• Sonuç bulunamadı

Süre İle İlişkisi Açısından İzlenim ve Dil Anlayışı

Bu konuya ilişkin olarak ilk önce izlenimin genele olarak felsefede nasıl değerlendirildiğine bakılıp daha sonra Bergson’un bu konuyla ilişkili görüşleri izah edilemeye çalışılacaktır. İzlenim, dış dünyanın, gerçekliğin duyu organlarımız üzerindeki etkisi, zihindeki yansısı olarak tarif edilir (Cevizci, 1999: 480). İzlenim ile ilgili şu belirlemeler de yapılmıştır; yorumlanmamış, doğrudan ve aracısız olan bilinç verisi. Dış gerçekliğin, dış dünyadaki bir durum ya da olayın insanda bıraktığı etki. Bilinçte ortaya çıkan ve çıkarım ya da yorumun sonucu olmayan duyu-verisi. Dış dünyaya ilişkin bilgimizin temelinde bulunan doğrudan, başka bir şeye indirgenemez ilkel deneyim (Cevizci, 1999: 480). Buradan izlenim dış dünya hakkında edindiğimiz veri olarak değerlendirmek mümkünmüş gibi görünmektedir. Ayrıca, Bergson’un da izlenimi bu yapı içerisinde kabul ettiği söylenebilir. Bergson’da dil bu izlenimlerin ifadesi olarak kabul edilmiştir. Bu ilişki bağlamında o, dil açısından süre- mekân ilişkisini kendi düşünce sistematiğine göre inceler.

Daha önce de değinildiği gibi Bergson süre ile mekânın birbirine karıştırılmasının bir diğer nedeni olarak dil’i gösterir. Süre daima mekan olarak ifade edilir (Bergson, 1986b: 8). Bergson’a göre ilk bakışta edindiğimiz izlenimlerle, bu izlenimlerin sonraki durumları çok farklıdır. Çünkü izlenimini edindiğim şeyler değişmişlerdir, bu durum bir yanılsama değildir. Ayrıca insanın kendisi de değişmiştir. Bugünün izlenimi, dünün izlenimi gibi olursa, algılama ile tanıma, öğrenme ile hatırlama arasında bir fark olmayacaktır. Çoğumuz bu farka dikkat etmeyiz; haberimiz olmadıkça veya kendimizi sorgulamadıkça bu durum ortaya da çıkmaz. Bunun nedeni dış hayatımızın pratik değerinin, iç hayatımız ve kişisel varlığımızdan çok daha önemli olarak değerlendirilmesindendir (Bergson, 1990: 120).

Bergson izlenimleri dil ile ifade etmek için neredeyse içgüdüsel olarak katılaştırmak eğiliminde olduğumuzu söyler. Bu katılaşma eğilimini açıklamak için, duyguları örnek verir. Ona göre duygular sürekli bir oluş halindedirler. Bu duyguyu oluşturan şey ile kelimeyi karıştırmamızın nedeninin, bizim bu katılaştırma eğilimimizdir. ‘Ben’imizin kaynak süresi nasıl homojen zamanda yankılanmakla sabitleşiyorsa sürekli değişen izlenimler de bunlara sebep olan şeylerin etrafında kitlenir, bunların açık rengini ve de hareketsizliğini alır (Bergson, 1990: 120). Dolayısıyla ifade edebilme özelliği yani dil, katılaşma ve kalıplaşmaya ihtiyaç duyar. En değişken şeyleri bile anlatılabilmek ve ortak bir şekilde anlaşılabilmek için dil kalıplaşma ve katılaşmayı zorunluluk haline getirir.

Bergson’a göre insan ruhu, sürekli bir ilerleme halindedir. Biz daha önce hoşumuza giden bir tat veya kokudan şimdi hiç hoşlanmıyor olabiliriz. Oysaki biz daha önce hoşlandığımız şeyden hâlen aynı duyumları alır gibi aynı adları veririz. Sanki bunlar hâlâ aynıdır. Ancak Bergson, bunun hatalı bir görüş olduğunu vurgular, bu hata da şu düşünceye dayanır, duyumlar aynı ama zevklerim değişmiştir. Bu durumda duyumu katılaştırmış olurum. Değişiklik inkâr edilemeyecek duruma gelince de zevk diyerek onu yeniden katılaştırırım. Duyumların hiçbiri birbirinin aynısı olmadığı gibi Bergson, bir zevkler çokluğu olmadığını da söyler. Duyum ve zevklerin şeyler gibi görünmeleri bunları ayırmak ve adlandırmaya başlamakla olur. Ayrıca her duyum tekrar ettiğinde değişir. Duyumun değişmiyor gibi görünmesinin nedeni, kelimelerle ile algılanmasından yani dilin duyuma yaptığı etkidendir ve bu etki çok derindir. Sadece bizi duyumlarımızın değişmezliğine inandırmakla birlikte yaşanan duyumun karakterinde de aldatır (Bergson, 1990: 121). Kelimelerin, izlenimlerdeki hep ortaya çıkan ortak noktaları, kişisel olmayan bir yapıda, kaba ve sert olan kelimeler, bilincimizin ince ve değişken izlenimlerini görmez. İzlenimler anlaşılabilmeleri için açık bir şekilde ifade edilmeli yani belirli ve açık kelimelerle, kavramlarla ifade edilmelidir. Ancak bu şekildeki kelimelerle izlenimler ifade edilmeye başlanır başlanmaz, kendini oluşturan duyumdan uzaklaşır hatta ona karşı olur, bunun nedeni de onu donuklaştırmasıdır. Bundan dolayı kelimenin temel özelliği ifade etmekken, ifade etmez bir şekil alır (Bergson, 1990: 121).

Saf bilincin bu ezilişi en iyi duygularda görülür. Duygular (şiddetli bir aşkta) ruhumuzu sardığında, bunlar iç içe girer, birbirlerinde erirler, bunlar köşesizdirler,

birbirlerine oranla ayrık kalma eğiliminde olmayan çeşitli binlerce unsurdan birleşiktirler ve orijinalliklerini buradan alırlar. Bu şüpheli duygular yığınını sayısal bir çokluk olarak ayırdığımızda hemen bozulacaklardır. Duygunun kendisi yaşayan, gelişen ve bu halle durmadan değişen bir varlıktır; böyle olmasaydı karar alma sürecimiz hızlı olurdu. Duyguların bir canlı gibi yaşamasının nedenleri onları geliştiren bilinç anlarının, birbiri içine giren süre olmasıdır. Bu anları birbirlerinden ayırmak, zamanı mekânda yaymak duyguların canlılık ve renklerini kaybettirir; ortada kalan kendi gölgemiz olur (Bergson, 1990:122). Duygularımızı çözümlediğimizi sanırken gerçekte kelimelerle ifade edilebilecek cansız bir takım haller sıralarız; çünkü kelimeler toplum tarafından belli bir şekilde duyulmuş izlenimlerin artığı olan beylik şeylerdir ve orta malıdır. Bu durumlar üzerinde akıl yürütmemiz ve basit mantığımızı uygulamamız da buna dayanır. Aynı zamanda birbirlerinden ayırarak her birini bir tür haline getirmekle ileride yapılacak bir çıkarıma yarayacak şekilde hazırlamış oluruz. Bir romancı çıkıp da bize duygularımızı anlatacak olursa, bizi iyice anlattığını sanırız, burada yanılırız çünkü duyguları homojen bir zamana yaymış ve kelimelerle donuklaştırmıştır, onun gösterdiği sadece bir gölgedir. Tek faydası bizi kendimizi sorgulamamıza/düşünmemize yöneltmesidir (Bergson, 1990: 122, 123). Dolayısıyla ifade etme donuklaştırmaya, gerçeği olduğu gibi iletmeye engeldir. Çünkü bunların her birinin kendine has özellikleri vardır, dil bu özgünlüğü ortadan kaldıracaktır.

“Dilin çerçevelerini kırar, bilinci mekânın etkisinden kurtarır, fikirlerimizi doğal hallerinde yakalamaya çalışırsak aynı türden bir sürpriz duyacağız.” (Bergson, 1990: 123) Bergson burada bir anlamda, saf süreye ulaşabilmek için bir metot ileri sürmektedir; ancak bu metodun ne tam olarak sınırları çizilmiştir, ne de bunun neyle yapılacağı tam olarak belirlenmiştir. Bu eserinden sonraki çalışmalarında bunu ‘sezgi’ metoduyla yapmaya çalışır. Zaten bu metodu zamanla gelişmiştir ve temelinde de süre anlayışına dayalıdır. Ona göre biz süreye sezgi aracılığıyla nüfuz edebiliriz (Bergson, 2011: 52). Bu konuya daha sonra değinilecektir.

Bergson’un süre anlayışına yönelik bu değerlendirmeden sonra yine onun felsefesinde temel kavramlardan biri olan hareket anlayışı incelenmeye çalışılacaktır.