• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ZİHİNSEL ARKA PLAN

2.1. Osmanlı’da İslamcılığın Doğuşu

Sanayi devriminin ardından Avrupa’nın (Batı medeniyetinin) hakim güç olarak dünyaya yayılmaya başlaması İslam dünyasında pek çok sorunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu dönemde Batı karşısında siyasi, askeri ve ekonomik üstünlüğünü kaybeden İslam dünyası (diğer batı-dışı toplumlarda olduğu gibi) belki de tarihinde ilk kez modernleşme/batılılaşma olgusuyla karşılaşmıştır. Eski kurumların teker teker yerini yeni/batılı kurumlara bıraktığı bu büyük ve sancılı değişim süreci pek çok problemi ve tartışmayı da beraberinde getirmiştir. 19. Yüzyıldaki tartışmaların büyük çoğunluğu tarih sahnesindeki belirleyici rolünü Batı’ya bırakmak üzere olan bir medeniyetin (İslam medeniyeti) ve dağılmak üzere olan bir devletin (Osmanlı) hayatta kalma mücadelesini yansıtmaktadır. Bu anlamda modern İslami kimliğin (İslamcılığın) ortaya çıkmasında/oluşmasında en büyük etken de kuşkusuz, Batı’nın 19. yüzyıldaki bu meydan okuması ve askeri, siyasi, hukuki, kültürel vb. alanlarda hızlı bir şekilde Müslüman toplumsal hayatına girmeye başlaması olmuştur.

Osmanlı’da batılılaşma ordunun modernizasyonu ile başlayıp devlet/yönetim ve günlük hayatla devam etmiştir. Bu noktada batılılaşmaya karşı koyma düşüncesi etrafında şekillenen siyasi akımlardan birisi de İslamcılık olarak ortaya çıkmıştır. Namık Kemal, Afgani, Sait halim Paşa, Mehmet Akif gibi erken dönem İslamcı aydınlar yazılarında

80

Batı’nın meydan okumasına karşı İslami bir cevap vermek gerektiğini vurgulamışlardır (Dağı, 2001/2002: 2). Mardin’e göre İslamcılık cereyanı, özelliklerini daha çok 19. Yy. ortalarında kazanan, Osmanlı Devleti’nin uzak çevresinde ve Hindistan’da şekillenmiş olmasına rağmen 1870’lerden itibaren imparatorluğun merkezinde gittikçe güçlenen bir ideolojik davranış kümesine verilen addır. 1860’lardan itibaren Tanzimatçıların batıcı tutumları Osmanlı aydınları tarafından şiddeti giderek artan bir şekilde eleştirilmeye başlanmış, 1870’ten sonra Türkiye için “Batılılık” yerine İslami bir model ortaya koymak isteyen düşünürler etkilerini güçlü bir şekilde hissettirmeye başlamışlardır. O yıllarda tahtta oturan İİ. Abdülhamit için de bu fikirler geçerli bir politika olarak belirmeye başlamıştır. Padişah, bundan sonra İslamlığı gerek kendi ülkesindeki tebaasını birleştirmek için bir bayrak olarak; gerek ülke dışındaki Müslümanlar için emperyalizme bir karşı koyma amacı olarak düşünmeye başlayarak bu politikayı Orta Asya, Kuzey Afrika ve Uzakdoğu’da ajanları/görevlileri (daha çok sufiler) aracılığıyla uygulamaya çalışmıştır (Mardin, 2000: 11, 16).

Bu anlamda Türkiye’de Siyasal İslam’ın tarihini Tanzimat’a kadar götürmek mümkündür. Kuşkusuz o dönemde ortaya çıkan diğer düşünce akımları gibi “İslamcılık” düşüncesinin ortaya çıkmasında da Batı karşısında alınan yenilgi ve Batı’dan güçlü bir şekilde gelen/dayatılan yeni yaşam tarzına karşı koyma çabası bulunmaktadır. İslamcılık düşüncesinden önce dağılmak üzere olan imparatorluğu bir arada tutmak adına bir Osmanlıcılık düşüncesi/siyaseti uygulanmaya çalışılmıştır. Osmanlıcılık düşüncesi Osmanlı memleketindeki Müslüman ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasi hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece aralarında tam bir eşitlik sağlamak; din ve düşünce özgürlüğü noktasında aradaki farkları ortadan kaldırmak; bu eşitlik ve özgürlükten faydalanarak tüm Osmanlı vatandaşlarıyla, aralarındaki din ve etnik farklara rağmen, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki “Amerikan” halkı gibi müşterek vatanda birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı Milleti meydana getirmek ve böylece Osmanlı Devleti’ni eski sınırlarıyla muhafaza etmeyi hedeflemiştir (Akçura, 1976: 19-21). Ancak gayrimüslimlere tanınan haklar Batılı güçler tarafından Osmanlı’nın iç işlerine müdahale aracı olarak kullanılmış ve devleti zayıflatmaya yönelik faaliyetlerin önünü açmıştır. Bununla birlikte Güneydoğu Avrupa’da

81

(Balkanlarda) hızla yayılan ulusçuluk/milliyetçilik akımı Osmanlıcılık düşüncesini başarısız kılmıştır (Eligür, 2010: 39-40).

Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine, Avrupalıların “Panislamizm” olarak adlandırdıkları “İslamcılık” siyaseti güçlü bir şekilde sesini duyurmaya başlamıştır. Osmanlı yönetimindeki gayrimüslim azınlıkların elde ettikleri hakları devletin bütünlüğü aleyhinde kullanmaları, devletin kurtuluşunun (aynı zamanda asli unsur olan) Müslüman halk eliyle mümkün olacağı fikrini doğurmuştur. Böylece öncelikle Osmanlı topraklarında yaşayanlar olmak üzere tüm dünya Müslümanlarını etnik farklarına bakmaksızın İslam ortak paydasında birleştirerek tek bir “İslam Milleti” oluşturma düşüncesi etrafında şekillenen İslamcı siyaset, devletin yeni kurtuluş umudu olarak uygulanmaya çalışılmıştır (Akçura, 1976: 21).

Siyasi bir proje olarak Osmanlıcılık düşüncesinin başarısızlığa uğramasının ardından hayata geçirilmeye çalışılan İslamcılık düşüncesi de Araplar arasında yayılan milliyetçilik akımı neticesinde başarısız olmuş ve uygulamadan kaldırılmıştır. İİ. Meşrutiyet’in hemen ardından Mısır ve Suriye başta olmak üzere Arap dünyasında Hıristiyan Arapların da etkin bir şekilde rol aldığı Arap milliyetçiliği davası güden ve Osmanlı hakimiyet ve hilafetine karşı batılı devletlerle işbirliği yapan pek çok gurup ve cemiyet ortaya çıkmış, böylece İslamcılık siyasetinin fiilen uygulama imkanı ortadan kalkmıştır. Nihayet Arnavut isyanı ve bu isyanda Müslüman Arnavutların milliyetçi Arnavutları desteklemeleri, ardından Trablusgarp ve Balkan savaşlarında Türk olmayan Müslüman unsurların Osmanlı Devleti’nin karşısında yer almaları İslamcılar arasında büyük hayal kırıklıklarına yol açmıştır. Netice olarak Balkan Savaşları 1912’de sona erdiğinde İttihat ve Terakki Hükümeti büyük ölçüde İslamcılık siyasetinden vazgeçmiş, fikren bağlı olduğu Türkçülüğe ve Türk milliyetçiliğine yaslanan bir siyaseti tercih etmeye başlamıştır. 1918’de Birinci Dünya Savaşı bittiğinde ise bir “İslam Milleti” fikri bütün maddi dayanaklarını kaybetmiş ve İslamcılıktan geriye siyasi olarak “İslam’la takviye edilmiş bir milliyetçilik” kalmıştır (Kara, 1997: 30).

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte İslam’dan arındırılmış bir Türk milliyetçiliğine dayanan “Türk Devrimi” gerçekleştirilmiş, böylece İslamcı politika tamamen terk edilmiştir (Tunaya, 1991: 141). Milli Mücadele başarıya ulaştıktan sonra geleneksel

82

bürokrasiyi tasfiye etmenin en etkin yolu olarak görülen sekülarizasyonla güdülen ilk amaç, İslam dininin ve temsilcilerinin siyasal, toplumsal ve kültürel alanlardaki yetkilerini ve güçlerini ortadan kaldırmak, bunu yalnızca inanç ve ibadet alanında bırakmak olmuştur. Bu çerçevede yapılan girişimlerin tümünün asıl amacının İslamcı ideoloji karşısında milliyetçi ideolojiyi etkin kılmak olduğu açıktır (Sarıbay, 1985: 72-73).

Bununla birlikte İslamcılık akımı/düşüncesi bilhassa Meşrutiyet yılları boyunca kazandığı hakim mevkii ve kazançları, her çeşidi ile saltanat ve teokrasiyi reddeden bir devlet sistemi olarak vücut bulan Cumhuriyet rejiminde de devam ettirme iddiasından vazgeçmemiştir (Tunaya, 1991: 141). Zira Kurtuluş Savaşı boyunca Anadolu’nun birçok bölgesinde direniş, İslami kuruluşlar ve din adamları tarafından örgütlenmiş, bu din adamları Birinci ve İkinci Meclislere temsilci olarak katılmışlardır. Cumhuriyet’in hızlı bir şekilde laikliğe doğru attığı adımlarla birlikte (İslami düşünceye sahip) bu kimselerin kamu işlerindeki rolü azalmış, bu geri çekilme İkinci Dünya Savaşı’na kadar devam etmiştir (Mardin, 2000: 30). Nitekim Kılıç’ın “Türkiye’de Din Devlet İlişkileri’nde Yönetici Seçkinlerin Rolü” isimli çalışmasında ileri sürdüğü “Üç Halka Yönetici Seçkinler Teorisi”ne göre “Muhafazakar Yönetici Seçkinler” Cumhuriyet’in kuruluşunda ve ilk yıllarında oldukça etkiliyken kısa bir süre sonra tasfiye edilerek yerlerini “Kökten Batıcı Seçkinlere” bırakmış, 1940’lardan sonra ise “Liberal Batıcı Seçkinlerin” siyasetteki etkileri artmaya başlamıştır (Kılıç, 2005: 40-45).