• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

2.3. Hayatın Oluşumu ve Evrim: Bitki ve Hayvan

2.3.1. İçgüdü Zekâ

Bergson’un içgüdü ve zekâ kavramları ile ilgili belirlemelerinde, özellikle hayat hamlesi, hareket, bilinç, bitki, hayvan ve insan kavramları ile oluşturduğu çerçeve belirleyici olmaktadır. Zekâya ilişkin değerlendirmeleri sonucunda Bergson, irrasyonalist bir düşünceye sahip bir düşünür olarak değerlendirilmektedir (Maritain: 58). Bergson’a göre daha önce belirtildiği üzere, hayatın temelinde bir birlik vardır. Hayatın başlangıcındaki bu birlikte, bitki ve hayvan da iç içedir, ayrıca elbette bu varlıksal yapı ile ilişkili olarak bitkisel uyuşukluk yani bilincin uyuması, içgüdü ve zekâ da iç içe bulunmaktadır. Bunlar beklenmedik şekildeki büyümeleri yüzünden birbirlerinden ayrılmışlardır (Bergson, 1986a: 179). Bergson’a göre, Aristoteles’ten beri doğa filozoflarının çoğu bitki, hayvan ve insanın aynı bir eğilimin ardışık üç derecesi olduğu düşüncesini iddia ederler. Ona göre bu konuda onlar yanılmaktadır, çünkü bunlar arasındaki fark nicelik farkı değil, nitelik farkıdır. Bu üç hayat şekli, büyüdükçe ayrılan tek bir evrimin üç çeşitli yönünden başka bir şey değildir. Aralarındaki fark şiddet ya da derece farkı olmayıp nitelik farkıdır (Bergson, 1986a: 180). Bitki ve hayvan başlığı altında Bergson’un bunları birbirlerinden ayıran şeyin eğilimlerin niteliği değil, oranlarında olduğunu (Bergson, 1986a: 152) belirtmişti, ancak burada ileri sürdüğü sav ise bunlar arasındaki farkın niteliksel olduğudur. Dolayısıyla burada birbiri ile çelişen iki düşünce ileri sürüldüğü açıkça görülmektedir. Bu çalışmada Bergson’un bu konuyla ilgili değerlendirmelerindeki temel iddiası olan, bunlar arasındaki farkın niteliksel olduğu anlayışı kabul edilecektir. Çünkü Bergson, bu savı daha yoğun bir şekilde ileri sürmektedir, ancak burada çelişkili bir durum olduğu açıktır.

Bergson zekâ ve içgüdü ile ilgili belirlemelerini, bu iki varlıksal yapının özelliklerini karşılaştırarak ortaya koyar. Ona göre bitki ile hayvanda olduğu gibi, zekâ ve içgüdü birbirlerine zıt özelliklere sahip olmasına rağmen bir anlamda birbirlerini tamamlar bir görünüm sergilemektedirler. Bergson’a göre elbette zekâ ile içgüdü aynı özelliklere sahip değillerdir, birbirlerinden sonra gelmezler, aralarında derece farkı yoktur (Bergson, 1986a: 180). Bergson’a göre zekâ ile içgüdü, ilk zamanlarda iç içe olduklarından, bu ortak kaynaklarından bir şeyler saklarlar. Bundan dolayı ne saf bir zekâ ne de saf bir içgüdüye rastlanılır. Bu iki unsura bakınca, birbirlerinin içinde diğerinin izine rastlanır. Bergson, bitki ve hayvan arasındaki farkın oranla ilintili olduğunu ve bunun zekâ ve içgüdü için de söylenebileceğini iddia eder (Bergson, 1986a: 180). Bu söylem, onun biraz önce değinilen temel iddiası ile çelişmektedir. Bir yandan aradaki farkın niteliksel olduğunu belirtir, diğer yandan da bitki ve hayvan ile zeka ve içgüdü arasındaki farkın oransal olduğunu vurgular. Burada açık bir çelişki olduğu görülmektedir. İlk paragrafta Bergson filozofların bu anlamda söylediklerini eleştirmektedir. Bu eleştirisinin temelinde, varlığın değerlendirilmesinde mekanist ve finalist anlayışlardan uzaklaşma çabası vardır, ancak o aynı konuda iki farklı düşünce ileri sürerek bu iddiasını zayıflatmaktadır. Bergson içgüdünün az çok zekâ çevresine sahip olmasından dolayı, zekâ ve içgüdünün aynı nitelikte şeyler olarak değerlendirilmesi sonucuna varıldığı gibi, ayrıca bunların aralarında karmaşıklık, yetkinleşme farkı bulunduğu, zekâya içgüdü, içgüdüye zekâ demenin olanaklı olduğu sonucuna varıldığını, ama bunun yanlış bir çıkarım olduğunu belirtir. Onun anlayışında bunların birlikte bulunmalarının nedeni, birbirlerinden farklı olmalarından dolayı birbirlerini tamamlamalarıdır (Bergson, 1986a: 181). Bergson’a göre organizma aracılığıyla beliren hayat ham maddeden bir şey koparma çabasıdır. Zekâ ve içgüdü ise bu çabanın iki yönü olarak karşımıza çıkar (Bergson, 1986a: 181).

Bergson, zekâ ile ilgili belirlemelerini hayvan ve insan kavramlarının içeriklerinden hareketle yapmaktadır. Hayvanların bazıları kaba aletler yaparken bazıları da insanın yaptığı aletleri kullanır. Bu ‘alet yapıcı’ bir düşünüşü gösterir. Yapma şeyleri tanıyan hayvanlar vardır, örneğin bir tuzağı fark eden tilki gibi. Burada bir zekâ olduğunu geçmiş bir tecrübeden çıkılarak varılan bir sonuç olmasına yani tanımanın başlaması sebebiyle söyleyebiliriz. Bergson bu tanımayı bir anlamda bir icat, bir buluş olarak değerlendirmektedir. Ancak ona göre bir buluş, yapma bir alet yapınca tam bir buluş olur. Hayvanlar bu niteliğe sahip değillerdir. Çünkü onlar yapma şeyleri

alışkanlık halinde yapıp kullanamazlar (Bergson, 1986a: 183). Bergson böylece hayvanların zekâsının sınırlarını belirlemiştir. Dolayısıyla hayvan zekâsı daha alt bir basamakta durmuştur. Bergson’a göre insan zekâsının ise asıl gidişi ise mekanik icatlardır. Hatta ona göre sosyal hayatımızın yapma aletler oluşturmak, onları kullanmak etrafında şekillenir (Bergson, 1986a: 183). İnsan zekâsı, yapma aletler oluşturma ve onun etrafında kültürel bir yapı oluşturma üzerine şekillenmiştir. İnsanlığı oluşturan yapının bu olduğu söylenebilir.

Bergson, bu yapının insanların mekanik icatlarının sonucunda oluşturulan soyutluk alanı olarak ifade eder. İlerleme yolundaki buluşlar aynı zamanda ilerlemenin yönünü belirtmektedirler. Bunu biz zor fark ederiz çünkü insanlıktaki değişmeler, kullanılan aletlerle başa baş gider, ancak insandaki değişmeler bunların gerisinde kalır. Biz bir buluşun derin etkilerini ancak yeniliğini kaybettiğinde fark ederiz, çünkü ferdi ve sosyal alışkanlıklarımızın sebepleri ortadan kalktıktan sonra bile uzun süre yaşar (Bergson, 1986a: 184). Burada Bergson, insanın bir yandan hızlı bir soyut ilerlemenin içinde olduğunu, diğer yandan da bu soyut ilerlemeye bütün yapıları ile yöneldiğinde ise yeni bir tarafın belirdiğinin altını çizer. Bir anlamda insanlık kendi ereğini kendi yaratmaktadır, ama buna uyumu da zaman almaktadır. Bergson zekânın tanımını net olarak şöyle yapmaktadır, zekâ, yapma şeyler meydana getirmek ve özellikle aletler aracılığıyla aletler yapmak ve bunları alabildiğince değiştirmek yetisidir (Bergson, 1986a: 185). Zekânın yapma aletler ile ilişkilendirilmesiyle zekânın sınırları çizilmiştir. Böylece zekânın temel özelliği iş yapmak çerçevesinde belirlenmiştir. Bergson bu iddiayı ileri sürerek, zekânın metafizik ve diğer alanlarla olan bağını en aza indirmeye çalışır.

Bergson, zeki bir hayvanın da alete sahip olduğu söyler. Yalnız bu insanın kullandığı alet gibi değildir, çünkü hayvanın kullandığı aletler vücutlarının bir kısmıdır. Bu aletler, onun kullanılmasını bilen bir içgüdü tarafından yönetilir. İçgüdüler, doğuştan mekanizmaları kullanan birer yetilerdir. Ancak Bergson’a göre bu tanımı tam olarak kabul etmek mümkün değildir. Bu tanımı ancak içgüdünün genel olarak sınırını belirlemek için kullanılabilir. İçgüdülerin çoğu organikleşme faaliyetlerinin bir devamı veya sonucudurlar. Bundan dolayı içgüdü faaliyetinin nerede başladığı, doğanın faaliyetinin nerde bittiği belli olmamaktadır. Bergson’a göre, canlılar varlıksal yapılarındaki dönüşümlerde, hayvanın içgüdüsü ile canlı maddenin organikleştirici

çalışması arasında kesin bir sınır çizme imkânı yoktur (Bergson, 1986a: 185). Bunun için içgüdü kullanacağı aletleri organlaştırır veya organlaşma, organı kullanmak zorunda olan içgüdüde devam eder (Bergson, 1986a: 186).

Bergson zekâ ve içgüdünün tam olarak tanımını yapsa da, bu tanımın yapılabilmesi ve aralarındaki farkın bütünüyle görülebilmesi için bunların kendilerini yetkin bir şekilde gerçekleştirmeleri gerekmektedir. Ona göre, yetkinleşmiş bir içgüdü organlaşmış aletler kullanmak ve hatta yapmak yetisidir; yetkinleşmiş bir zekâ ise cansız aletler yapmak ve kullanmak yetisidir, şeklinde tanımlanabilir (Bergson, 1986a: 186). Dolayısıyla burada temel olarak ortaya çıkan fark, içgüdünün canlı olanla ilişkisini daha yoğun devam ettirmesi, zekânınsa bu ilişkiyi daha aza indirmesi yani daha çok soyutlaşmasıdır, denebilir.

Bergson, bu iki faaliyetin işler yanları ile kusurlarını karşılaştırır. İçgüdü, ihtiyaca göre hazırlanmış aleti, hazır bulur. Doğanın bütün eserlerindeki gibi içgüdü işlerken basit ama ayrıntıda son derece karmaşıktır; işlevini istenilen anda kolayca ve mükemmellikle yerine getirir. Ancak içgüdünün yapısı neredeyse hiç değişmez çünkü yapısı değişirse türü de değişir. İçgüdü zorunlu olarak uzmanlaşmış, belli bir şey için kullanılan bir alet olmuştur (Bergson, 1986a: 186).

Bergson’a göre zekânın yaptığı alet ise içgüdünün yaptığı aletin tersine, çaba ile kazanılan ve her zaman zahmetle kullanılan bir alettir. Zekânın yaptığı alet cansız bir maddeden yapıldığı için her şekle girebilir. Bu yapma aletler, canlı varlığı yeni çıkan zorluklardan kurtararak ona büyük bir güç verir. Ancak bunlar içgüdünün oluşturduğu aletlere oranla doğrudan ihtiyaçları dindirmekte daha az başarılıdır, fakat acil olmayan ihtiyaçlar için daha elverişlidir. Zekâ pratik ihtiyaçlardan doğmuştur (Bennet, 1916: 49). Zekâ ile oluşturulan aletin çift taraflı bir etkisi vardır. Yapma alet, kendini yapanları yeni bir işlev üretmeye çağırmak ve doğal organizmayı yapma bir organizma devam ettirmek sonucunda daha zengin bir organlaşma sağlar. Bunların karşıladığı her ihtiyaç yeni bir ihtiyaç yaratır ve böylece içgüdü belli bir faaliyet çemberi içersinde otomatik işlemez, bu faaliyete sonsuz bir alan açar, gittikçe uzaklara ve özgürlüğe götürür. Dolayısıyla zekânın içgüdüye olan bu üstünlüğü üretim işinin en yüksek derecesine çıktığı, üretecek makineler yaptığı zaman belirir.

Zekânın yaptığı aletlerle doğanın yaptığı aletler ilk zamanlarda birbirlerine denktirler ve ayırmak mümkün değildir. Bu ilk zamanlara gidildiğinde, zekâya daha yakın içgüdüler bulunabilir ve bu ilkel zekâ ve içgüdüler henüz hâkimi olamadıkları maddenin kölesidirler (Bergson, 1986a: 187). Bergson’a göre eğer hayatın kuvveti sınırsız olsaydı, içgüdü ve zekâyı aynı organizmada alabildiğine geliştirecekti. Fakat her şey, bu kuvvetin sınırlı olduğunu ve belirmekle beraber pek çabuk yıprandığını gösterir. Bundan dolayı hayatın çeşitli yönlerde uzaklara gitmesi zor olmuş, sonuçta yönlerden birini seçmesi gerekmiştir. Hayat bu etkiyi, organlaşmış bir alet yaratmakla doğrudan doğruya kullanarak sağlayabilir veya gerekli olana doğal olarak sahip olacağına bunu cansız maddeyi kullanarak kendisi yapabilir. Bergson’a göre zekâ ve içgüdünün gittikçe birbirlerinden uzaklaşmalarına rağmen tamamıyla ayrılmamalarının nedeni buradadır (Bergson, 1986a: 188). Dolayısıyla temel olarak zekânın ve içgüdünün mevcudiyet nedeni, hayatın kendini gerçekleştirmesi için madde ile olan mücadelesinde kullandığı araçlar olmalarıdır. Dolayısıyla hangisi daha elverişli ise o gelişme imkânı bulmaktadır. Ayrıca yine bunlar kendileri de gelişme imkânı buldukça evrimleşmektedirler. Zekâ ile içgüdünün iç içe olmaları işlevleri nedeniyledir.

Bergson’a göre, zekâ ile içgüdünün birbirleri ile ilişkilerini belirleyen bir diğer önemli unsur ihtiyaçtır. Ancak ona göre zekânın içgüdüye olan ihtiyacı, içgüdünün zekâya olan ihtiyacından fazladır (Bergson, 1986a: 188). Hayvanın yüksek bir organikleşme düzeyine ulaşabilmesi için ham maddeye şekil vermesi gereklidir ve bunu ancak içgüdü ile yapabilir. Doğa, eklemlilerde içgüdüye, omurgalıların hemen hepsinde zekâya doğru evrimleşmiştir. Bu hayvanlardaki ruhsal faaliyetin temelini içgüdü oluşturur, zekâ bu yeri elde etmek için isteklidir. Hayvan alet yapmasa da içgüdüye mümkün olan değişmeleri yaptırmak suretiyle vazgeçmeye yeltenir gibidir. Zekânın tam olarak kendisini bulması insanda olmuştur. İnsanın bedensel yetersizlikleri içgüdünün zekâdan kesin olarak ayrılmasına sebep olmuştur. İçgüdü ile zekâ, bir, tek ve aynı meselenin aynı derecedeki iki çeşitli çözümünü temsil eder. İçgüdü ile zekânın içyapılarındaki derin fark buradan gelmektedir. Bergson bu ikisi arasındaki farkları şöyle değerlendirir (Bergson, 1986a: 189). Öncelikle zekâ ile içgüdünün bilgilerini birbirlerinden ayrı iki tür bilgidir (Bergson, 1986a: 190). Bergson özellikle de bunu bilinç ile ilgili belirlemeleri doğrultusunda yapacaktır.

Bergson içgüdünün ne kadar bilinçli olduğu sorusundan hareket ederek içgüdüdeki bilincin birçok farkları ve dereceleri olduğunu belirtir. İçgüdünün bazı durumlarında az çok bilinç vardır, bazı durumlarında yoktur. Bitkilerde de içgüdü vardır ama bitkilerdeki bu içgüdülerde bilincin bulunduğu şüphelidir. Hatta hayvanların hareketlerinin bir kısmında bilinçle karmaşık bir içgüdü bulunmaz (Bergson, 1986a: 190).

Zekâ ve içgüdünün ne olduğunu daha iyi belirleyebilmek için Bergson, bilinç anlayışını ortaya koymaktadır. Bilinç Bergson’a göre öncelikle bir farkına varma durumunun ifadesidir. O bilincin tanımını şu şekilde yapar: ‘eylemin tasarımına uygun olmamasına’ bilinç denir. Eylemin tasarımı ile uyuşmaması sonucunda farkına varma oluşmaktadır ve bu, bilinci belirleyen temel özellik olarak ortaya çıkmaktadır. Bergson’a göre alışkanlık haline gelmiş bir işi makine gibi yaptığımızda, uykuda gezenlerin rüyalarını otomatik bir şekilde yaşadıkları zamanda bilinçsizlik mutlak olabilir. Fakat buradaki bilinçsizlik zihinden geçen şeylerle eylemlerimiz arasında uygunsuzluk olmadığı sürece devam eder. Bilinç burada eylem tarafından tıkanmıştır (Bergson, 1986a: 190). Bilincin ortaya çıkabilmesi eylemin durdurulmasına veya engele çarpmaya bağlı olması, bilincin bir anlamda uykuda olması demektir ki bu da aslında farkında olmamak demektir. Bir engelle karşılaşınca ya da olağan dışı bir durum gerçekleşince bilinç kendi farkına varacaktır. Bu engel bilinci oluşturmaz, bilinç zaten mevcut olarak bulunmaktadır, dolayısıyla engel bilincin uyanmasına yol açmaktan başka bir şey yapmamıştır (Bergson, 1986a: 191). Bergson ayrıca bilinç ile ilgili olarak ‘yokolmuş bilinç’ ve ‘hiç olan bilinç’ arasında bir ayrım yapmaktadır. Bu iki tür bilinçsizliğin ikisi de sıfırdır, hiç olan bilinç, hiçliği ifade eder; yok olmuş bilinç ise birbirlerini telafi eden ve değiştiren eşit ve birbirlerine zıt iki miktarı gösterir. Düşen bir taşın bilinçsizliği hakikaten hiç olan bir bilinçtir (Bergson, 1986a: 190). Biraz önce anlatılan eylemce tıkanan bilinçsizlik durumu da ikincisine örnektir.

Bergson bilinç ile ilgili temel belirlemelerini şu şekilde ortaya koyar. Bilinç, mümkün olan eylemler alanındadır ya da canlı varlığın gerçekten yaptığı eylemi çevreleyen kuvve halindeki faal bir ışıktır. Bunun için bilinç, ’kararsız kalma’ veya ‘seçme’ demektir. Bunun tersine hiçbir eylemin olmadığı, aynı olasılıkta eylemlerin bulunduğu (örneğin hiçbir sonuca varmayan tartışmalar) durumlarda bilinç yoğunluk göstermektedir. Bilinç, tek bir eylemde bulunma imkânı olan yerlerde hiçleşir. Örneğin

uykuda gezenlerde, otomatik bir şekilde çalışanların eylemlerinde olduğu gibi. Bu son durumda bir engel çıkarsa bilinç derhal uyanır. Bilinci bu bakımdan şöyle tarif eder: canlı bir varlığın bilinci, kuvve (potential) halindeki bir faaliyet ile hakiki bir faaliyet arasındaki aritmetik bir farklılıktır. Bu farklılık tasarım ile eylem arasındaki uygunsuzluk ve açıklığı gösterir (Bergson, 1986a: 191). Bir diğer yandan bilinç, özgürlüğün kendisi de olmaktadır.

Bu tanımlamalardan sonra Bergson’a göre, zekânın bilince, içgüdünün bilinçsizliğe dönmüş olduğunu söyleyebiliriz (Bergson, 1986a: 191). Çünkü doğada kullanılacak alet organikleştirildiğinden ve bu aletin hem uygulanması hem de elde edilmek istenen sonucun doğa tarafından hazırlandığı bir yerde seçime pek az pay bırakılmıştır (Bergson, 1986a: 191,192). Bilincin burada uyanmaya fırsat bulması güçtür; çünkü tasarımlarla hareketler uyumludur, bilincin uyanarak araya girmesine gerek kalmaz. Bilinç uyandığı noktada içgüdüyü aydınlatmaz, uğradığı engelleri aydınlatır. Bilinç burada eylem ile fikir arasındaki uygunsuzluktan ve içgüdünün verdiği açıktan doğduğu için, bir arızadan başka bir şey olmayacaktır. Zekâda ise, bu açık, normal bir haldir. Engellerle çalışmak onun özünü oluşturur. Asıl işlevi aletler oluşturmak olduğundan, bunun için gerekli olan yer ve zamanı, şekil ve maddeleri seçmek zorundadır. Zekâ kendisini tamamıyla tatmin edemez, çünkü her yeni tatmin yeni ihtiyaçlar yaratır. İçgüdünün de zekânın da bilgileri vardır. İçgüdünün bilgileri zekânın bilgileri gibi düşünülmüş ve bilinçli değildir. İçgüdünün bilgileri hayatın içine girerek, vücut ile kazanılmış bilinçsiz bilgilerdir. Buradaki fark nitelik farkından çok bir derece farkıdır. Bu tarzda bilince bağlanıldıkça zekâ ile içgüdü arasında psikolojik bakımdan var olan asıl fark görülmüş olmaz (Bergson, 1986a: 192).

Bergson, bu iki alanın birbirinden farklı olan uygulama alanlarını göstermek ister (Bergson, 1986a: 193). Hayvanların yaptıkları davranışların sonucunda onların bilince sahip olduğunu düşünürüz. Ama burada bir bilgi varsa, bu bilgi kapalı/örtük bir bilgidir. Bu öyle bir bilgidir ki bilinç halinde derinleşeceğine, tam ve isabetli hareketler halinde belirmiştir (Bergson, 1986a: 194). Bergson içgüdünün bilgisinin doğuştan geldiği ve tam olarak işe yarar bir bilgi olmasından hareketle içgüdüsel bilgili ile ilişkili açıklamalarını yapar. Ayrıca bu alanda neredeyse şaşmaz bir bilgi ile hayvanlar iş yapar gibi görünmektedirler. Ama buradaki bilgi daha farklıdır. Zekâ da bazı şeyleri öğrenmeden bilir, ama zekanın bu bilgileri başka bir niteliktedir.

Çocuklar, hayvanların hiç anlamadıkları şeyleri öğrenmeden doğrudan doğruya anlamaktadırlar. Zekânın bu anlamda içgüdü gibi kalıtsal bir işlevi vardır, bundan dolayı zekânın doğuştan bir bilgiye sahip olduğu söylenebilir. Zekâda belli hiçbir şeyin doğuştan bilgisi dolayısıyla fikri yoktur. Bu tür bir bilgi belli bir şeyin bilgisi olduğundan içgüdüdür, zekâ değildir. O zaman çocuklar neyi bilir? (Bergson, 1986a: 194). Bilinecek şeylerin yanında, bu şeylerin bir de ilişkileri vardır. Yeni doğan bir çocuk, zekâya sahip olması bakımından bir şeyi ya da o şeyin özelliğini bilmez fakat bir isme sıfat verildiği zaman ne dendiğini anlar yani yüklemin konu ile ilişkisini doğal olarak kavrayabilir (Bergson, 1986a: 195). Burada, Bergson’da Kantçı bir yaklaşım sezilmektedir, doğal olarak biz ilişkilerin ne olduğunun bilgisine sahibiz ama içeriğine sahip değiliz, denilmektedir. Dolayısıyla o şu sonuca varır, içgüdü ile zekâdaki doğuştan bilgilere bakıldığında, bunların içgüdüde nesneyle, zekâda ilişkilere bağlantılandırdıkları görülür (Bergson, 1986a: 195).

Bergson, felsefedeki bilgi teorisindeki klasik görüşlerle ilgili genel düşüncelerinden hareketle içgüdü ve zekâ kavramlarını değerlendirir. Buna göre filozoflar bilgimizde bir suret (forme) bir de madde görürler ve bunları birbirlerinden net bir şekilde ayırırlar (Bergson, 1986a: 195). Madde, saf bir halde alınan algı yetisinin verdiği bilgidir. Suret de saf algı malzemeleri arasında sistemli bir bilgi oluşturmak için kurulmuş ilişkilerdir. Bergson’a göre maddesiz suretin bilgisi olabilir, ancak bu bilginin içeriği olmadığı için edinilen bilgiyi elde edilmiş bir şeyden çok kazanılmış bir alışkanlık gibi algılayabiliriz. Çünkü bu tür bir bilgi yüzeysel olmaktadır ve bu bilgi bir durum ya da bir olaydan çok bir yöne benzer. Bergson buna, dikkatin doğal kıvrımı der. Bunu şu şekilde örneklendirir, kesir ile hesap yapacağı söylenen öğrenci pay ve paydanın ne olacağını bilmeden hemen bölü çizgisini çeker. Burada da görülür ki, iki sınır arasındaki genel ilişki, bu hallerden hiçbirinin bilmediği durumda bile çocuğun zihninde vardır. Bu durumda işlemi yapacak kişi madde olmadan sureti biliyor, demektir.

Buradan hareketle, deneyden önce olan ve deneylerimizi sistemleştiren zekanın kadro ya da kategorileri için de aynı şey söylenebilir. Bu sonuç dolayısıyla Bergson, zekâ ile içgüdüyü daha açık olarak ayırır: zeka sahip olduğu doğuştan bilgiye bağlı olarak bir suretin bilgisidir, içgüdü de maddenin bilgisini kapsar (Bergson, 1986a: 196). Bergson’a göre içgüdü tarzındaki bilgi, belli bir şeyi maddiliklerine varıncaya kadar

doğrudan doğruya bilmektir. Bu bilgi daima “işte budur” der. Zekâ ise belli hiçbir şeyi bilmez. Zekâ bir şeyi diğer bir şeye, bir parçayı başka bir parçaya veya bir tarafı bir başka tarafa oranlamak, öncüller bilindiği zaman sonuçlar çıkarmak ve bilinen şeyden bilinmeyen şeye gitmek şeklinde olan bir bilgisi olan doğal bir yetidir (Bergson, 1986a: 197). Bu durumda zekâ, ilişki kurma ve bununla bilgi elde etmeye yarayan bir araç olmaktadır. İçgüdü bilginin kesin olarak ne olduğunu ifade ederken, zekâ kesin olarak değil şartlara bağlı olarak durumun ne olacağını ifade eder.

İçgüdünün bilgisi kesinken, zekânın bilgisi varsayımsaldır. İçgüdü bu anlamda zekâya üstün gibi görünür ama içgüdü sınırlıdır, bir tür şeyle hatta bunun bir kısmıyla ilgilidir. Ancak bildiği şeyi içten ve tam olarak bilir ve bu bilgi yaptığı eyleme içkindir. Zekâ ise doğal halinde dış ve boş bir bilgiye sahiptir. Yalnız bu bilgi içine sayısız şeyler girebilecek bir kadro getirir ve bu yönüyle içgüdüden gelen bilgide olmayan bir özelliğe