• Sonuç bulunamadı

İLKELCİLİK ve TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI

3. BÖLÜM: ORGANİK TOPLUMLAR

3.2. İLKELCİLİK ve TEKNOLOJİ KARŞITLIĞI

cinsiyet ayrımını göz önünde bulundurmadan toplumsal alanda genişlediğidir.

Toplumun ileri gelen üyeleri arasında bulunan kadınlar ya da yaşlı kadınlar, hiyerarşik dizilimde kadınlara ve erkeklere baskı uygulayabildiği gibi daha güçlü erkekler de diğer erkeklere hiyerarşik bir üstünlük kurabiliyordu. Daha ilginci, “babaerklerin oğulları, babaları tarafından annelerine ve kız kardeşlerine gösterilenden daha sert bir muamele görüyorlar, çoğunlukla da karşılanmayacak taleplerle karşı karşıya kalıyorlardı. Hatta Yahudi metinlerinde saraya verilen hükmetme statüsünde görüldüğü gibi, babaerkler iktidarlarını açıkça yaşça en büyük olan eşleriyle paylaşıyorlardı” (Bookchin, 2013b, s.

183). Dolayısıyla kadın mücadelesinin haklı öfkesini boşa çıkarabilecek ihtimalleri güçlendirmemek adına, mistifikasyona uğratılmış bir kadın imgesinden ve diğer toplumsal aktörlerin maruz kaldığı hiyerarşik baskıyı gözlerden saklayabilecek bir kurban yarıştırmasından uzak durmak, sağduyuya daha uygun görünmektedir.

çıkartılan ve organik toplumların maddi ilişkilerini belirleyen toplumsal ilkelerden daha önemli olmak üzere, topluluk yaşamının varoluşsal zeminini yarattığını belirtebiliriz:

Kan yeminleri, paylaşmanın ya da sadakatin güçlendirilmesine olan içgüdüsel desteğinin dışında, aynı kan bağına sahip olan birine karşı gerçekleşen olası bir saldırı durumunda akrabaları yardıma çağırır (Bookchin, 2013b, s. 68). Böylelikle topluluk bir arada kalır, kişiler kendilerini daha fazla güvende hisseder ve olası tehditler daha kolay bertaraf edilir.

Topluluk bireylerinin yaşamın zorlu koşullarına karşı ortak hareket edebilmelerini sağlaması ölçüsünde Bookchin tarafından olumlanan kan yeminleri, “derin bir şekilde gizem yüklü olsalar da insanlığın bir arada çalışmasından doğan en eski topluluk refleksleridir” (Bookchin, 1994, s. 138). Ancak kan yemininin yazı-öncesi toplumların ilksel ittifaklarına zemin hazırlayarak topluluğun gelişiminde oynadığı bu türden işlevler, toplumsal yaşamın farklı evrelerine gelince olumsuz bir şekle bürünmüştür. Bu olumsuzluğun en temel sebebi, kan ortaklığının herkesi kapsamayan işleyişidir.

Bookchin’in aktardığına göre “pek çok (belki de çoğu) sürü ya da kabile grubu, sadece

‘kan yemini’ni paylaştıkları kişileri insan olarak kabul ediyordu” (Bookchin, 2015b, s.

166). Bu nedenle yazı-öncesi toplumların toplumsal yaşamı, aynı kan grubuna sahip olmayan kişilere karşı içe kapanıklığı ve yabancıya karşı bir dışlayıcılığı da içermişti:

İçe kapanıklık, toplumsal yaşamın her boyutunda zenginleşmeye ket vurarak topluluğun dar görüşlülüğe saplanmasına yol açarken, yabancıların topluluk yaşamından dışlanması veya topluluğun diğer üyeleri için geçerli olan hakların yabancılar için geçerli kılınmaması, evrensel bir insanlık imgesinde buluşmaya engel olmuştur.

Bu engellerin ortadan kalkması için yurttaşlık bağlarına dayalı toplumsal bir hukuk sistemine sahip olan kent olgusunun ortaya çıkması gerekecekti. Kentin ortaya çıkışıyla birlikte “toplumsal örgütlenmesini kan bağının biyolojik gerçeğinden kademe kademe uzaklaştıran insanlık, artık ‘yabancıları’ kendi arasına kabul etmeye ve kendisini, etnik bir halk ya da akrabalar topluluğu olarak görmek yerine giderek artan bir ölçüde ortak bir insan toplumu (ve nihayetinde bir yurttaşlar topluluğu) olarak tanımlamaya başladı”

(Bookchin, 2013c, s. 24). Ancak kent yaşamının ortaya çıkışına kadar kan tutuculuğunun ne türden tahakküm örnekleri ortaya çıkardığını veya kaç yabancı canına

mal olduğunu hesaplayabilmek pek mümkün görünmemektedir. Yine de günümüz faşist uygulamaların, etnik azınlıklara dönük saldırıların ve yok saymaların ilksel örneklerinin kan yeminlerine dayalı olarak ortaya çıktığını söylemek zor olmayacaktır.

Yazı-öncesi toplumların yaşantısını göklere çıkartarak uygarlığın kurtuluşunu primitivizmde gören bir aklın üstesinden gelmesi gereken tarihi problemler yalnızca kan yemininin yarattığı içe kapanıklık ve yabancıya karşı düşmanlık olgularıyla da sınırlı değildir. Bookchin’in ilkel yaşamın safça kutsanmasını engellemek adına öne çıkardığı diğer tarihsel olgular arasında; tarihsel ilerleme sürecinde toplumsal yaşamın her alanında kazanacağı güce ve karmaşıklığa kıyasla ilkel sayılabilecek olsa da yazı-öncesi dönemi insanlarının yaşamına nüfuz etmiş statüye dayalı hiyerarşiler, ilkel toplumların doğaya ve diğer canlı türlerine karşı bilinçli bir şekilde verdiği zararlar, ilkel toplumların yiyecek azlığı gibi nedenlerle komşu topluluklara karşı geliştirdikleri savaşçı tutumlar ve nadir olarak rastlansa da örnekleri var olan kitle katliamları da bulunmaktadır (Bookchin, 2015a, s. 56/61; 2015b, s. 167). Bookchin, ilkel toplumların farklı kusurlarını vurgulayan bu gerçeklere dayalı olarak, primitivizme ve primitivizmin uygarlık karşıtı eğilimlerine bir set çeker. Bookchin’in Marshall Sahlins, George Bradford ve John Zerzan gibi primitivist düşünürlerin şahsında; yazı-öncesi toplumların yaşamına dönmeyi arzu eden görüşlerle girdiği tartışmalar da bu amacını büyük ölçüde destekler.91

Bookchin’in düşüncelerine paralel bir biçimde; kanaatimizce ilkelci eğilimlerin ortaya çıkışı, son yüzyılda ortaya çıkan gelişmelerle birlikte değerlendirildiğinde daha iyi anlaşılabilir. Böyle bir değerlendirme, akıl ve uygarlık karşıtlığının haklı gerekçelere sahip olduğu sonucuna bile varabilir. Çünkü dünya çapında savaşların, kitle katliamlarının, insanların organik köklerinden uzaklaşmasının ve daha da kötüsü sıkışık,

91 Yazı-öncesi toplumların kıtlık-tanımayan toplumlar olduğunu ve bunun da yazı öncesi dönemde yaşayan insanların ihtiyaçlarının bizimkine oranla çok az olmasından kaynaklandığını belirten Marshall Sahlins ve onun takipçisi George Bradford’un bu temel üzerinden ihtiyaçlarımızın ve teknolojilerimizin azaltılmasına dönük ilkelci çağrılarına karşı, Bookchin’in kıtlık-sonrası bir toplumun ancak maddi bolluk ve özgürlükçü bir toplumsal yapı içerisinde bilinçli bir seçimle mümkün olabileceğine dair savunusu için bkz; (Bookchin, 2013a, s. 42-46 ve 2015a, s. 47-56). Atalarımızın bilinçli bir şekilde kültür yerine doğayı seçtiklerini ve bu anlamda konuşma, dil ve yazının yokluğunun birer lütuf olarak görülebileceğini öne çıkartan John Zerzan’a karşı Bookchin’in geliştirdiği ve temel olarak Zerzan’ı birbirinden farklı insan cinslerini ve tarihsel dönemleri tek bir başlık altına sıkıştırmakla suçladığı eleştiriler için bakınız;

(Bookchin,2015a, s. 57-63).

gürültülü ve kirli bir kent yaşamına hapsolmasının, insani duyguların erozyona uğrayarak ilişkilerde karşılıklı kuşkuların dolaşımının ve bunun sonucu olarak bireysel yalnızlıkların güçlenmesinin; insan aklının ve uygarlığın son yüzyıllık gelişiminden bağımsız olarak gerçekleşmediği açıktır.

Ancak, toplumsal organizasyonun bu sorunların ortaya çıkışına yol açacak şekilde kurulu olduğuna değinmeden; hiyerarşinin, sınıf ayrımlarının, devlet erkinin ve kapitalist piyasa ilişkilerinin toplumsal yapıyı ve insani ilişkileri kötüleştirdiğine dikkat çekmeden; aklın ve ilerleme fikrinin yönetenlerce kirletildiğini vurgulamadan; insan uygarlığı ile patolojik bir toplumsal organizasyonu bir tutmak, aklın yaratıcı potansiyellerine yüz çevirmek anlamına gelir. Hiyerarşik, baskıcı ve sömürgeci toplumun koruyucuları olan aktörlerin yani sermayedarların, şirket yöneticilerinin ve devlet temsilcilerinin aklı ile evrimsel ilerleyişin en ihtişamlı sonucu olarak özgür bir toplumun ortaya çıkışına rehberlik edebilecek insan aklını bir tutmak mümkün değildir.

Kaldı ki Bookchin’in özgürlükçü bir akılcılık türü olarak çalışmalarında öne çıkardığı, entelektüel anlamıyla köklü bir geçmişe sahip olan ve düşüncemize alternatif bir doğrultuda yön verebilecek ‘diyalektik bir akılcılık’, akla olan güvenimizi tazeleyebilir ve insan gelişiminin ileriye bakan doğasını güçlendirebilir.

Daha önce de belirtildiği üzere diyalektik akılcılık, doğal dünyanın gelişime, zamansallığa ve duyarlılığa dayalı işleyişini anlaşılır kıldığı ölçüde, toplumsal dünyanın, doğal dünyanın eşsiz bir devamı olarak, olması-gereken ekolojik ve özgürlükçü konumuna nasıl gelebileceğini aydınlatır. Tam da bu noktada diyalektik akılcılık, ilkelci eğilimlerin ortaya çıkışına neden olan ve toplumsal dünyayla insan aklının özgürlükçü potansiyellerinin gerçekleşmesine engel olan tarihi sapmalara işaret ederek bu sapmaların nasıl düzeltilebileceğini ve ideal bir toplumsal yaşamın nasıl kurulabileceğini bizlere gösterebilir. Böyle bir amacın gerçekleşebilmesi içinse, öncelikle organik toplumların eşitlikçi yaşamlarının ve doğayla kurdukları tamamlayıcı ilişkilerin neden ortadan kalktığını ve yerine hiyerarşik, baskıcı bir toplumsal düzenin nasıl yerleştiğini anlamalıyız. Böylelikle hiyerarşinin tarihsel yükselişini, sınıflı toplumların ortaya çıkışını ve merkezi devletlerle doruğuna ulaşan tahakküm geleneğinin organik toplumların unutulmuş yaşamlarının yerine nasıl geçtiğini açıklığa

kavuşturabilir ve neticede günümüz toplumsal dünyasının hangi tarihsel koşullar altında bu noktaya geldiğini anlayabiliriz.