• Sonuç bulunamadı

ORGANİK TOPLUMLARIN TOPLUMSAL İLKELERİ

3. BÖLÜM: ORGANİK TOPLUMLAR

3.1. ORGANİK TOPLUMLARIN TOPLUMSAL İLKELERİ

Organik toplumların hiyerarşi tanımayan deneyimlerinin bizlerde yaratabileceği ilhamı güçlendirebilecek ve aynı zamanda güncel bir politik toplumsal projenin kendi ideallerine eklemleyebileceği; organik toplumların olağan yaşamına yön veren toplumsal ilkeler, uzak bir geçmişin derin bir saygı duygusu uyandıran başka bir boyutudur. Söz konusu toplumsal ilkeler, organik toplumların maddi yaşantılarını ve sosyal deneyimlerini organize etmekteydi. Temel olarak üretim araçlarının kontrolü, üretim süreci ve ürünlerin paylaşımı hakkında olan ve kapitalist bir toplumsal ilişkiler ağında yaşamını sürdüren bizler için oldukça ilerici ve insani sayılabilecek bu ilkeler, topluluk yaşamının eşitlikçi ve eksiklikleri telafi edici ruhunu yansıtmaktaydı.

Bookchin ilkelerden birinin, Paul Radin’in ifadesiyle, vazgeçilmez minimum/indirgenemez asgari ilkesi olduğunu belirtir. Vazgeçilmez minimum, temel olarak, “üretime katkısının ne olduğuna bakılmaksızın, her bireyin yaşam araçlarını edinme hakkı”na işaret eder (Bookchin, 2013b, s. 63). Bu ilke, üretim araçlarına ulaşılabilirliği topluluğun bütün üyelerine ayrım gözetmeksizin sağlayabildiği için topluluğun bütün üyeleri arasında ideal bir eşitlik zemini yaratır. Bu eşitlik, alışkın olduğumuz burjuva eşitliğinden yani eşitlerin eşitsizliğinden tamamen farklı bir toplumsal ilişkiler ağı yaratır: Üretim araçlarına ayrım gözetmeksizin ulaşabilmek, eşitsizlerin eşitliğine ve bunun doğuracağı maddi bir özgürlüğe büyük ölçüde olanak sağlar (Bookchin, 1994, s. 252). Bu durum, yabancısı olduğumuz bir toplumsal telafi mekanizmasının uyumlu bir işleyişine işaret eder. Bookchin’e göre, “kaçınılmaz eşitsizlikleri eşitleme çabası, kişinin denetiminde olmayan koşulların yol açtığı kayıpları her düzeyinde telafi etme çabası –bu kayıplar herhangi bir fiziksel zayıflık, ya da bir dizi sakınılamayan etmenden kaynaklanan bir hak yitimi olabilir– gibi çabalar özgür bir toplumun başlangıç noktasıdır” (Bookchin, 2013b, s. 117).

Yaşamın devamı için gerekli olan maddi araçları topluluğun bütün üyeleri için ulaşılabilir kılması ölçüsünde yaşamı kutsayan; biyolojik ve toplumsal eşitsizlikleri telafi ederek ideal bir eşitlik zemini yaratabilmesi ölçüsünde de toplumsal dayanışmayı güçlendiren vazgeçilmez minimum ilkesinin yanında bizlere oldukça yabancı

gelebilecek bir diğer toplumsal ilke de yararlanma hakkı ilkesidir. Yararlanma hakkının işler olduğu organik toplumlarda, “bireyler ve aileler nesneleri onlara sahip oldukları ya da onları emekleriyle yarattıkları için değil, onlara ihtiyaç duydukları için kullanabilirlerdi” (Bookchin, a.g.e, s. 66). Yani organik toplumlar, günümüzde geçerli olan ve bir nesnenin kullanımı için öne çıkartılan nesneye sahip olunması gerektiği yönündeki özel mülkiyet şartı yerine, kişilerin ihtiyaçlarını ölçüt alarak nesnelerin kullanımını mümkün kılmıştır –çünkü organik toplumlarda, kullanım süresi boyunca nesne ihtiyaç sahibinin mülkü olarak kabul edilir. Böylelikle özel mülkiyet olgusu topluluğun dünya görüşünden uzak tutulmuş ve ortak bir maddi zemine çekilen nesneler, herkesin yararlanması için topluluğun ortak mülkü olarak görülmüştür.

Bu bakış açısının, hatıra değeri taşıyan ya da kişi için mukaddes bir anlamı olan bir takım nesnelerin kullanımı hariç, organik toplumların bütün maddi ilişkilerine massedilmiş olması, bugün için geliştirilebilecek topluluk temelli bir ekonominin göz önünde bulundurabileceği en radikal etik boyutu temsil eder. Çünkü yararlanma hakkı, sadece tüketimde ya da kullanımda ortaklığı değil aynı zamanda üretim sürecinde de ortaklığı güçlendirir. Yani, “çalışmayı yönlendiren yalnızca kişisel değil, aynı zamanda kolektif bir ihtiyaçtır. Çünkü kolektif talep, yararlanma hakkının mülk sahipliği karşısındaki önceliğinde örtük olarak mevcuttur. Bu nedenle birinin kendi evinde yaptığı bir iş bile, ürünlerini bütün topluluk potansiyel olarak kullanabileceği için temel bir kolektif boyuta sahiptir” (Bookchin, 1994, s. 135).

Animist bir duyarlılıkla doğaya, içinde barındırdığı canlı türlerine ve nesnelere tıpkı insan gibi bir ruha sahip oldukları inancıyla yaklaşan; hiyerarşiyi doğayla, canlı türleriyle, nesnelerle ve birbirleriyle kurdukları ilişkilerden uzak tutan; kendi aralarında eşitlikçi, bireysel eksikleri telafi edici bir ilişki geliştiren ve bu doğrultuda karşılıklı yardım, saygı ve kabullenmeyi yücelten organik toplumların son olarak değinebileceğimiz olumlu özelliği, cinsiyetler arası ilişkilere kazandırdıkları tamamlayıcı eğilimlerdir. Kadınların erkeklere evrensel boyun eğişlerini ortaya çıkaran hiyerarşik tabakalaşmadan önce, organik toplumlarda kadın ile erkek birbirini tamamlayan eşler olarak görülürdü (Bookchin, 2013c, s. 25). Söz konusu tamamlayıcı ilişki, kadın ile erkeğin cinsel isteklerin tatmini ve türün devamı için bir araya gelme

isteğini aşan bir doğrultuda güçlenmiştir. Yaşamın zorlayıcı koşullarına karşı birbirlerine maddi ve manevi destek sağlayan organik toplumların çiftleri, bu ilişkinin türümüze özgü en girift duygulanımlarını ve karşılıklı bağlılığın en duyarlı örneklerini yaratmıştır. Evlilikleri ise, “topluluğun savunması ve yabancılarla ilişkisi de dâhil olmak üzere avcılık ve çobanlık görevlerini erkeğe, ev iç işler, yiyecek toplama ve bahçecilik sorumluklarını kadına yükleyen bir paylaşıma yönelik ilksel bir işbölümü – cinselleştirilmiş bir ekonomiyle birlikte cinsel bir işbölümü–” kurmuştu (Bookchin, 1994, s. 137). Cinsel işbölümünün uyumlu gelişimi, toplulukların istikrarlı bir şekilde genişlemesini güçlendirmiş ve kent yaşamının ihtiyaç duyduğu gıda ve insan gücü fazlalığını doğurmuştur. Dolayısıyla bir araya gelişin evlilik yoluyla mühürlenmesi, kadınla erkeğin ortak mirası olarak uygarlığın yükselişine zemin hazırlamıştır.

Bookchin’in kadının üstlendiği tarihsel role verdiği önem büyüktür. Bookchin, özellikle bahçecilik tekniklerini ve ev-içi yaşamın ihtiyaç duyduğu gereçleri bulup geliştirenin kadın olduğunu ve “kadınların toplayıcı etkinliklerinin, insanlıkta keskin bir mekân, oikos duygusu uyandırmaya yardımcı olduğunu” belirterek, bunların kadının uygarlığın oluşmasına yaptığı göz ardı edilemez yardımlar olduğunu savunur (Bookchin, a.g.e, s.

146). Bookchin bunlara ek olarak, insan yavrusunun uzun süreli bakımı için gerek duyulan büyük özveri kaynağının; yiyecek paylaşımını sürdürülebilir bir topluluk etkinliğine dönüştürenin; topluluğa yabancı olan kimseleri kucaklayarak merkezinde paylaşmanın olduğu duyarlı bir konukseverlik kültürünü oluşturanın kadın olduğunu belirtir. O, kadının dişi doğasının fiziksel olarak zayıf; duygusal olarak kırılgan; akılsal olarak da soyut düşünceye karşı güçsüz olduğunu öne sürerek cinsiyetler arası tahakkümün erkeğin lehine olacak şekilde meşrulaştırılmasına hizmet eden düşüncelere de karşı çıkmıştır (Bookchin, a.g.e, s. 165-166). Bookchin’e göre, “erkek önyargılarının tersine, yazı öncesi toplulukların birçok antropolojik betimlemesinin farkında olmadan ortaya koyduğu gibi, yaşamlarının büyük bir bölümünde güç işlerle uğraşan kadınlar fiziksel olarak en zor işlerde erkeklerle yarışabiliyorlardı. Fırsat verildiği zaman erkekler kadar iyi avlanmayı kesinlikle öğrenebiliyorlar; normal olarak yiyecek toplama etkinliklerinin parçası olarak bulabildikleri bütün küçük hayvanları yakalıyorlardı.

Birçok kültürde, kadınlar yalnızca toplumun bitkisel yiyeceklerini toplamakla kalmıyorlar, aynı zamanda balıkçılığın da büyük kısmını üstleniyorlardı” (Bookchin,

a.g.e, s. 165). Bookchin, kadınların soyut düşünce kapasitelerine ilişkin öne sürülen olumsuz iddialara ilişkin olarak da kadın Kelt ve İskandinav şamanlarının ve kâhinlerinin çokluğunu hatırlatır.

Kanaatimizce, kadının öne çıkartılan bütün bu olumlu özellikleri, uygarlığın şafağında kadının üstlendiği farklı sorumluluklara ilişkin erkek cinsiyetini terbiye edebilecek bir hatırlatma değeri taşımaktadır. Bununla birlikte bu hatırlatmaların, hiyerarşinin ya da cinsiyet ayrımcılığının kadının lehine olacak şekilde yeniden kurulmasına varabilecek eğilimlere karşı dikkatli bir mesafesi de vardır. Bu anlamda Bookchin, kadının dişil doğası ile doğanın edilgenliği arasında bir koşutluk kurarak doğayla gerçekleştirilebilecek bir barışın anahtarını kadının kendi dişil doğasında barındırdığını ve bu nedenle cinsiyetler arasında üstün bir pozisyona doğuştan itibaren sahip olduğunu savunan görüşlere karşı çıkmaktadır (Bookchin, 2013b, s. 183). O ayrıca, günümüz feminist hareketlerinin hiyerarşi ve tahakkümün kurban prototipi olarak kadını öne çıkarma ısrarını devam ettirmesinin cinsiyet ayrımcılığı mücadelesini amaçlarından ve anlamından saptırdığını belirtmiştir (Bookchin, 2013b, s. 185).90 Bu sapmanın istenmeyen sonucunu Bookchin, “erkek şovenizminin yerine kadın şovenizmi geçti”

diyerek özetlemektedir (Bookchin, a.g.e, s. 183).

Bookchin’in düşüncelerine paralel bir biçimde; kanaatimizce uygun bir akıl, kadının dişil doğasının küçümsenmesine ve daha da kötüsü aşağılanmasına durmak bilmez bir öfkeyle karşı çıkmanın doğru olduğunu rahatlıkla tespit edebileceği gibi, kadının –derin ekoloji temelli yaklaşımların ya da primitivist görüşlerin doğayı ya da ilk insan topluluklarını gizemci bir eğilimle kutsamasına benzer olacak şekilde– kutsanarak mitolojik bir imgeye dönüştürülmesinin ortaya çıkarabileceği olumsuz sonuçları da kavrayabilir. Buna ek olarak, hiyerarşinin toplumsal organizasyonda ilk ortaya çıkışını kadın üzerinden temellendiren bir bakış açısının başarılı olabilmesi de pek mümkün görünmemektedir. Bunun en genel gerekçesi, hiyarşik toplumsallaşma bölümünde daha iyi bir şekilde göreceğimiz üzere, hiyerarşinin tarihsel gelişiminin tek bir toplumsal aktöre indirgenemez doğasıdır: Hiyerarşi, toplumun tabanına her aktöre tahakküm uygulayabilecek şekilde yayılmıştır. Bununla kastedilen şey, hiyerarşinin

90 Ekolojik bir Marksizm’in olanağını irdeleyen Joel Kovel’in sermayenin tarihsel tahakkümünün ilk kurbanı olarak kadını öne çıkarması bu algının güncel bir örneğidir. Bkz; Kovel, a.g.e, s. 157.

cinsiyet ayrımını göz önünde bulundurmadan toplumsal alanda genişlediğidir.

Toplumun ileri gelen üyeleri arasında bulunan kadınlar ya da yaşlı kadınlar, hiyerarşik dizilimde kadınlara ve erkeklere baskı uygulayabildiği gibi daha güçlü erkekler de diğer erkeklere hiyerarşik bir üstünlük kurabiliyordu. Daha ilginci, “babaerklerin oğulları, babaları tarafından annelerine ve kız kardeşlerine gösterilenden daha sert bir muamele görüyorlar, çoğunlukla da karşılanmayacak taleplerle karşı karşıya kalıyorlardı. Hatta Yahudi metinlerinde saraya verilen hükmetme statüsünde görüldüğü gibi, babaerkler iktidarlarını açıkça yaşça en büyük olan eşleriyle paylaşıyorlardı” (Bookchin, 2013b, s.

183). Dolayısıyla kadın mücadelesinin haklı öfkesini boşa çıkarabilecek ihtimalleri güçlendirmemek adına, mistifikasyona uğratılmış bir kadın imgesinden ve diğer toplumsal aktörlerin maruz kaldığı hiyerarşik baskıyı gözlerden saklayabilecek bir kurban yarıştırmasından uzak durmak, sağduyuya daha uygun görünmektedir.