• Sonuç bulunamadı

Felsefi teoriler içerisinde hareket ile ilgili kabul edilen düşünceler, o sistemin genel anlayışını da bir anlamda ortaya koymaktadır. Sokrates öncesi felsefede Herakletios ve Parmenides’in düşüncelerine baktığımızda bunu görebiliriz. Herakletios hareket ve değişimi felsefesinin ana ilkesi yapmıştır. Parmenides ise bunların bir yanılsama olduğunu söyler. Her iki filozof varlık (birlik, değişmezlik) ve oluş (çokluk, değişme) gibi ortak problemlere yönelmişken vardıkları sonuçlar oldukça farklıdır (Erdoğan, 2009: 32). Herakleitos’a göre varlıkların sabit olduğuna inanılan evren, Parmenides’e göre ise değişim ve hareket halindeki bir evren yanlış bir tasarımdır. Herakleitos’a göre gerçek evren sonsuz bir hareket ve değişim alanıdır ve bu değişim sadece nesnelerle alakalı değildir aynı zamanda biz de değişmekteyiz, yani ırmak değiştiğinden aynı ırmağa ikinci kez giremezken, biz de aynı kişi değilizdir çünkü biz de sürekli olarak değişmekteyiz. Ona göre aynı kalan bir şey yoktur.

Parmenides’in tezine göre ise temelde değişme olanaksızdır. Gerçek evren sabittir; değişen, akan, çokluğa bölünen evren aldatıcıdır (Erdoğan, 2009: 33). Herakleitos’ta evren her zaman aynı şekilde kalmaz, sürekli olarak değişmektedir, bu şekil değiştirme bu halden hale geçme evrenin orijinalitesidir, varlıklar sonsuzca değişim sürecindedirler (Erdoğan, 2009: 34). Elealı Zenon hocası Parmenides’in varlığın birliği ve çokluğun olanaksızlığı tezini diyalektik delillerle savunur. Hocasının görüşlerini daha da ileri götürerek çokluğu ve hareketi reddeder. Zenon bunu uzay ve zamanın sonsuz bölünmesinin sakıncalarını göstermeye çalıştığı ünlü kanıtları ile ortaya koymaya çalışır (Erdoğan, 2009: 38). Zenon’un hareket teorisi, mekân ve zaman teorisi ile ilişkilidir. Zenon hareketin varlığını reddeder, çünkü zaman ve uzayın sonsuza kadar bölünebilirliği hareketi olanaksız kılar. Ayrıca ona göre hareket bir değişimdir. Değişmek ise ne olmuş olan ne de olacak olandır. Buna göre değişen şey yoktur ya da değişme ve bundan dolayı hareket de meydana gelmemiştir (Erdoğan, 2009: 38).

Yukarıda bahsedilen düşünceden farklı bir anlayışı benimseyen Aristoteles’e göre ise hareket, gerçektir, süreklidir ve sürekli olan da sonsuza kadar bölünebilen şey olarak tanımlanır. Bu durumda yer, zaman ve boşluk da hareketin gerektirdiği şeylerdir (Ross, 2002:102). Ona göre hareket, bir durumun yerini aniden başka bir duruma bırakması değil, ikisi arasındaki bir geçiştir (Ross, 2002:103). Hareket potansiyel olarak

varolanın potansiyel olmak bakımından edimselleşmesidir. Hareket ve etkinlik arasında bir fark da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Etkinliğin her bir anında potansiyellik bütünüyle biter ve edimselliğe dönüşür. Harekette ise dönüşüm, hareket bitene kadar tam değildir. Hareket tamamlanmamış etkinlik, etkinlik ise tamamlanmamış harekettir. Hareket basit olarak ne potansiyellik ne de etkinlik olarak sınıflandırılabilir. O bir edimselleşmedir, fakat kendi tamamlanmamışlığını ve sürekli potansiyelliğin sürekli varlığını gerektiren edimselleşmedir (Ross, 2002: 103). Aristoteles’e göre üç tür hareket vardır. Niteliğe etki eden hareket veya nitelik değişmesi, başkalaşma hareketidir. Niceliğe etki eden hareket çoğalma, azalma, büyüme ve küçülme hareketidir. Mekâna göre hareket ise yer değiştirme hareketidir. Bunlar içinde en önemlisi olarak o en devamlı olan yer değiştirme hareketini görür (Bolay, 2005: 73). Aristoteles, Platon’un anlayışının tersine nesnenin dışında bir hareket olmadığını düşünür (Bolay, 2005: 72).

Aristoteles’ten sonra da hareket, fiziğin bir problemi olarak ele alınmaya devam etmiştir, Newton’da mekanik fizik için temel olan hareket ile ilgili temel üç yasa şöyledir: 1)Newton mekaniğine devinimin birinci yasası, Galileo ve Descartes’tan gelen eylemsizlik ilkesinin tümel biçiminden ibarettir. Devinim Yasası (Eylemsizlik Yasası); ‘Her cisim, içinde bulunduğu devinimsizlik veya düzgün doğrusal devinim halini, üzerine etki eden kuvvetler tarafından değiştirmeye zorlanmadıkça sürdürmeye devam edecektir” (Erdoğan, 2009: 228). 2) Devinim Yasası (İvme Yasası): ‘Devinimin değişimi, devinimi etkileyen kuvvetle doğru orantılıdır ve etki, etkileyen kuvvetin etkilediği doğrultuda gerçekleşir’ (Erdoğan, 2009: 230). 3) Devinim Yasası (Etki- Tepki Yasası): ‘Her etkiye karşı koyan eşit bir tepki daima vardır veya iki cismin birbirleri üzerine karşılıklı olarak yaptıkları etki daima eşittir ve zıt kısımlara yönelmiştir” (Erdoğan, 2009: 230). Burada Newton’un hareket ile ilgili temel belirlemelerinden bahsedilmesinin nedeni, Bergson’un karşı olduğu mekanik anlayışın ne olduğunun ortaya konmasıdır. Bergson, mekanik anlayışa karşı olduğundan hareketi de, farklı bir şekilde yorumlamak zorunda kalmıştır.

Bergson, hareket kavramını değerlendirirken, hareketi niceliksel alandan niteliksel alana taşımış ve bu yolla felsefesinin dayanağı olan oluşu temellendirmeye çalışmıştır. O, felsefesi açısından tutarlı olması bakımından hareketi mekândan uzaklaştırmak için çaba sarf etmiştir. Bu temelde bilimin hareket anlayışını da eleştirmiştir. Hareket, ‘değişim’, ‘oluşum’ ve ‘süre’yle ilişkili olduğundan ‘ben’

anlayışıyla da ilişkilidir. Dolayısıyla ben’i belirleyen şartlar sırf mekânsal olursa, o zaman ben’in süre ile olan ilişkisinden bahsetmek imkânı kalmayacaktır. Onun için hareketi mekânsallıktan kurtarmalıdır.

Öncelikle, yukarıda değinildiği üzere Bergson hareketi mekândan uzaklaştırır ve hareketin mekânla olan ilişkisini en az düzeye indirmeye çalışır. Onun bu konu ile ilgili açıklamaları şu şekildedir: Hareket edenin bulunduğu yerden dolayı bir yer kapladığı görülür. Bu eylem, aslında bir süre işgal eder ve bilinçli bir seyirci için gerçekliktir (Bergson, 1990: 103). Buradan çıkan düşünce hareketin mekândan çok süre ile ilişkili olduğudur. Çünkü süreyi işgal eder. Bu nedenle hareket süre kavramı içerisinde değerlendirilebilir. Bergson hareketin gerçekliği bilinçli bir seyirci için varoluyor diyerek, hareketin bilinçsel bir durum olduğunun altını çizmiş olur. Bergson’a göre hareket sadece ilerlemedir ve bir noktadan diğerine geçişin zihinsel bir sentezidir, bu aynı zamanda ruhsal süreçtir (Bergson, 1990: 104). Buradan da anlaşılacağı üzere o, harekete tinsel bir nitelik kazandırır. Ancak hareketle ilgili genel bakış açısı ile konuya yaklaşıldığında, mekânın ortadan kaldırılması ve hareketin süreyle eşleştirilmesi bizce gerçekçi bir yaklaşım gibi görünmemektedir. Zaten, Bergson Madde ve Bellek adlı eserinde, hareket anlayışını farklılaştırır, hareket ve madde arasındaki ilişkiyi kurarak görüşlerini şekillendirir. Bergson Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri adlı eserinde Zenon’un anlayışını eleştirerek görüşlerini geliştirmiştir. O, Elea Okulunun yanılgısının temelinde süreye mekân fikrini sokmalarını görür. Bergson’a göre, Zenon’un paradoksları temelde mekânın bölünebilirliği anlayışına dayalıdır. O, zamanın bölünebilirliği anlayışının yanlış olduğu görüşünü iddia ederek zamanın bölünememesi anlayışını oluşturur ve böylece Zenon’un paradokslarının yanlışlığını göstermeye çalışır. Yalnız problem bu şekilde ortaya konunca, hareketin süreyle yani zamanla ve aslında bilinçle ilişkilendirilerek ortaya konması, bilinçli bir varlık olmayınca hareketin olmadığı gibi bir sonuca götürebilir. Belki de bu noktada, mekân ve zamanın bölünüp bölünememesi meselesinin ötesinde hareketin bölünüp bölünememesi konusu üzerinde durulabilir.

Bergson hareketin bölünemez olduğunu da ortaya koymuştur. Hareket fiziksel bir mesele olarak hayatımızın temelini oluşturmaktadır, diyebiliriz. Dolayısıyla hareket mekânla ilişkili bir yapı arz etmektedir. Bu yapı ile birlikte aslında zamanın ve mekânın bölünüp bölünmemesinden çok hareketin bölünüp bölünememesi gündeme gelir.

Bergson’un dediği gibi hareketin zihni bir sentez olması halinde, (sentez olması birleştirilmiş olduğunu, dolayısıyla ayrı bir varlığa sahip olduğu anlamına varır) hareket de bölünebilir bir şey olur ki bu durumda zaman yani süre de bölünebilir bir nitelik kazanır, bu durumdaysa süre mekân gibi değerlendirilir. Hareketin bir bütün olmasının göz ardı edilmesi, bir diğer anlamda hareketi gerçekleştireni de göz ardı etmektir ki bu da öznenin yok sayılmasıdır. Hareket halindeyken mekânın sadece kat edildiği söylenir. Kat eden şeyin neden bu eylemi yaptığı farklı bir şeydir, kat edilenin sadece mekân olduğunu söylemek farklı bir şeydir. Birinci durumda eyleme sevk eden ve yönlendiren bir zihinden yani kat eden öznenin bilinçli bir eyleminden söz edebilecekken, ikinci durumda kat edilen mekân olduğundan ve mekân bölünebilir olduğundan ötürü hareket bir sentez olmak durumunda olacağından eylemin sadece zihinsel bir kurgu olduğunu ileri sürülmüş olunur. Eğer hareketin bölünemezliği anlayışı doğru ise, bir noktadan diğerine geçişin zihinsel bir sentez olması durumu, hareketi aslında ortadan kaldırır, çünkü bu durumda hareket mekân gibi değerlendirilmiş olur, bunun sonucunda mekânda ilerlemenin olanaksızlığı, hareketin yokluğu anlamına gelir ki bu gerçeklikle bağı kopuk bir yorumu oluşturur. Daha önce denildiği gibi bu nokta Bergson’un dikkatini çekmiş olacaktır ki, Madde ve Bellekte bu görüşlerini bir anlamda yenilemiş ve madde ile ilgili olan belirlemelerini ortaya koymuştur.

Bergson, hareketin mekânsal olandan uzak olması görüşünü, mekânda hareket edilen noktaları düşünmenin hareketi vermeyeceğini söyleyerek temellendirmeye çalışır. Bilinç, geçilen ardışık yerleri hatırlar ve bu hatırlamalardan bir sentez yapar (Bergson, 1990: 104). Böylelikle hareketin kendisine varırız. Yalnız Bergson, burada biraz önce bahsedildiği gibi, hareketi ve hareketin kendisini göz ardı etmektedir. Bilinç, hareketi değerlendirirken aslında temel olarak, hareket eden şeyi ön plana alır. Hareketi inceleyen bilinç için mekân ve zaman ikincil durumdadır, denilebilir. Asıl olan hareketi yapandır ve hareketin kendisidir. Eylemde bulunan olmadan ve eylemin kendisi göz ardı edilince, hareketin kendisi yanlış değerlendirilmektedir. Eylemin bölünmesi aslında, yapılan eylemin mekânsallaştırılmasından başka bir şey değildir.

Bir eylemin yapısı bölünmezdir. Onu sonradan bölmek hem onu mekânlaştırmaktır aynı şekilde bir zihni sentez yapmak bir soyut düşünce içinde mekânsal özellikler yüklemekten başka bir şey değildir. Ayrıca zihni bir sentez olması, onun parçalara ayrılması demektir ki Bergsoncu felsefi anlayışta bir anlamda geçmişe

dönmektir, yani zamanı mekânsallaştırmaktan başka bir şey olmamaktadır. Bergson’un düşüncesinde bir yandan mekânın varlığı kabul edilirken diğer yandan hareketi tinselleştirmek aslında onun felsefesi açısından açıklanması zor bir alanı oluşturmaktadır. Kendisi bundan bahsettiğinden ötürü aslında mekânın varlığı, hareketin onunla ilişkisi ve eylemi yapan bir özne mevcut bulunduğundan, hareketi sırf tinsellikle ve hareketle açıklamak güçleşmektedir. Hareket edenin varlığının mekânla ve maddi olanla bağı, Bergson’un bu yorumunun doğruluğunu ortaya koymayı güçleştirmektedir, çünkü böyle bir yorum hem eylemi gerçekleştireni hem de eylemi izleyen bilincin sırf tinsel olmasını gerektirecektir, aksi takdirde hareketin tinsel olması açıklanamaz. Eğer, bunlar sırf tinsel değilse bu yorum geçerliliğini yitirmiş gibi görünmektedir.

Bergson hareket ile ilgili bir sentez yaparken, ardışık duyumların birbirleriyle yavaş yavaş kaynaşarak nitelik halinde bir birlik olarak kabul edilmesi zorunluluğunun (Bergson, 1990: 104) olduğunu söyler. Bergson’un buradaki amacı hareketi niceliksel olmaktan, yani ölçülebilir bir şey olmaktan çıkararak niteliksel bir özellik kazandırmaya çalışmaktır. Ayrıca hareketin bir birlik olarak düşünülmesini ister. Ancak harekette mekânsal olan ile ilişki içindeki yan ile duyumlardaki gibi bir iç içe geçme nasıl mümkün olacaktır? Bergson bu sorunun cevabını net bir şekilde ortaya koymamaktadır. Harekette kat edilen mekân ve mekânı kat eden eylem olmak üzere iki unsur vardır. Bunlara bağlı olarak ardışık yerler ve bu yerlerin sentezi olmak üzere birbirinden ayrılması gereken iki unsur vardır. Birincisi homojen bir nicelik, diğeri bilincimizde mevcut olan bir nitelik ve şiddettir (Bergson, 1990: 104, 105). Biraz önceki sorunun yanıtı gibi görünse de bu ikisi arasındaki ilişki belirlenmiş değildir. Ayrıca Bergson’un bu ikili ayrımı neye göre yaptığı da açık değildir.

Bergson, hareketin bölünemezliğini eylemin bölünemezliğinden hareketle açıklar. Kat edilen mekân bölünebilir, nesne bölünebilir ancak eylemin bölünemeyeceğini söyler. İlerlemeyi mekâna yerleştirmek, şimdi ile geçmişin birlikte bulunabileceğini onaylamaktır (Bergson, 1990: 105). Bergson burada eylemin bölünemezliği konusunda haklı ve bu gerçeklikle tutarlıdır. Hareketin bilinçsel olması ve sürede yer almasından dolayı bölünemez olması yani mekânsal olandan tümüyle farklı olduğunu söylemek, gerçeklik açısından mümkün görünmemektedir. Bergson’un ilerleme ile ilgili bir anlayışın kesinlikle mekânla ilişkilendirilmemesinin altını özellikle

çizmesi önemlidir. Çünkü eğer ilerleme mekânla ilişkilendirilirse, sürenin temel niteliklerinden biri olan ilerleme de tartışmalı bir duruma gelecektir. Çünkü bu durumda süreyi mekânla aynı kavramsal çerçevede değerlendirilmiş olunur. Ona göre bilimin yaptığı değerlendirmelerdeki hatanın bir kaynağı da, ilerlemeyi mekânsal olarak değerlendirilmesinden kaynaklanır. Bilim bu nedenle niteliği aradan çıkarır bunun sonucunda da hareketten hareketsizliği çıkarır (Bergson, 1990: 108). Bergson, bilimi bu anlamda bir içeriksizleştirme faaliyeti olarak değerlendirir. Ona göre bilimde önemli olan mekândır, zamandaşlıktır. Ölçülebilir olan önemlidir, bilim zamanı değil mesafeyi ölçmektedir. Burada süre yoktur (Bergson, 1990: 108). Bu noktada Bergson, mekânın ölçülebildiğini, kat edilen mesafenin ölçüldüğünü ancak zamanın ölçülemediğini söylemektedir. Ancak burada zamanın ölçülemezliğini ileri sürerek de aslında kendi zaman anlayışını da belirlenemezliğe itmektedir. Zaten Bergson’a göre süre bulanık ve belirlenemez olandır.

Bergson’a göre süre, insanda/ben’de vardır. Çünkü insan bilinçli olan bir varlıktır ve sürenin varlığı bilinç durumuna bağlanmış gibi gözükmektedir. Bergson sürenin aralığının sadece bizim için mevcut olduğunu, bunun da bilinç hallerimizin karşılıklı olarak iç içe girmeleri yoluyla olduğunu söyler (Bergson, 1990: 108). Bizim dışımızda sadece mekân ve buna bağlı olarak zamandaşlıklar vardır (Bergson, 1990: 108). Bergson bilim eleştirisi, bilimin asıl süre aralığını dikkate almamasına yoğunlaşır. Bilim bu aralıkları kısa bir zaman içinde algılıyorsa da, bu aralıkları yaşamak zorunda olan somut bilinç için çok uzun bir zamanı kaplayacaktır (Bergson, 1990: 109). Bergson’a göre, hareket ve sürenin özü oluşumdur, ancak bu sonuca bilincimizdeki görünümün sonucunda ulaşırız. Yukarıda bahsedildiği gibi bilim aralıkları dikkate almaz, bilim ve özelde cebir sonuca göre davranır, yaşanılanları değerlendirmeye tabi tutmaz, bir bütün olarak değerlendirir. Oysaki bir taraftan hayat devam ederken diğer taraftan hareketteki, süredeki oluşum aralıksız devam etmektedir. Dolayısıyla ona göre mekânsal olan ifadelerle, toplam veya bölümlerle süre ve hareket ifade edilemez. Çünkü mekansal olan bu değerlendirmelerde nitelik farklarına önem verilmemektedir. Bu nedenle kurulan bağlantılar, denklemle açıkta kalmaktadır. Burada süre ve hareketin birer nesne kategorisi olmayıp bir zihin sentezi olduğunun vurgulanması önemlidir (Bergson, 1990: 108).

Bergson’un hareketle ilişkili olarak temel belirlemelere karşı çıkmasının asıl nedeni, oluşun mekânsallaştırılmasıyla birlikte gerçek anlamından uzaklaştırılacak olmasıdır. Oluş, mekânsal bir şekilde anlaşıldığı takdirde ifade edilen oluşun kendisi değil, mekân olacaktır. Bergson, mekânsallıkla oluşun ifade edilemeyeceğini net bir şekilde söyler. Ayrıca oluşun ortadan kalkması insanı belirleyen sürenin/bilincin içeriksizleşmesi anlamına geleceği gibi, insanın özgürlüğü de ortadan kalkacağından dolayı bu anlayışa itiraz eder. Bergson, bilimin anlayışına şöyle karşı çıkar: “…bir cebir denklemi de daima bir olup bittiyi ifade eder. Hâlbuki süre ve hareketin özü bilincimizdeki görünüşü ile aralıksız bir oluşum halindedir; cebir dahi sürenin belli bir anını ve belki bir hareket edenin mekân üzerinde aldığı yerlerin sonucunu ifade edebilir, fakat bunlardan hiçbiri süre ve hareketin kendisi değildir. Herhangi bir hareket veya süre farazi olarak ne kadar sık aralıklı nokta ve anlara bölünürse bölünsün, bunların toplamıyla ne bir süre, ne de bir hareket ifade edebilir; matematik, sürenin aralıklarını ne kadar küçülterek düşünürse düşünsün bunların daima bir ucuna yerleşir; aralarındaki nitelik farklarını son derece küçültmüş olmak dolayısıyla pek küçük kesirler gibi bunları da ihmal etmekte bir sakınca görmez. Bu yüzden sürede harekette kurduğu denklemler de zorunlu olarak nesne kategorisi olmayıp bir zihin sentezidir” (Bergson, 1990: 111).

Burada Bergson’un anlattığı hareket anlayışı, temel olarak gerçekliğin süre olduğu anlayışına bağlı olarak oluşturulan bir varlık kurgusunun sonucudur. Ancak Madde ve Bellek’te hareket anlayışını ortaya koyarken, bu temel gerçeklik çerçevesi yine süre ile şekillenirken, artık maddenin değerlendirilmesi farklı bir şekil almıştır, madde süre ile ilişkilendirilmeye başlanmıştır, dolayısıyla varlığın yapısı da bir anlamda daha farklı kurgulanmıştır. Bergson bu ikinci eserinde, hareket anlayışını ortaya koyarken iki eser arasında paralellikler olmakla birlikte temel bir noktada daha farklı olan bir yaklaşımı benimsemiştir, denilebilir.

Bergson’un Madde ve Bellek adlı eserinde hareket ile ilgili belirlemeleri genel anlamı ile Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri adlı eserindeki görüşleri ile paralellik gösterir gibi görünmektedir. Bergson burada da öncelikle hareketin bölünmez olduğunu söyler. Bu ilk eserindeki görüşleri ile uyumludur. Her hareket, bir kımıltısızlıktan diğerine geçiş olarak kesinlikle bölünemezdir (Bergson, 1991: 212). Dolaysız deneyimin perspektifinden metafiziksel soruların çıkarılmasını sağlamak için gerekli olan ilk şey, hareketin yeniden ele alınmasıdır ki bu bir dinamik, uzamsal olmayan

hareket anlayışıdır (Guerlac, 2006: 159). Bergson’a göre hareket mekânın üzerinde haritalandırıldığında, hareketin kendisinden uzaklaşılır ve onun yerine yörünge konmuş olunur (Bergson, 1991: 211). Yörünge ancak hareket sona erdiğinde ve hiçbir şey kımıldamadığında planlanabilir. Hareketin kendisinin, henüz belirlenmiş bir bitiş noktası olmadığından planlanamaz ve bölünemez (Guerlac, 2006: 159). Hareket bir yörünge gibi belirlenmiş bir niteliğe sahip olsaydı, o zaman Bergson da mekanist ve finalist düşüncelerle aynı şeyi söylemiş olacaktı.

Bergson daha sonra, algılanan hareketin çok açık seçik bir olgu olduğunu söyler (Bergson, 2007: 142). Ona göre gerçek hareketler vardır (Bergson, 1991: 215). Burada Bergson, hareketin zihni bir sentez olması olgusundan çok onun algılanan bir gerçeklik olduğunun altını özellikle çizmektedir. Buradaki düşüncelerinde bir farklılaşma olmakla beraber, şu görüşleri ile bu konuda yine önceki kitapları ile uyuşan fikirleri ileri sürmüş olur. Şöyle ki, Bergson, hareketle temasa geçmenin en iyi yolunun, içsel olarak bir durumun ya da niteliğin değişimi olarak belirmesi (Bergson, 1991: 219) olduğunu söyler. O halde hata, hareketi niceliğe çevirmektir. Mesafenin niceliği kapsaması için olduğu gibi, “Hareket, içsel olarak bana, bir durum ya da nitelik değişimi olarak belirlediğinde, ben bu hareketin gerçekliğine temas etmiş olurum (Bergson, 1991: 219). Dışsal hareketler bile nitelikteki değişiklikler yoluyla doğrudan algılanabilir: “Aydınlık ile karanlık arasında, renkler arasında, nüanslar arasında farklılık mutlaktır” (Bergson, 1991: 219’den aktaran Guerlac, 2006: 160). Yalnız bir önceki kitabındaki fikirleri ile uyuşmayan görüşleri de gündeme gelmektedir. Matematikçi ve fizikçi arasında yaptığı ayrımlar bunu gösterir. Bunu şöyle açıklar, gerçek hareket olduğu gerçeğini kavramak, kişinin perspektifini matematikten fiziğe kaydırmasına yardımcı olur. Matematikçi hareketi, uzaklıktaki değişiklikle açıklar. Diğer yandan fizikçi, somut hareketle ilgilenir (Bergson, 1991: 215, 216).

Bergson hareketin gerçek olduğunu tasdik eder ve metafizikçi ile fizikçi arasındaki bu fark ona göre önemlidir. Hareketin matematiksel ya da geometrik değerlendirmesi (Descartes’tan türemiş olan) hareketi göreceli ve (her ne kadar Bergson burada açıkça söylemese de) ters çevrilebilir olarak yorumlayacaktır. Fizik, somut zamanla uğraştığında zamanın ve hareketin asla geri çevrilemezliğini gösterecektir (Guerlac, 2006: 160). Burada Bergson’un özellikle matematikçi ve fizikçi arasında yaptığı ayrım, aslında bu kitabında farklı bir gerçekliği kabul ettiğini gündeme

getirmektedir. Sonuçta bu iki alan da bilimseldir. Burada özellikle Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri adlı eserindeki hareketin özelliği anlayışından uzaklaşarak fizikteki somut zamanın genel geçerliğini kabul etmesi önemlidir. Bir anlamda bu eserinde, ilk eserinde süreye atfettiği özelliği fizikteki somut zamana da yüklemiştir. Dolayısıyla ilk eserinden daha gerçekçi bir yaklaşım benimsemiştir, denebilir. Zaten Madde ve Bellek adlı eserinde farklı bir ikicilik anlayışı benimseyeceğini ve madde ile tinin gerçekliğini ortaya koyarak ruh-beden ilişkisini açıklayacağını söyler (Bergson, 2007: 7).

Artık bir önceki eserinde süreye atfettiği özellikleri artık bu kitabında maddeye de yüklemektedir. Bu yaklaşım, iki kitap arasında temel bakış açısının farklılığını iyi