• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ZİHİNSEL ARKA PLAN

2.2. Cumhuriyet Dönemi’nde İslamcılık

2.2.1. Sivil Tepkiler

Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan özellikle sembolik düzeydeki sekülerleşme bağlamında geleneksel/İslami sembollerin yasaklanması tarikat çevrelerinde tepkilere yol açmıştır. Bu anlamda Cumhuriyet ideolojisine karşı ortaya çıkan sivil karakterli tepkiler genel olarak tarikat çevrelerinde gelişmiştir. Ancak bu durum tüm tarikatlar için geçerli olmayıp özellikle Nakşibendi tarikatının bazı kolları olaylara karışmıştır.

1925’te tekke ve zaviyeler kapatılıp tarikat faaliyetleri yasaklanınca tarikat mensuplarının önemli bir kısmı yeni durumu, (meşrepleri ve eğitim süreçleri gereği) “kader, imtihan, sabır ve tevekkül” gibi kavramlar bağlamında değerlendirmiş; Müslüman-Türk siyasi kültüründe önemli bir yeri olan ve çoğu zaman tüm olumsuzluklara katlanmayı gerekli kılan “Ulu’l-Emr’e ve devlete itaat” düşüncesi temelinde bir refleks geliştirerek (Kara, 2008: 186) yeni rejime karşı topyekûn bir “başkaldırıdan” uzak durmayı tercih etmişlerdir. Dışlayıcı laik politikaların uygulandığı 1923-24’ten 1950’lere kadar devletin kuvvetli takibatına ve baskılarına rağmen büyük kısmı “bir şekilde” varlığını devam ettirmiş, çok partili yıllarda baskıların hafiflemesine kadar “yer altında” faaliyetlerini sürdürmüştür. Bununla birlikte Cumhuriyetçiliğe ve hatta Atatürkçülüğe kayan ve yeni duruma kolayca adapte (ve netice olarak zamanla

84

asimile) olan şeyhler ve tarikat mensuplarının sayısı da küçümsenmeyecek kadar fazladır. Ancak tarikat çevrelerinin ekserisi yaşadıkları hayal kırıklığı ile kenara çekilmiş, sabır ve tevekkül ile içine kapanarak “mücadeleye” (ki bu mücadele daha çok hayatta kalma mücadelesi olmuştur) sessizce devam etmeyi tercih etmiştir (Kara, 2008: 188).

Bununla birlikte cumhuriyet döneminde ortaya çıkan isyanların bir kısmında bazı tarikat çevreleri “motor” vazifesi görmüş, halkı ayaklanmaya teşvik etmiş; ancak bu başkaldırılar rejim tarafından sert bir şekilde bastırılmıştır. Bunlardan en meşhurları şunlardır: Nakşibendi Tarikatı şeyhlerinden Şeyh Said’in 13 Şubat 1925’te başlattığı isyan Mart ayının ilk günlerinde iyice büyümüş, bölgeye sevk edilen askerler tarafından sert biçimde bastırılmıştır (Tunaya, 1991: 159). Rize’de yine Nakşibendi Tarikatı mensuplarının hükümetin zorla şapka giydireceği, kadınların çarşaflarını açacağı, Kur’an’ı kaldıracağı yolundaki propagandaları netice vermiş, 25 Kasım 1925’te yöre halkı ayaklanmış, hareket Of ilçesine de yayılmış ve silahlı bir isyan teşebbüsü baş göstermiştir. Bu hareketin Giresun’da da takipçileri olmuş, 1925 Ocak ayında Erzurum’da bir Pazar günü okutulan mevlitten sonra yürüyüş yapan hocalara halk da destek vermiştir. Aynı tarihlerde Maraş’ta bulunan Camii Kebir’den çıkan bir kısım “tahrikçiler” şapka giymeyecekleri yönünde bağırarak yürüyüş yapmışlardır. Söz konusu olayların büyümesi üzerine hükümet kuvvetleri harekete geçerek olayları bastırmış; Ankara’da İstiklal Mahkemeleri kurulmuştur. İrtica olayları ile ilgili olarak İstanbul’da da tevkifler yapılmış, İstiklal Mahkemelerinde yargılanan pek çok kişi idam edilmiştir (Tunaya, 1991: 167).

Yakın tarihimizde en çok ses getiren olaylardan birisi de Menemen Hadisesidir. Nakşibendi Tarikatı mensubu Derviş Mehmet ve beraberindekiler 22 Aralık 1930’da Menemen ilçesinde halkı ayaklandırarak hükümet konağı önünde toplamış dinin elden gittiği yönünde konuşmalar yaparak toplanan yaklaşık bin kişiyi galeyana getirmiştir. Olaylara müdahale etmek isteyen askeri müfrezenin kumandanı Kubilay topluluk tarafından linç edilmiş, bunun üzerine müfreze kalabalığa ateş ederek dağıtmıştır. Yapılan incelemeler neticesinde olayın Nakşibendi hareketlerin bir parçası olduğu tespit (iddia) edilmiş, 31 Aralık günü Menemen, Manisa, Balıkesir ve Antalya’da yapılan tevkiflerin sayısı 2200’ü bulmuş, Menemen ve çevresinde sıkı yönetim ilan edilmiştir.

85

Olay neticesinde Divan-ı Harp’te yargılanan pek çok kişiye ağır hapis cezaları verilmiş, 28 kişi de idam edilmiştir (Tunaya, 1991: 172-173). 1933 Şubatının ilk günlerinde Bursa’da vuku bulan Arapça Ezan hadisesi de yine tarikat menşeli bir olaydır. Nakşibendi tarikatına mensup Kozanlı İbrahim ve arkadaşları Ulucami’den çıkan cemaati etrafında toplayarak Arapça ezan yasağını protesto etmek için Vilayet Konağı önüne gitmiş, kalabalık zabıta tarafından dağıtılarak olayın elebaşları tutuklanmış ve cezalandırılmıştır (Tunaya, 1991: 174-175).

Tunaya’ya göre bütün bu “saldırganlıklar” cumhuriyet idaresinin, imtiyaz ve çıkarlarını elinden alacağı endişesiyle hareket eden “dini derebeyleri” tarafından organize edilmiştir. Giriştikleri hareketlerin müşterek özellikleri anarşik, ayırıcı ve fevkalade iptidai fikirlere dayandığı için gerici (irticacı)dırlar. Türk devriminin yobazlığa, irticaa, hatta muhafazakarlığa karşı kesin davranışlara sahip olduğu bir devirde bu tarz olayların süratle bastırılması, açık ve geniş propaganda faaliyetine meydan vermemelerini, siyasal hayata karışmamalarını sağlamıştır (Tunaya, 1991: 176).

Yazarın (benzer pek çok yaklaşımda olduğu gibi) ideolojik değerlendirmesi, aynı zamanda dönemin yöneticilerinin konuya bakış açısını da yansıtması açısından önemlidir. Batılılaşma ile yaşanan toplumsal değişim; Kemalist ideolojinin dışlayıcı laiklik uygulamalarının toplumsal muhayyilede meydana getirdiği kırılmalar ve cumhuriyetin kurulmasına destek veren “İslami” kesimin yeni rejimle birlikte yaşadığı hayal kırıklığı göz ardı edilerek yapılan değerlendirmeler ideolojik olmaktan öteye geçmemektedir. Söz konusu saikalarla hareket edenler bulunmuş olmakla birlikte, topyekun muhalefeti “irticacı”, “yobaz”, “bağnaz”, “bölücü” gibi ithamlarla yaftalamak, alınan sert tedbirlerin meşruluğunu sorgulamamıza sebep olurken, bu uygulamaları hararetle savunanların konuya yaklaşımlarındaki objektifliği de tartışmaya açmaktadır. Netice olarak yasal zeminini kaybeden tarikatların bir kısmı illegal olarak faaliyetlerini sürdürmeye çalışmış, kapatılan tekke ve zaviyelerin yerini camiler almaya başlamıştır. Tarikat liderlerinin bir kısmı cami imamlığı gibi vazifeler alarak tarikat çalışmalarını cami sohbetleri görüntüsü altında devam ettirmiştir. Bu dönemde bazı İslamcılar kültürel faaliyetlere yönelirken özellikle kapatılan medreseler Doğu’daki aşiret

86

hayatının dışa kapalılığından yararlanarak illegal olarak faaliyet göstermeye devam etmiştir (Şentürk, 2011: 147).

Tarikatların tutumu, çok partili hayata geçildikten sonra yeniden canlanan (siyasal) İsamcılığa taban teşkil etmesi açısından önemli olmakla birlikte asıl üzerinde durulması gereken siyasal İslam’a fikri/ideolojik kaynaklık eden ve günümüze kadar İslamcı siyaseti düşünsel anlamda besleyen, İslami kesimin diğer temsilcisi ilmiye/ulema/aydın kesiminin aldığı tavırdır. Cumhuriyet ideolojisinin ve idaresinin 1924 yılından itibaren inşa edip uyguladığı ve zaman zaman sert dönemeçlerden geçmeye zorladığı din politikalarına karşı medrese çıkışlı alimlerin, şeyhlerin ve İslami endişe sahibi aydınların tavır alışları da tarikatlarda olduğu gibi, bir yeknesaklık ve tek tiplilik göstermemektedir (Kara, 2008: 194).

Mesela Ahmet Hamdi Akseki, Seyyid Bey, M.Şemsettin Günaltay gibi bir kısmı memuriyet veya siyasete devam ederken Babanzade Ahmet Naim, Ferit Kam, İzmirli İsmail Hakkı gibileri 1933 üniversite reformuna kadar darülfunundaki görevlerine devam etmişlerdir. Mehmet Akif ve Mustafa Sabri Efendi yurt dışına gitmiş, Said Nursi 1925’ten itibaren göz hapsinde tutulmuş, İskilipli Mehmet Atıf Efendi ile Elmalılı Muhammed Hamdi İstiklal Mahkemelerinde yargılanmış, ilki idama mahkum edilirken ikincisi beraat etmiştir. Bunlardan bazıları devletin dine karşı olumsuz yaklaşımına karşı bazı konularda TBMM’ye yardımcı olmayı kabul etmiştir. Mehmet Akif Kur’an meali, Elmalılı Muhammed Hamid Kur’an tefsiri ve Babanzade Ahmed Naim de Tecrid-i Sarih tercüme ve şerhi görevlerini kabul etmiştir (Özcan, 2001: 65).

Bu bağlamda cumhuriyet döneminde yeni rejime karşı muhalefet biçimleri açısından İslamcı veya İslami endişe/duyarlılık sahibi alim/aydınları temel olarak iki grupta değerlendirmek mümkün görünmektedir: Aktif muhalefet yapanlar ve pasif muhalefette kalanlar.

Kara (2008), Cumhuriyet dönemiyle birlikte yeni rejime açıktan muhalefet etmeyen ancak aynı zamanda İslami duyarlılıklarını koruyarak hareket eden alim/aydınları rejimle ilişkileri bağlamında üç sınıfta değerlendirmektedir. Bunlardan birincisi, cumhuriyet devrinde dinle alakalı konularda radikal düzenlemeler yapan ve ağır/kaba

87

icraatlarda bulunan siyasi merkezle uzlaşarak ve aktif görevler alarak bir mücadele yürüten ilmiye tipi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu grubun en bilinen örneği Ahmet Hamdi Akseki olmuştur; neredeyse kayda değer hiçbir dini yayının yapılmadığı 1924-1945 arasında on beşe yakın dini içerikli kitap yazmış ve bu kitapları devlet bütçesiyle yayımlamıştır (Kara, 2008: 196-199).

Pasif muhalefette kalanların ikinci tipi ise Cumhuriyet idaresinin kuruluşunun hemen akabinde pasif muhalefete çekilen, DP iktidarına kadar da sistemin dışında kalmayı tercih eden/merkezin dışında bırakılan sınıftır. Bu sınıfın en bilinen örneği Bediüzzaman Said Nursi olmuştur; cumhuriyetin ilk yıllarında kendisine teklif edilen bazı resmi görevleri tercih etmemiş, çok partili siyasi hayata geçilene kadar sistemin dışında kalarak talebe yetiştirmeye gayret etmiştir (Kara, 2008: 202-207).

Üçüncü tip pasif muhalefet ise dış görünüşü ve faaliyetleri ilk bakışta dini gözükmeyen, hatta rahatlıkla Atatürkçü, laik, Halk Partili denilebilecek kişiler; akademisyenler, yazarlar, subaylar, yüksek yargı mensupları gibi kimselerden oluşmaktadır. Bunların en bilinen örnekleri ise Süheyl Ünver ve Osman Nuri Ergin olmuştur; bu sınıftakiler çoğu zaman dini kimliklerini gizlemiş, din ile modern hayat arasındaki gerilimi; milli değerlere vurgu azaltmaya çalışmış, İslam’ın muamelata dair hükümleri yerine kültürel ve ahlaki boyutunu önplana çıkararak din üzerindeki baskıyı hafifletmeye çalışmıştır (Kara, 2008: 208-216).

Özellikle 1950 öncesi Cumhuriyet dönemi İslamcı aydınların önemli bir özelliği de, alternatif bir İslamcı siyaset ideolojisi ve projesi ortaya koymak yerine genellikle İslam’ın iman, ibadet ve ahlaka dair hükümlerini öne çıkararak mevcut sistem dahilinde dini kimliğin korunup geliştirilmesine, maddi kalkınmayla manevi kalkınmanın birlikte gerçekleştirilmesine katkıda bulunma çabaları olmuştur (Kutluer, 2001: 67).