• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: TARİHSEL ARKA PLAN

1.2. Modernizm ve Din

denen bir şeyin mevcudiyetini göstermektedir. Bu öngörü insanlık tarihinin büyük kısmı için geçerli olmasa da, dinin kurumsal özelliği Hıristiyan kilise kavramı etrafında şekillendirilmiş batı toplumları için bilinen bir gerçektir. Ancak modern öncesi, özellikle Yahudi-Hıristiyan dünyası dışındaki toplumlarda hakim tezahür, dinin kurumsal olarak belirginleşmemesi, tersine toplumun genel kurumsal sistemi içinde gömülü olmasıdır. Burada bütün insan faaliyetlerinin dinsel sembol ya da uygulamalardan dolaylı veya doğrudan etkilenmesi söz konusudur (Berger, 2002: 136).

1.2. Modernizm ve Din

En genel tanımı ile modernlik 17. yüzyılda Avrupa’da başlayan ve sonra tüm dünyayı etkisi altına alan toplumsal yaşam ve örgütlenme biçimlerine işaret etmektedir (Kirman, 2005: 19). Kökleri Rönesans’ta bulunan bu süreç özellikle 18. yüzyıldan itibaren dünyanın merkezini Batıya kaydırmıştır. Modern Batı’nın kurulmasıyla birlikte, Avrupa dışında kalan toplumların girdiği tarih süreci, Avrupa’nın doğrudan veya dolaylı etkileri altında şekillenmiştir. Avrupa’nın dünyanın merkezinde belirleyici ve sürükleyici bir güç olarak yerini almasıyla Batı dışı toplumlarda gözlenen değişmeye de modernleşme adı verilmektedir (Türköne, 1994: 59-60).

Modernleşme birbiriyle iç içe geçmiş yapısal, kültürel, psişik ve fiziksel değişmeler karmaşasını içeren bir süreçtir ve insanlığın sanayileşme ve sekülerleşme aracılığıyla uğradığı ekonomik, siyasal ve toplumsal dönüşümü ifade etmektedir. Asıl büyük dönüşümü rasyonelleşme, kentleşme ve örgütlenmede ortaya çıkaran modernlikte gelenek, inanç ve cemaat duygularının yerini dinamizm, bilimselleşme ve ticaretleşme almaya başlamıştır. Bu strateji içinde modernliğin kurumları çoğalmış, geleneksel toplumların basit yapıları modern toplumların karmaşık yapılarına dönüşmüş ve en önemlisi de yerleşik/geleneksel değerleri hızla altüst olmuştur. Fransız Devrimi’nden beri ciddi bir kuşatma altında olmaktan bir türlü kurtulamayan din de, bu bağlam içinde modernleştirici siyasetlerin temel hedefi olmuş ve o da kendisini epistemolojik farklılaşmaların bir sonucu olarak yeniden kurgulamaya mahkûm etmiştir. Din ve gelenek sadece epistemolojik düzeydeki farklılaşmanın bir sonucu olarak gözden düşmekle kalmamış, kurumsal geleneğini ve hiyerarşik düzenini de her defasında yeniden tanzim etmek zorunda kalmıştır. (Subaşı, 2003: 78-79).

19

Batı’da düşüncenin metafiziğe kaydığı bir dönemde, Hıristiyanlığın manipülasyonu neticesinde ortaya çıkan kilise, siyasi tasarruflarıyla kendisine güçlü bir iktidar alanı (ecclesia) oluşturmuştur. Kilise alanının tüm toplumu totaliter bir kuşatmaya alması ve düşünce alanında da hegomonik bir yaklaşım sergilemesiyle insan zihni kendine kilisenin dışında bir seküler alan yaratmaya çalışmıştır. Özellikle kilise alanının doğasından gelen temel özellikler, hiçbir esnekliğe sahip olmayan dogmatik bir yapı arz ettiğinden, seküler alan da aynı sertliğe sahip olmuştur. Her iki alanın birbirinin dışında ve reddine dayalı olarak yol alması, modern zamanın başlangıcındaki kırılmanın ve parçalanmanın varoluşuna dayanmaktadır. Sonuç olarak insanın her türlü dogmadan kurtulması ile ilahi referansları bütünüyle reddetmesi arasındaki derin farkı gözetmeyen bu tavır, sonuçta rasyonelleşme süreciyle seküler bir dünya yaratmıştır. Rönesans, Reform ve Aydınlanma bu dönüşümün kilometre taşlarıdır (Akgül, 1999: 65).

Gerçekten de Avrupa’da Ortaçağ içinde başlayan hareketliliğin modernleşmeye doğru evirilmesi genellikle bu üç büyük olayla bütünleştirilmektedir. Yeni coğrafi keşifler, Rönesans ve dinde reform hareketlerinin doğuşu ile dünyevi iktidarların Katolik Kilisesi’nin baskısından kurtulmaları, Avrupa’nın ekonomik, kültürel ve entelektüel hayatında köklü değişimlere sebep olan önemli kırılma noktalarıdır (Koray, 2002: 30). Ortaçağ’ın sonunda hala hakim durumdaki, özde, Hıristiyan öğretiyle klasik Yunan bilimi ve kozmolojisinin bir sentezi olan dünya görüşü (skolastik), zamanla çözülmüştür. On altıncı yüzyılın filozoflarıyla birlikte, ahlakçılar ve siyaset düşünürleri, doğaya ilişkin bilgiler, ahlaki inançlar ve siyasi düzen için daha sağlam, daha rasyonel temeller bulma arayışı içinde, insanların geleneksel inançlarla dini otoriteden şüphe etmelerine yol açmaya başlamışlardır. Keşif seyahatleri neticesinde farklı kültürlerle temasa geçen ve o zamana kadar kendisi dışındaki toplumlardan habersiz yaşayan Avrupalılar tarafından özellikle İslam düşünürlerince tercüme edilerek korunan antik metinlerin yeniden keşfi hem sanat hem de bilimlerde bir “Rönesans”ı, yeniden doğuş ya da uyanışı hazırlamıştır (Hampson, 1991: 18).

Antik Çağı referans alan kalıplar içerisinde yeniden canlanan sanat akımları doğaüstü ya da ilahi olana daha az olmak üzere, insani çıkarlara, yeti ve ilgilere çok daha fazla önem veren hümanizmin gelişimini teşvik etmiştir (West, 2005: 30). Bu süreçte, bin yıla yakın

20

bir zaman içinde Hıristiyan Avrupa’nın büyük bir kısmını büyük bir birlik içinde toplamış olan evrensel ortaçağ devleti artık ayrı ayrı ulusal devletlere bölünmeye başlamıştır. Orta sınıfın uyanan girişim ruhu ekonomide yeni gelişmelere yol açmış; bunlar da Kilisenin maddi gücünü sarsmış, sosyal yapıdaki kaymalar da feodalizmin dayanaklarını ortadan kaldırmıştır; şehirli orta sınıfın (burjuvazi) yeni hayat görüşü, yaşamanın yeni biçimi, artık Kilise’den yavaş yavaş kopmaya başlayan yeni bir eğitime yol açmıştır (Gökberk, 2008: 162).

Rönesans’ı takip eden süreçte Kilise’nin geleneksel öğretisine karşı sesler yükselmekle birlikte dini tamamen dışlayan bir yaklaşım henüz ortaya çıkmamıştır. Nitekim Hampson 17. yüzyılın en büyük entelektüel radikallerinden Descartes’in “Felsefenin ilkeleri” adlı yapıtını şu şekilde bitirdiğini aktarmaktadır (Hampson, 1991: 18): “En önemlisi, şu şaşmaz kurala dikkat edeceğiz: Tanrı’nın bildirdiği, başka her şeyden daha kesindir.” Bu noktada, değişim süreci ve din bağlamında, ciddi bir problem ile karşılaşılmaktadır. Bu dünyanın meşrulaştırılması, itici kilise doktrini çerçevesinde karşılanabilecek bir talep olarak görülmemektedir. Diğer taraftan Hıristiyanlık ile bütün bağların koparılıp atılması da söz konusu olamamıştır. Çünkü o dönemde Hıristiyanlık Batı'nın bir üst sistemi olmaya (ferdî platformda) devam etmektedir. Değişim sürecinde kilise doktrininin bu yoldaki dayatmacılığının izalesi veya yumuşatılması Reformasyon olarak bilinen "din ıslahatı" hareketinin çekirdeğini oluşturmaktadır. Ancak, dünyevî meşruiyet projesi, ıslahat hareketine rağmen, esaslı olarak din-içi değil, din-dışı (din-karşıtı değil) bir alana kaymak suretiyle gerçekleşebilecektir. Çünkü ne şekilde bir din ıslahatı yapılırsa, yapılsın, bizatihi Hıristiyanlık dininin özünden gelen yapısal açmazlar, tam bir Hıristiyan ve aynı zamanda tam bir "dünyalı" olmayı zorlaştırmaktadır (Akgül, 1999: 66).

Rönesans’ın en önemli fenomenlerinden birisi, Ortaçağ Kilisesi’ne, bu Kilise’nin resmi felsefesi olan Skolastik’e karşı başlatılan “dinde reform” girişimidir. Hıristiyan dünyasında Katoliklik ile Ortodoksluk yanında üçüncü büyük ayrılık olan Protestanlığı ortaya çıkaracak olan Reformasyon, Katolik Kilisesi’ne karşı her yanı kaplamış olan genel hoşnutsuzluğun da etkisiyle geniş halk kitleleri arasında destek bularak, geleneksel kilise otoritesine güçlü bir darbe vurmuştur (Gökberk, 2008: 177-178). Din aleyhtarı düşünce ve tecrübe alanında Rönesans antik dünyanın yeniden keşfini getirmiş

21

ve Yeni Dünya’nın keşfiyle birlikte insanın ufkunun muazzam genişlemesine şahit olunmuştur. Reformasyonun en önemli neticesi olan Protestanlık, Rönesans’ın genel yeniden doğuş sürecinin bir parçası, onun dini yüzü olmuştur. Nitekim ilk reformcuların, Rönesans’ın antik dünyanın temel kaynaklarına yönelmesi gibi, Hristiyanlığın başlangıç kaynaklarına, inancına ve metinlerine dönmeyi istediklerini görmekteyiz (Ebenstein, 2001: 179).

Rönesans ve Reform süreçlerinin ateşlediği on sekizinci yüzyıl düşünce hayatı “Aydınlanma Felsefesi”, bu felsefenin yer aldığı zaman dilimi de “Aydınlanma Çağı” olarak adlandırılmaktadır. Aydınlanma Dönemi tartışmalarının gerek o zaman, gerekse ondan sonra bugüne kadar Batı dünyasının toplumsal hayatı üzerinde çok kesin etkileri olmuştur. Nitekim bu yüzyılın sonuna doğru patlayan Fransız Devrimi, bir bakımdan, bu düşüncelerin politik-sosyal alana uygulanmasından doğmuştur. İleriki bölümlerde geleceği üzere Tanzimat’tan beri bizim de geçirdiğimiz toplumsal değişmelerde Aydınlanma düşüncelerinin büyük etkisi olmuştur (Gökberk, 2008: 289).

Bierstedt, Aydınlanma düşüncesinin neşvü nema bulduğu dönemin havasını şu dört önerme ile anlatmaktadır: Birincisi, doğaüstünün doğalla, dinin bilimle, tanrısal buyruğun doğa yasasıyla ve din adamlarının filozoflarla yer değiştirmesi söz konusuydu. İkinci olarak sosyal, siyasal ve hatta dinsel bütün sorunların çözümünde bir araç olarak deneyin rehberliğindeki aklın yüceltilmesi gerekiyordu. Üçüncüsü, insanın ve toplumun mükemmelleşebileceğine ve dolayısıyla insan soyunun gelişmesine inanılıyordu. Son olarak Fransız Devrimi’nde kanla talep edilen, özellikle yönetimin baskı ve kötülüklerden uzak tutulma hakkı olmak üzere, insan haklarına ilişkin insancıl ve insancıllaştırıcı saygı söz konusuydu. Dönemin önde gelen düşünürleri bütün bunların önündeki en büyük engelin Kilise; dolayısı ile din olduğuna inanmaktadır. Aydınlanma düşünürlerinin dine karşı giriştikleri savaşın temelinde de bu inanç yatmaktadır (Bierstedt, 2002: 19).

Aydınlanma dönemiyle birlikte Hıristiyanlığın topyekun, bütün varlık sistemini kuşatıcı bir "küllî hayat sistemi” olarak kabullenilmesinin zorluğu, kilise kurumunun hayatın her alanına müdahalesinin bunaltıcı otoritesi, modern zamanların eşiğinde olan aydınların nazarında tartışılır duruma gelmiştir. Aydınlar, bu dinin, dünya hayatına müdahale

22

etmemesini, kişilerin özel hayatlarının dışına taşmayan bir "zati inançlar toplamı" olarak kalmasını, bunun ötesinde bu dünyaya ait şeylerin dinden bağımsız olarak, "hür insan akıl ve iradesi" ile şekillendirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar (Akgül, 1999: 67).

Aydınlanma döneminin öne çıkan bir diğer fenomeni de doğa bilimlerinde uygulanan akılcı metodolojinin toplum bilimlerinde de uygulanması düşüncesinin ortaya çıkmasıdır. Bilindiği gibi Avrupa’da Rönesans ve coğrafi keşifleri izleyen bilimsel gelişmeler, insana doğa üzerinde hakimiyet imkanını tanımıştı. Doğa bilimi, doğanın yapısını doğru kavramakla insana doğa üzerinde egemen olma yollarını açmıştı. Bundan sonraki süreç doğa karşısında başarı kazanan aynı aklı kültür dünyasına da uygulamak, matematik doğa bilimlerine paralel olarak kültür birimlerini de kurmak, kültür dünyasını da akılla aydınlatıp toplumsal hayata akılla hakim olmak şeklinde bir seyir izlemiştir. Dönemin düşünürleri bu mecrada tarihin oluşturduğu bütün kurumları aklın eleştirisinden geçirerek toplumu; devleti, dini ve eğitimi aklın ilkelerine göre yeni baştan düzenlemeye girişmiş, bu anlamda aklı, deney ve gözlemi yüceltirken geleneksel olana ve tabi ki dine karşı açık cephe almışlardır (Gökberk, 2008: 291).

Modernliği belirleyen temel karakteristiklerde biri de rasyonelliktir. Rasyonellik düşüncenin aklileştirilmesi, yani dünya üzerine düşünürken duyguların işe karışmasından sakınmayı ifade etmektedir. Rasyonelleşme, hem göreli olarak duygudan bağımsız bir bilişsel tutumu hem de düşünürken duygusal sembolizmden çok mantığın kullanımını dile getirir. Aydınlanma döneminin akılcı felsefesinin etkisiyle ortaya çıkan kavram, büyü, doğaüstü ve dinle ilgili fikirlerin toplumda kültürel önemini yitirdiği, bilim ve pratik hesap üzerine kurulu fikirlerin egemen olduğu süreci nitelemektedir (Kirman, 2005: 21-22).

Rönesans ile başlayıp Reform ve Aydınlanma ile devam eden süreçte Avrupa toplumları büyük bir değişim yaşayarak geleneksel toplum yapısından hızlı bir şekilde modern toplum yapısına evirilmiştir. Bu dönüşüm Avrupa’nın toplumsal hayatını, her alanda aklileştirmiştir. Geleneksel toplum birimi olan cemaatler (gemeinshaft) çözülmüş, nüfus hareketlerinin, iletişim ve ulaşımın yaygınlık kazanmasıyla daha büyük toplum birimleri ortaya çıkmıştır. Dağılan cemaatlerin yerini, siyasi birimler ve piyasa ilişkilerime

23

bütünleşen daha büyük ve kapsayıcı bir cemaat yani "millet” almıştır. Demokrasi sadece bir yönetim biçimi olmaktan çıkarak, rasyonel ve meşru tek yönetim biçimi haline gelmiştir. Siyasal iktidarların meşruiyeti, monarşik yönetimlerde bile "halkın rızasına" dayandırılmıştır. İnanç farkından kaynaklanan eşitsizlikler yerini laik düzenlemelere bırakarak dinî kurumlaşma siyasetin dışına atılmıştır (Akgül, 1999: 69-70).

Modern dönemde Batılı düşünürlerin toplumsal hayatla ilgili yaklaşım ve kuramlarında evrimci/ilerlemeci/tekamülcü düşüncenin önemli bir yer işgal ettiği görülmektedir. Buna göre dünyanın neresinde olursa olsun toplum yapıları belli bir aşama sırasında göre; geleneksel-modern, ilkel-uygar, tarımsal-endüstriyel, köylü-kentli, monarşik-demokratik, dinsel-bilimsel vb. tiplemelerle tasnif edilmiştir. Bu tipleştirmelerin en yaygın kabul göreni geleneksel ve modern toplum ayrıştırmalarıdır. Bu bağlamda, geleneksel ve modern tiplemeleri ele alınırken, geleneksel olan dinsel, modern olan ile seküler/laik ya da profan bir içerikle doldurulmaktadır. Yani eski ve yeni tanımların formasyonu, dine bakış açısında ve dinden boşaltılan alanların dünyevileştirmesine göre oluşturulmaktadır (Akgül, 1996: 51-52).