• Sonuç bulunamadı

SINIF AYRIMLARININ ve DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI

4. BÖLÜM: HİYERARŞİK ve SÖMÜRGECİ TOPLUMSALLAŞMA

4.2. SINIF AYRIMLARININ ve DEVLETİN ORTAYA ÇIKIŞI

ve sömürü ilişkilerinin güçlenmesi karşısında çözülmeye başlar. Zahmetli çalışmanın dayatılmasıyla birlikte insan kişiliği emek gücü haline gelir.

Kent olgusunun ortaya çıkışının uygarlığın gelişiminde eşsiz kazanımlara olanak sağladığı açıktır: Bookchin’e göre insanlar, kabile yaşamlarından kalma dar görüşlü düşüncelerini kent yaşamında terk etmeye başlamışlardır. Dışarıdan biri olarak görülen ve geleneksel yaşam için tehdit gibi algılanan yabancılar kent yaşamında kabul görmeye başlamıştır. Kent içindeki birlikte yaşam, ikamet ve ekonomik çıkar gibi olguların üstüne inşa edilir ve dolayısıyla kent yaşamıyla birlikte, atalık bağları ve kan ortaklığı gibi olguların yerine evrensel bir insanlık imgesinin ilksel temelleri atılır (Bookchin, 2015b, s. 46).

Kent yaşamıyla birlikte insanların kan, soy ve etnik farklılıklarının bir önemi olmadığı anlaşılır ve herkesin birbirine benzer olduğu düşüncesine dayalı olarak kamusal yaşam içinde karşılıklı ilişki kurabilmenin olanağı ortaya çıkar. Bu kazanımın insan türünün en özgün etkinliği olarak politikanın oluşmasına zemin hazırlayacağı açıktır. Kişiler kendi yaratıcı potansiyellerini kamusal yaşam içerisinde geliştirmekle kalmazlar, aynı zamanda politik görüş ve becerilerini kabul ettirebilecekleri bir fırsat da yakalarlar (Bookchin, 2014a, s. 21-22). Bu doğrultuda Bookchin’e göre, yaşamın idaresine ve bireyselliğin kamusal alandaki özgün gelişimine olanak sağlayan politikanın tarihsel olarak ortaya çıkışı daha henüz devletler bile ortada yokken kent olgusuyla birlikte gerçekleşir. Tüm bu kazanımları sağladığı için kent olgusunun ortaya çıkışının uygarlık tarihi için bir devrim olduğunu kabul etmek zor olmayacaktır.

Ancak kent yaşamı, sonraki gelişme sürecinde, geleneksel yaşam biçimlerine özgü olan değerler ve kurumlarda önemli değişikliklere de yol açmıştır (Bookchin, 2013b, s. 99).

Toplumsal yaşam yeni değerlerin etkisiyle farklı gelişme yollarına girmiştir. Bu durumun olumsuz sonuçları olarak, yazı-öncesi yaşamın paylaşmaya ve güvene dayalı ilişkileri yerine kişisel çıkara ve güvensizliğe dayalı ilişkiler güçlenmiştir. Dayanışma duygusunun yerine rekabet duygusu öne çıkmıştır. Tarihin en trajik gelişmesi olarak

“toprağın ve doğal kaynakların ortak mülkiyetinin yerini özel mülkiyet almıştır: Bu

‘kaynaklar’ın mülkiyetine ve işletmesine dayalı kategoriler olan sınıflar, statüye dayalı geleneksel hiyerarşilerin içinden çıkarak ekonomik hiyerarşiler biçimini aldılar; böylece kölelerle efendiler, Roma özelinde pleblerle patriciler, serflerle lordlar son olarak da proleterle kapitalistler karşı karşıya geldiler” (Bookchin, a.g.e, s. 99).

Hiyerarşik toplum böylece sınıflı topluma evrilir. Ancak unutulmaması gereken bir nokta olarak, bu gelişme sürecinde hiyerarşik kurumsallaşmaların ortadan kalkmadığını;

daha çok sınıflı toplumun ideolojik zemini olarak karmaşık ilişkiler ağında varlığını devam ettirdiğini tekrar belirtmeliyiz (Bookchin, a.g.e, s. 100). Toplumsal yapıyı baskı altında tutan hiyerarşik kurumsallaşmalar, ya giderek maddi sömürü gerçekleştirmek üzere ekonomi temelli ayrıcalıklı sınıflara dönüşürler ya da bu sınıflarla politik ve ekonomik ittifaklar kurarak kendi devamlarını sağlarlar. Dolayısıyla hiyerarşik toplumun, sınıflı toplumun maddi ve kültürel zeminini yarattığını ve sonuçta sınıflı toplumun ortaya çıkışına ön ayak olduğunu düşünebiliriz. Daha genel bir ifadeyle belirtirsek, üretim araçlarına bir sınıfın ayrıcalıkları doğrultusunda el koyma, toplumsal yapıda bir anda ortaya çıkmamıştır: Zaten var olan baskı ve sömürü ilişkilerinin süreçsel bir devamı olarak gerçekleşmiştir.

Böylelikle binlerce yıllık tahakküm ve sömürü geleneğinin neden geniş kapsamlı bir tarihsel analizi gerektirdiği ve modern dünyanın tarihsel olarak zapturapt altına alınıp sömürülmesinin sadece üretim ilişkileriyle ya da ekonomik kategorilerle açıklanamayacağı da anlaşılabilir. Bookchin’in öne çıkardığı üzere, sınıf ayrımlarının tarihsel kökleri, toplumsal bölünmelerin kaynağı olarak hiyerarşinin kurumsal, psikolojik ve ideolojik unsurlarının tarihsel gelişimiyle birlikte analiz edilmelidir. Söz konusu analizin anlamlı bir bütünselliğe kavuşabilmesi için de hiyerarşinin, tahakkümün ve sınıf ayrımına dayalı sömürü ilişkilerinin profesyonelleşmesine, katılaşmasına ve istikrarlı bir şekilde devamına olanak sağlayan devlet mekanizmasının gelişimine eğilmemiz gerekir.

Bookchin devlet olgusunun, hiyerarşinin diğer kurumsallaşma biçimleri gibi, tarihsel olarak uzun ve karmaşık bir gelişim sürecine sahip olduğunu belirtir. Ona göre devlet üzerine yapılacak ayrıntılı bir çalışma, devlet adı verilen bir fenomenin tarihte tamamlanmış bir biçimde ortaya çıkmadığını, toplumların devletleşme sürecinin zamanla gerçekleştiğini gösterir: “Tarih, doğum aşamasındaki devletlerin, yarı- devletlerin, kısmen şekillenmiş olan çoğunlukla istikrarsız devletlerin ve gelişimini

tamamlamış olup her şeyi kapsamı içine alan devletlerin örnekleriyle doludur”

(Bookchin, 2014a, s. 226).

Devlet eşi bulunmaz bir organizasyon olarak değil, tarihsel sürece ve toplumsal dinamiklere bağlı olarak –farklı biçimlerde, farklı derecelerde gerçekleşmiş görünümlerle– ortaya çıkmış bir kurumsallaşma örneği olarak görülmelidir. Bu anlamda, “yönetici ensi’nin ya da askeri derebeylerinin sürekli olarak halk meclisleri tarafından denetlendiği erken Sümer devleti; capulli ile soylular arasındaki şiddetli rekabetle karşı karşıya kalan Aztek devleti; (Ernst Bloch’un terimiyle) ‘Bedevi Anlaşması’nın demokratik adetlerine başvuran peygamberler tarafından sürekli olarak tedirgin edilen Yahudi monarşileri; ve kurumsal olarak doğrudan demokraside kök salan Atina devleti; bütün bunlar, birbirlerinden ne kadar farklı ve modern çağın merkezi bürokratik devletleriyle ne kadar çatışma içinde olurlarsa olsunlar, devletin tamamlanmamış gelişim biçimlerini oluştururlar” (Bookchin, 1994, s. 188). Bu tarihsel örnekler, bizlere devletin bütünlüklü bir varlık olarak toplumsal ufukta bir volkan püskürmesine benzer olacak şekilde ortaya çıkmadığını söyler (Bookchin, a.g.e, s. 222).

Bookchin’e göre devlet, bir toplum sözleşmesinin ürünü de değildir. Toplumsal bilinç hiçbir şekilde devlet otoritesini arzulamaya teşne olmamıştır. Sözleşmeye dayalı bir devlet imgesi, devletin kendi gücünü meşru kılmak için toplumsal bilince uyguladığı ideolojik tahakkümün bir parçasıdır: Bu tahakkümün bir sonucu olarak, “devlet, üzerlerinde kesin tarihlerin yazılı olduğu belgeleriyle, bize tarihsel bir fenomen olarak değil, daha çok toplumsal bir sözleşmeymiş gibi görünür” (Bookchin, 2014a, s. 226- 227). Oysa Bookchin’e göre devletin tarihsel olarak ortaya çıkışı ve otoritesini toplumsal yaşamda yoğunlaştırarak kurumsal olarak güçlenmesi, bir süreç yoluyla gerçekleşmiştir ve bu nedenle de devlet olgusu, ancak süreçsel bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde doğru bir şekilde anlaşılabilir.

Bookchin’in süreçsel yaklaşımı, modern devletin zor kullanmaya ve toplumu idare etmeye dönük sahip olduğu kurumların, kendi köklerini geleneksel hiyerarşilerin ve sınıf ayrımlarının toplumsal yapıda ortaya çıkardığı hiyerarşik ve sömürgeci kurumsallaşmalarda bulduğu fikrine dayalı olarak gelişmektedir. “Devlet kurumları,

devlete ilişkin akılcı ve sözleşmeye dayalı imgelerin aksine, kesinlikle devletçi karaktere sahip olmayan toplumsal bir tabakadan ortaya çıkmış, yavaş ve kendinden emin olmayan bir şekilde gelişmiştir” (Bookchin, a.g.e, s. 227-228). Buna göre, öncelikle, bir grubun başındaki savaşçı şef kendi otoritesini aşamalı bir şekilde diğer klanları ve toplulukları da kontrol altına alabilecek şekilde genişletir. Otorite, toplumsal bilinç açısından şefin kişiliğinde mutlaklık kazanmaya başlar. Geniş bir hâkimiyet alanına sahip olan şef, bütün topluluğu kendi mülkü haline getirir ve gücünü kendi çocuklarına devrederek iktidarı topluluk yaşamında süreklileştirir (Bookchin, a.g.e, s.

231). Topluluk, merkezi bir gücün varlığına boyun eğmek ve alışmak zorunda kalır.

Kent yaşamıyla birlikte ortaya çıkan sonraki süreçteyse, politik olmayan otorite, görece daha istikrarlı bir görünüme kavuşan hiyerarşik kurumsallaşmaları ve sınıf ayrımlarını kendi iktidarı etrafında dönüşüme uğratarak varoluşsal kimliğini kazanır. Kişisel statü rollerinin ve grup yönetimlerinin sahip olduğu iktidar merkezileşip profesyonelleştikçe, toplumsal hiyerarşiler politik kurumlara dönüşür. Otorite, ilksel devletin idari hükümetine ve askeri zor kullanma kuvvetlerine dönüşür. Toplumsal yaşam, süreklileştirilmiş bir iktidarın baskısı altında devam eder. Bu sürecin bir devamı olarak ilksel devlet mekanizması, “ekonomiyi yönetmekle kalmaz onu politikleştirir; toplumsal yaşamı sömürgeleştirmekle kalmaz, onu masseder. Böylelikle toplumsal biçimler devlet biçimleri, toplumsal değerler politik değerler olarak görünür” (Bookchin, a.g.e, s. 226).

Devletin yasal düzenlemeleri geleneksel adetlerin yerine geçtiğinde, toplumsal yaşamın kolektif idaresi sürekli bir hükümetin kuvvet alanına tabi olduğunda ve bireyin toplumsal yaşama yön veren politik etkinliği hükümet temsilcilerine devredildiğinde bu süreç ilksel olarak tamamlanmış olur (Bookchin, 1994, s. 228).

Bookchin devlet iktidarının ortaya çıkışını, anlaşılacağı üzere, var olan hiyerarşik geleneklerin bir dönüşümü olarak görür. Buna göre, “devlet, yasal bir temele dayalı olarak kurulmuş bir fenomen olmaktan çok, son derece geleneksel, organik, babaerkil ve kabilesel ilişkiler bütününün yeniden biçimlendirilmiş bir şekli olarak karşımıza çıkar;

topluluk, gücü, seçilmiş bir kralın eline vermiyor, güç, antik çağdaki kan bağını anımsatacak bir şekilde, aile ağacına ve akrabalığa dayalı olarak elden ele geçiyordu”

(Bookchin, 2014a, s. 228). Toplumun hiyerarşik gelişimi nasıl sınıf ayrımlarına temel

olan ekonomik statüleri ortaya çıkarmışsa, politik iktidar da toplumsal yaşama hükmeden politik olmayan iktidarın dönüşümüyle ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Bookchin’in bakış açısı, cumhuriyetçi yönetim sistemlerinin ortaya çıkışına kadar etkili olmuş bir devletleşme sürecini ele verir: Ortadoğu’da ortaya çıkmış dinsel temellere dayanan ilk devlet oluşumlarından feodal birliklerin, monarşilerin ve mutlakiyetçi imparatorlukların ortaya çıkışına kadar etkili olmuş bir devletleşme sürecini (Bookchin, a.g.e, s. 228).

Bookchin’in devlet olgusunun doğru bir şekilde anlaşılabilmesi için öne çıkardığı süreçsel bakış açısı, oldukça önemlidir. Çünkü günümüzdeki devlet ideolojisi, devletin tarihsel köklerine ilişkin yaptığı çarpıtmalarla, modern bireyin bilişsel tecrübelerine ve gündelik yaşamına devleti ezeli ve vazgeçilmez bir olgu gibi sunarak politik bir gerilemeye yol açmakla kalmamakta; aynı zamanda devlet yönetimiyle politik etkinlik arasındaki tarihsel farkı da belirsizleştirmektedir. Politik gerilemenin sonuçları açıktır:

Birey, hem devletin devasa kurumlarıyla birlikte tarihsel bir sürece bağlı olarak ortaya çıktığını unutur hem de uygarlığın devletsiz bir ilerleme şansına sahip olamayacağına inanır. Hatta sosyalist söylemin devleti tamamen ortadan kaldırmaktansa devlet iktidarını proleter bir devrimle ele geçirmeye dönük bir ideale indirgenmesi, bu politik gerilemenin devrimci mücadele bilinci üzerinde yarattığı bir etkinin sonucu olarak okunabilir.

Devletin süreçsel bir varlık olduğunu göz ardı etmenin yarattığı daha büyük bir sorunsa, Bookchin’in belirttiği üzere, politikayla devlet yönetiminin tarihsel olarak birbirinden ayrı şeyler olarak geliştiğinin unutulmasıdır. Bununla kast edilen şey, bugün devlet yönetimiyle bir tutulan politik etkinliğin uygarlık tarihinde devletin gelişiminden bağımsız olarak kent yaşamında, bir yurttaşlık bilinci etrafında kök saldığıdır (Bookchin, 2015b, s. 40). Bookchin, yurttaşların kendi beledi işlerini yürütmek ve kişisel özgürlüklerini geliştirmek için doğrudan katılım gösterdikleri politik alanın, devletin profesyonel yasama organlarıyla, askeri ve bürokratik unsurlarıyla temsil edilen etki alanından çok önce ortaya çıktığını ifade etmektedir (Bookchin, a.g.e, s. 132).