Teoriler

2.2.1.1. Sosyal organizasyonsuzluk teorisi

dayanan pozitivist açıklamalarla açıklama eğilimindeydi. İlk araştırmalar çoğunlukla suçlulukta zeka geriliği ve kalıtsal faktörlerin etkisi olduğunu ileri sürmekteydi (Shaw ve McKay, 1931’den akt; Williams III ve McShane, 1999: 56). Bu bakış açısındaki değişiklik bireylerin ve grupların davranışlarıyla ilgilenen kültürel teorilerin ortaya çıkmasıyla birlikte geldir (Williams III ve McShane, 1999: 56).

Chicago Okulu9 üyelerince 20. yüzyılın başlarında ortaya atılan Sosyal Organizasyonsuzluk Teorisi, “neden bazı kişiler suç işlerken diğerleri işlemez?”

sorusundan ziyade “neden bazı toplumlarda diğerlerinden daha yüksek suç oranları görülür?” sorusuna cevap aramaktadır (Miller vd., 2006: 72).

Chicago Okulu, suçun nedenleri olarak biyolojik ve psikolojik faktörleri gösteren görüşleri reddederek, bireyin diğer davranışları gibi suçun da ancak bireyin içinde bulunduğu çevre ve sosyolojik değişkenlerle açıklanabileceğini iddia etmiştir (Dolu, 2011: 208). Sosyal ekolojisi anlayışıyla yola çıkan Chicago Okulu sosyologları suçu,

9Chicago Okulu, 1892 yılında Chicago Üniversitesinde kurulmuş ve bu bölüm 20. yüzyılın ortalarına kadar “Chicago Okulu” adı altında sosyoloji konusunda en etkili kuruluşlardan birisi haline gelmiştir. Okulun ana temalarından biri insan davranışlarının bireyin genetik yapısından ziyade sosyal ve fiziksel çevre tarafından geliştirildiği ve değiştirildiğidir. Sosyal ekoloji görüşünden hareketle Chicago Okulu üyeleri toplumu insan davranışlarına etki eden temel faktör olarak görmektedirler (Williams ve McShane, 1999: 54; Demirbaş, 2001: 132).

31

fiziki ve sosyal çevreyi oluşturan etmenlerin bir sonucu olarak ele almakta ve çevrenin değişimi ile birlikte ortaya çıkan sosyal değişmenin bir fonksiyonu olarak açıklamaya çalışmaktadırlar (Dolu, 2011: 208; İçli, 2004: 95).

Shaw ve McKay (1942: 435) klasik eserleri “Juvenile Delinquency in Urban Areas”da

“suçluluğun kökenlerinin toplumun dinamiklerinde yattığını” belirtmektedirler (Cullen and Agnew, 2001: 104). Buna göre suç oranının yüksek olduğu bölgelerde, toplumda birlikteliği sağlayacak ve tutarlı bir değerler sistemi, sosyal norm, inanç ve kültür birliği veya toplumda uyumu sağlayacak ortak bir harç yer almamaktadır. Göçlerle gelen bu insanların beraberlerinde getirdikleri ahlaki ve sosyal değerleri çoğunlukla bir diğeriyle uyumlu değildir ve hatta çatışma halindedir. Dolayısıyla da toplumu bir arada tutacak baskın değerler sistemi de mevcut değildir. bu durumun bir sonucu olarak geleneksel sosyal kontrol mekanizmaları da gücünü yitirmektedir. Suç oranlarının düşük olduğu yerlerde ise, diğer bölgenin aksine tutarlı, güçlü ve yüksek oranda homojen bir değerler sistemi ve sosyal kontrol mekanizmaları yer almaktadır. Bundan dolayı bu insanların çocuklarının, suç bölgelerindeki çocuklar gibi suçlular ve suç çeteleriyle doğrudan temas etmesi de söz konusu değildir (Shaw ve McKay, 2001: 105-106; Dolu, 2011: 212).

Shaw ve McKay yaptıkları çalışma sonucunda genç suçluluğunun yüksek olduğu bölgelerde göçmen nüfus oranının yüksek, gelir düzeyi ve ev sahipliği oranının düşük olduğunu; geleneksel olmayan normların kabul görürken bu normların bölge sahiplerinin çoğu tarafından geleneksel normları tamamlayıcı bir işlev gördüğünü belirtmektedirler (Shaw and McKay, 1969: 374-388’den akt; İçli, 2004: 99).

Shaw ve McKay’a (2001:108) göre çocuklar evde geçirdikleri vakitten daha fazla dışarıda zaman geçirmeye başladığında, yavaş yavaş birlikte zaman geçirilen arkadaş grupları ailenin yerini almaya başlar. Bu süreçte ailenin çocuk üzerindeki etki ve kontrolü zayıflarken arkadaşların etkisi artmaya başlar. Özellikle iki ebeveynin de çalıştığı ailelerde bu durum daha sık görülür. Zamanla çocukla ailelerin normları yerine birlikte

32

vakit geçirdikleri arkadaş gruplarının normlarına uymaya başlarlar ve bu durum çocukların ve gençlerin illegal faaliyetleri kanıksamasını kolaylaştırır (Dolu, 2011: 215).

Shaw ve McKay, sosyal organizasyonsuzluğa neden olan üç faktör belirlemektedir: (1) konut hareketliliği (residental mobility), (2) etnik heterojenlik, (3) düşük ekonomik konum (Cullen ve Agnew, 2001: 113; Miller, vd., 2006: 78; Dolu, 2011: 216).

Shaw ve MacKay’e göre, bu özelliklerin etkili olduğu bölgelerde birincil ilişkiler bozulmakta ve bu durum geleneksel sosyal kontrol mekanizmalarının çökmesine ve suçu önleyebilme kapasitesini kaybetmesine yol açmaktadır. Birincil ilişkiler iyiyse toplumsal düzen kuvvetlenir ancak kötüyse suç ve sapmayı engelleyen normal sosyal kontrol mekanizmaları işleyemez (Williams III ve McShane, 1999: 58; Dolu, 2011: 216).

Shaw ve McKay, suç oranlarıyla bölgelerin özellikleri arasında bir ilişki olduğunu belirtmektedir. Onlara göre suçun en yüksek olduğu bölgelerde şehrin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak en kötü durumda olan insanları oturmaktadır. Suç oranlarının düşük olduğu bölgelerde ise şehrin en zenginleri oturmaktadır ( Shaw and McKay, 2001: 105).

Ayrıca Shaw ve McKay, 1900-1933 yılları arasında Chicago’nun bazı bölgelerinde etnik yapının değişmesine rağmen yüksek suç oranlarının halen devam etmekte olduğunu görmüşlerdir. Buradan hareketle Shaw ve McKay, suç oranlarının yüksek olmasında temel faktörün etnik yapı değil, grubun ekonomik statü ve kültürel değerler içindeki pozisyonu olduğunu belirtmektedir (Shaw ve McKay, 1969’dan aktaran: İçli, 2004: 99).

Shaw ve McKay’e göre geçiş bölgelerinde var olan suçluluk geleneği erkek çocuklarla kuşaktan kuşağa aktarılmakta ve bu şekilde varlığını devam ettirmektedir (Shaw ve McKay, 1969’dan aktaran: İçli, 2004: 99; Dolu, 2011: 216).

Shaw ve McKay, suç oranlarının yüksek olmasının temel faktörünün etnik yapı değil, grubun ekonomik statü ve kültürel değerler içindeki pozisyonu olduğunu belirtirken, Sampson ve Groves 1989 yılında yaptıkları çalışma ile suçun doğrudan nedeninin sosyal düzensizlik olmadığını, sosyal düzensizliğin yanı sıra geleneksel sosyal kontrol mekanizmalarının çökmesi sonucu suçun ortaya çıktığını belirtmişlerdir (Sampson ve

33

Groves, 1989’dan aktaran: Dolu, 2011: 217). Buna göre sosyal düzensizlik geleneksel sosyal kontrol mekanizmalarının çökmesine neden olmakta, bu mekanizmalardaki çöküş de suça neden olmaktadır. Diğer bir ifadeyle aslında suça neden olan şey sosyal kontrol mekanizmalarının çöküşüdür, sosyal düzensizlik ise bu çöküşü tetikleyen faktördür.

Sampson ve Groves (1989) sosyal düzensizliği meydana getiren dört faktör belirlemektedir. Bunlar: (1) düşük ekonomik konum, (2) farklı etnik gruplar, (3) yüksek konut hareketliliği, (4) dağılmış veya parçalanmış aile yapısıdır (Sampson ve Groves, 1989’dan aktaran: Williams ve McShane, 1999: 58).

Ancak Sampson ve Groves sosyal düzensizliği meydana getiren bu etkenlerin tek başına ve doğrudan suç oranları üzerinde etkili olmadığını, bu değişkenlerin sosyal kontrol mekanizmalarını zayıflatarak veya çökmesine neden olarak suç oranlarında artışa neden olduğunu savunmaktadırlar. Buna göre sosyal düzensizliğe neden olan etmenler yerel düzeyde zayıf dostluk ve arkadaşlık bağları kurulmasına veya bu bağların kopmasına, çocukların ve gençlerin aileler tarafından yeterince gözetlenememesine ve insanları birbirine yabancılaştırarak bireylerin toplumsal faaliyetlere yeterince katılmamalarına neden olarak suç oranlarında bir artışa neden olmaktadır (Sampson ve Groves, 1989’dan aktaran: Dolu, 2011: 218).

Sampson ve Wilson ise, sosyal düzensizliğin nedeninin ırk ve etnisite temelli ayrımcılık politikaları olduğunu iddia etmektedir. Sampson ve Wilson (2001:112) Amerikan şehirlerinde fakirlik ve dağınık aile yapısının ırklara göre dağılımını incelediklerinde bu durumun rast gele olmadığını ve bu olumsuzlukların özellikle zencilerin yaşadıkları bölgelerde yoğunlaştığı görmüşlerdir. Wilson “The Truly Disadvanteged” adlı kitabında bu durumu “yoğunlaşma etkisi” (concentration effects) olarak adlandırmış ve bu ifade ile fakirlik, işsizlik, kaliteli okulların bulunmaması, geleneksel rol modellerin bulunmaması veya fazla olmaması, bozuk aile yapısı (tek ebeveynli aile, parçalanmış aile, vb.) gibi dezavantajların belli bölgelerde yoğunlaşmasını kast etmektedir (Sampson ve Wilson, 2001: 113).

34

Sampson ve Wilson’un sunduğu modele göre şehirdeki yerleşim bölgeleri arasında görülen sosyo-ekonomik eşitsizlikler her bölgenin demografik yapısını belirlemektedir.

Sosyo-ekonomik olarak dezavantajlı konumdaki insanlar maddi sorunlar nedeniyle şehrin belirli bölgelerinde yoğunlaşmakta ve burada toplumun genelini temsil eden kurumlar ve kişilerden izole bir şekilde yaşamaktadırlar. Bu şekilde dezavantajlı bölgelerde izole bir şekilde yaşayan insanlar arasında mevcut olan sosyal düzensizlik sosyal kontrol mekanizmalarının çökmesine neden olmakta bu çöküş ise suçu doğuran ortamları ortaya çıkarmaktadır. Sampson ve Wilson’a göre ailelerinin düşük ekonomik konumlarından dolayı bu dezavantajlı bölgelerde yaşamak zorunda olan çocuklar toplumun genelinde kopuk bir hayat yaşamakta, çoğunlukla azınlık öğrencilerinin gittiği okullara devam etmekte ve kendi bölgelerinin dışına çok az çıkabilmektedirler. Aynı zamanda bu çocuklar toplumun genelinde izole bir hayat yaşamalarından dolayı ihtiyaç duydukları rol modelleri bulamamaktadır. Sampson ve Wilson sosyal izolasyon ile bu çocukların hem içinde bulundukları ortam için geçerli olan norm ve değerler çerçevesinde bir bakış açısı kazandığını hem de kendilerini bu ortamdan kurtaracak fırsatlara ulaşma imkanı bulamadıklarını ve yaşadıkları ortamın sınırlarında sıkışıp kaldıklarını belirtmektedir.

Dolayısıyla yaşanan yapısal sorunlar ve eşitsizlikler sonucu bu çocuklarda toplumun geri kalanından farklı bir sosyal algı ve kültürel yapı oluşmakta ve bir fasit daire halinde bu şekilde devam etmektedir. Sonuç olarak sosyal düzensizlik bu izole toplumları kaplamakta ve geleneksel sosyal kontrol mekanizmaları iflas ederek sorunlu ve suça toleranslı bir ortam meydana getirmekte, böyle bir ortamda yetişen çocuklar ise suç ve sapma içeren davranışlar sergileme daha çok meyilli veya toleranslı olmaktadırlar (Sampson ve Wilson, 2001: 114-116).

Sampson, Raundenbush ve Earls’a göre sosyal yapıdaki bozulma yalnızca geleneksel sosyal kontrol mekanizmalarının zayıflamasına neden olmakla kalmamakta aynı zamanda toplumdaki güven ve birliktelik ruhuna da zarar vermektedir. Sampson ve arkadaşları geneleksel sosyal kontrol mekanizmaları, toplumsal güven ve birliktelik ruhunu birlikte içine alan “toplumsal tutkunluk” (collective efficacy) kavramını ileri sürmüş ve bu kavramla yapısal faktörler ve suç arasındaki değişkenleri ifade ettiklerini

35

belirtmişlerdir. Sampson ve arkadaşları toplumsal tutkunluk kavramıyla sosyal düzensizlik teorisini yeniden formüle etmişlerdir (Sampson vd., 2001: 120; Dolu, 2011: