• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: SOSYAL DEVLETİN DÖNÜŞÜMÜ: SOSYAL DEVLETTEN

1.1. Sosyal Devletin Dönüşümü ve Bu Dönüşümün Yerel Yönetimler Üzerindeki

1.1.3. Sosyal Devletin Dönüşümü ve Yeni Kamu İşletmeciliği

1970’lerde yaşanan ekonomik kriz ve durgunlukların ardından, ekonomide Keynesyen yaklaşım ve refah devleti anlayışı terk edilmeye ve yerine liberal yaklaşım benimsenmeye başlanmıştır. Bu süreç, devletin ekonomik ve toplumsal yaşamdaki

rolünün tartışılmasını da beraberinde getirmiştir. Böylelikle her şeyi bizzat üstlenen ve yapan devlet anlayışından, her şeyi sadece denetleyen ve yapılmasının önündeki engelleri kaldıran devlet anlayışına doğru hareket eden bir sürece girilmiştir. Doğal olarak bu süreç, devletin ne yapması veya ne yapmaması gerektiği konusunda yoğun tartışmaları beraberinde getirmiştir (Ökmen ve Parlak, 2008: 344).

1980’li yılların sonuna doğru, kısaca “yeni kamu işletmeciliği (new public management)” adıyla özetlenen yaklaşım tüm dünyayı etkisi altına almaya başlamıştır. Başlıca iddiası, verimsiz bürokrasilerden kaynaklanan sorunların, bunların yerine özel sektör politika ve uygulamalarının konulmasıyla giderilmesi olan yeni kamu işletmeciliği yaklaşımı, kamu yönetimini serbest piyasa ve pazar ekonomisine ilişkin temel değerler etrafında girişimci yönetim niteliğine sahip çıkacak şekilde yeniden oluşturma çabasını ifade etmektedir (Ökmen ve Parlak, 2008: 253).

Yeni kamu işletmeciliği anlayışı, kamu yönetiminin piyasa benzeri koşullar içerisinde çalışmasını amaçlamaktadır. Neo-liberal ilkeler çerçevesinde şekillenen yeni kamu işletmeciliği anlayışı, özelleştirmeler ve kamu harcamalarının kısılması ile devletin küçültülmesini öngörmektedir (Ersöz, 2004: 37).

Devletin asli görevleriyle ilgili olmayan alanlardan tamamen çekilmesi, temel hizmetlerden yeterince yararlanamayan kesimlere yönelik Keynesçi devlet politikalarından vazgeçilmesi, bunlara yönelik sosyal güvenlik ve transfer harcamalarının azaltılması, devletin terk ettiği alanlardaki hizmetlerin özel sektör ya da gönüllü kuruluşlar eliyle yerine getirilmesi yaklaşımının benimsenmesi, düzenleyici ve yeniden dağıtıcı refah devleti anlayışından kopuşu ve piyasa sürecine dayalı devlete yönelişi anlatmaktadır (Ökmen ve Parlak, 2008: 253).

1980’den itibaren özelleştirmeye ağırlık vermek suretiyle devletin ekonomik faaliyetlerini özel sektöre veya sivil toplum örgütlerine bırakmasının yanı sıra desantralize edilebilecek kamusal hizmetlerin yerel yönetimlere devredilmesi yönünde bir eğilim süreci de söz konusu olmuştur (Yüksel, 2004: 3). Merkeziyetçi ve otoriter olarak nitelendirilen siyasi sistemler bile bu eğilim çerçevesinde yapılarını ve

fonksiyonlarını desantralizasyon2 düşüncesine göre yeniden düzenlemeye başlamışlardır (Eryılmaz, 2007a: 86).

Klasik anlamda desantralizasyon, merkezi idareden mahalli idarelere doğru yetki, görev ve kaynak aktarımını ifade etmektedir. Modern anlamda desantralizasyon ise merkezi idarenin elindeki planlama, karar verme ve kamu gelirlerinin toplanması gibi idari yetkilerinin bir kısmını taşra kuruluşlarına, mahalli idarelere, federe birimlere, yarı özerk kamu kurumlarına, meslek kuruluşlarına ve idarenin dışındaki gönüllü örgütlere (dernek ve vakıf gibi) aktarılmasıdır. Kısaca merkezi idarenin küçültülmesi olgusu olan desantralizasyon, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde çeşitli şekillerde uygulama alanı bulmuştur (Eryılmaz, 2007a: 86).

Desantralizasyon kavramının siyasal, işlevsel ve mali boyutları bulunmaktadır. Desantralizasyonun siyasal boyutu, meclis üyeleri, belediye başkanları, vali ve kaymakamların seçimle işbaşına getirilmelerini, işlevsel boyutu eğitim, sağlık, kültür, ulaştırma ve altyapı başta olmak üzere başlıca görev alanlarının giderek tüm boyutlarıyla yerel yönetimlere devredilmesini, mali boyutu ise devlet bütçesi içinde yerel yönetim paylarının arttırılmasını, yerel yönetimlere vergi oranlarını belirleme ya da vergi koyma yetkisi verilmesini ifade etmektedir (Ayman Güler, 2000: 26, 27). Desantralizasyon ile belde halkının taleplerine en uygun hizmetlerin ancak yerel yönetimler tarafından tespit edilebileceği ve sunulabileceği, böylece yerel kamu hizmetlerinin daha hızlı, daha ucuz, daha kaliteli ve daha etkin yürütülmesinin sağlanacağı iddia edilmektedir. Diğer taraftan ise bölgeler ve kentler arası farklılıklara bağlı olarak farklı maliyetlerde ve farklı standartlarda hizmet sunumları gerçekleşeceği sebebiyle endişeler bulunmaktadır (Acartürk ve Özgür, 2004: 149-153). Çünkü bir ülkede yerel yönetim birimleri nüfus, doğal kaynaklar, beşeri sermaye ve vergi potansiyeli gibi unsurlar açısından farklı konumlarda bulunmaktadırlar. Bu da, yerel yönetim birimleri arasında ekonomik ve mali potansiyel açısından farklılaşmalara yol açarak (Arıkboğa, 2004: 22), sunulan hizmetlerin niteliğinde ve niceliğinde uçurumlara neden olabilmektedir.

2

Türkçeye “adem-i merkezileştirme”, “yerinden yönetimleştirme” olarak çevirilen desantralizasyon kavramı içerisinde deconsentration (yetki genişliği), delegation (yetki göçerimi), devolution (gerçek anlamda adem-i merkeziyet), privatizing (özelleştirme), denationalisation (millisizleştirme) ve deregulation (serbestleştirme) gibi çok çeşitli uygulamaları barındırmaktadır (Özel, 2007: 416, 417).

Desantralizasyon ek olarak Avrupa Birliği ile birlikte subsidiarity3 (yerindenlik) ilkesi önem kazanmıştır. Yerindenlik ilkesine göre, kamu hizmetleri tercihen vatandaşlara en yakın birimler olan yerel yönetimler tarafından sunulmalıdır. Bu çerçevede AB, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde yerel yönetimlere önemli sorumluluklar yüklemektedir (Al, 2007: 366, 367).

Desantralizasyon politikaları ile merkezi hükümetlerin ya da federal devletlerin yerele devrederek terk etmeye başladıkları yetki ve sorumluluk alanlarının en önemlilerinden birini sosyal yardım ve hizmetler oluşturmaktadır. Bu çerçevede yerele devredilen sosyal hizmet ve yardımlar hakkında karar verme, sağlama ve finanse etme işi de yerel yönetimlere bırakılmaya başlanmıştır. Yerel yönetimler ise kolektif hizmetlerin üretiminden çekilmeye, rekabete açılmaya ya da hizmetleri piyasa mekanizmalarından satın almaya başlamışlardır. Örneğin İngiltere’de Thatcher’li yıllarda, yerel otoritelere orta eğitimi zorunlu kılıp kılmama yetkisi tanınmış, belediye konutları satılmış ve yeni düzenlemelerle yaşlılara hizmet veren yerel yönetimlere ait bakım evlerinin özelleştirilmesine olanak tanınmıştır (Sallan Gül, 2009: 89).

1990’lı yıllarda küreselleşen dünyada etkin çalışan bir devlet örgütlenmesinin nasıl gerçekleştirileceği tartışmaları devam etmiştir. Doğal olarak refah devleti anlayışının sorgulanması ve devletin rolünün yeniden tanımlanması arayışında küresel rekabette etkin çalışan bir kamu yönetimi sistemi oluşturma ihtiyacı ve demokratikleşme taleplerine cevap verebilme zorunluluğu büyük rol oynamıştır. Piyasa ekonomisi çerçevesinde faaliyet gösteren daha küçük, ekonomik etkinliği ve refahı arttıracak bir kamu kesimi oluşturma sürecinde özelleştirme, düzenleme (regulation) ve yasal kurumsal serbestleşme (deregulation) politikaları önem kazanmaya devam etmiş ve pek çok ülkede uygulama alanı bulmuştur (Ökmen ve Parlak, 2008: 252).

1990’lı yılların sonlarından itibaren IMF, OECD, Dünya Bankası gibi kuruluşlar başta olmak üzere, tüm uluslararası aktörler küreselleşme gibi yerelleşmeyi de kaçınılmaz bir süreç olarak ifade etmişler (Sallan Gül, 2009: 90), özellikle Dünya Bankası

3 1985 yılında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilen ve Türkiye tarafından da 1988 yılında imzalanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na göre subsidiarite ilkesi, kamusal hizmetlerin genel olarak ve tercihen halka en yakın birimler tarafından yerine getirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Buna göre, bu hizmetlerin başka bir birime devredilmesi ancak hizmetin kapsamı, niteliği ile etkinlik ve ekonominin gerekleri gibi nedenlerle söz konusu olacaktır (Nadaroğlu, 2001: 70).

desantralizasyon politikasının hızlandırılarak uygulanması amacıyla çeşitli projeler üretmiştir (Ayman Güler, 2000: 26).

Dünya Bankası tarafından 1990’lı yıllarda kamu yönetimi alanına kazandırılan ve merkezi yönetim ve yerel yönetimlerin yanında özel sektörün ve sivil toplum kuruluşlarının da yönetimde söz sahibi olmalarını öngören çok aktörlü bir yönetim sistemine işaret eden yönetişim (governance) kavramı (Eryılmaz, 2007a: 27), bir yandan etkin, bağımsız, hesap sorulabilen ve saydam bir kamu yönetimi yapısını ifade ederken, diğer yandan da kamu harcamalarının kısılması, kamu hizmetlerinin özel sektör eliyle gördürülmesi (ihale yöntemi) ve özelleştirme uygulamaları ile özdeşleşen minimal devlet anlayışı ile bütünleşmektedir (Aydın, 2008: 45).

Küreselleşmenin doğal bir sonucu olarak, Türkiye de bu sürecin dışında kalamamış, yönetim sistemini yukarıda genel hatlarıyla verilmeye çalışılan ilkeler çerçevesinde yeniden yapılandırmaya başlamıştır.