• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

3.2. Ruh Beden Anlayışı

3.2.1. Duyum Anlayışı

Duyum konusu hakkında felsefe tarihi içerisinde yapılan değerlendirmeler temelde bilgi merkezlidir. Ancak farklı şekillerde de duyum konusu kullanılmıştır, örneğin estetik veya ahlaki değerlerin temelinde duyum görülmesi gibi. Bergson da duyumla ilişkili olarak farklı bir yaklaşım sergilemektedir. Elbette onun duyumla ilişkili görüşlerinde epistemik bir yön olmakla beraber, Bergson bu kavramı özgürlük, ruh- beden ilişkisi anlayışları çerçevesinde değerlendirerek felsefi kurgusunda kullanmıştır. Felsefe tarihi içerisinde duyumun nasıl değerlendirildiğine kısaca bakılıp Bergson’un duyum anlayışı ortaya konmaya çalışılacaktır.

Duyum, duyu organlarını harekete geçiren bir dış uyaranın sinirler yoluyla sinir merkezine iletilmesi sonucunda meydana gelen dolayımsız zihinsel üründür. Ayrıca duyum bir duyu organın, duyu siniri veya beyindeki bir duyu bölgesinin uyarılmasından kaynaklanan somut bilinç deneyimi olarak da tarif edilmektedir. Duyum dış dünyayı

algılama yoludur (Cevizci, 1999: 271, 272). Duyumcu olan düşünürler tüm bilgilerimizin duyumlardan geldiğini savunurlar ve bütün bilgilerimizin duyuma indirgenebileceğini düşünürler. Bütün zihin halleri, tüm bilinç içerikleri birleşim ya da çağrışım yoluyla duyumlardan türer. Duyumların inançlarımızın kaynağı olduğunu düşünür, bu anlayışı savunurlar (Cevizci, 1999: 272). Duyumculuk, duyumlar nesnel bir gerçekliğin yansımaları olarak görüldüğü zaman maddecilikle sonuçlanır, yok eğer duyumların temelinde ne olduğu bilinmeyen zihin hallerin olduğu şeklinde bir değerlendirme yapıldığında bu anlayış, öznel idealizmle sonuçlanmaktadır (Cevizci, 1999: 272). Duyumculuk, duyumu epistemolojik anlamda bilginin kaynağında görür. Modern anlamda bu anlayışın kurucusu Thomas Hobbes’tur; Fransız düşünürü Condillac da iyi bir temsilcisidir (Cevizci, 1999: 272). Descartes için duyular bir takım veriler sağlayıp bizde verilere karşılık gelen bir takım inançlara sahip olma eğilimi doğurur, fakat bu inançlar asla bilgi olarak görülmez. Duyuların bize, dünyaya dair bir bilgiye sahip olma sürecinde katkıda bulunduğunu düşünmemizden önce, duyuların sağladığı verilerin akıl tarafından yorumlanması, açıklanması gerekir.

Descartes için bilgiyi sağlayan akıldır ya da duyu verilerini işleyen zihindir. Oysa Locke için duyuların kendileri, bilginin bizzat kendisini sağlayan esas ya da temel yetilerdir (Magee, 2001: 119). Locke için zihinsel içeriklerin doğası temel duyusal bir şeyken Descartes için entelektüel bir şeydir. Locke göre kendisini düşündüğümüz şey her ne olursa olsun onu fiilen algılamadığımız takdirde, ona ilişkin bir duyuma benzer bir şeye, duyumsal bir imgeye sahip olduğumuzu dile getirir (Magee, 2001: 120). Locke’a göre duyular bize bilgi verse de onların verdiği bilgi sınırlıdır (Magee, 2001: 121). Berkeley’e göre ise duyusal dünya gerçekliğin bir parçasıdır, fakat onlar ikincil öneme sahiptirler. Berkeley maddi olanın çok önemli olmasına karşı bu anlayışı benimsemiştir (Magee, 2001: 139). Kant’a göre zaman ve mekân duyu verileridir ve bu duyu verileri a priori görülerdir. Bunlar kavram değildirler, bunlar edinilmezler zaten vardırlar. Bunlar aracılığıyla insan bilgi verilerini sağlar, ancak akıl kalıplarında şekillenerek bilgiye dönüşürler (Tuğcu, 2001: 50). Bergson’un duyumu değerlendirişinin farkı, onun bu konudaki görüşlerini anlatınca ortaya çıkacaktır.

Bergson’a göre duyum, süre ve mekân arasındaki bağdır. Dolayısıyla bir süre varlığı olan insan, dış dünya yani mekân ile olan bağını duyum aracılığıyla kurmaktadır. Bergson ayrıca duyumu, temel niteliği bakımından bir bilinç hali olarak değerlendirir

(Bergson, 1990: 9). Duyumun bu özelliği nedeniyle Bergson’un düşüncesi açısından karmaşık bir durum ortaya çıkar gibi görünmektedir. Bergson duyumu bir bilinç hali olarak görürken aynı zamanda onun dışsal özelliklerini de içinde barındırdığı türünden düşünceler ileri sürmektedir. Ancak Bergson duyumu mekânsal özelliklerle değerlendirmeye karşı çıkarken, kendisinin savunduğu duyumla ilişkili olarak içine düşülen bu temel yanlışı yine kendisi ileri sürebilir mi? diye bir soru akla gelebilir. Böyle bir soru, Bergson’un duyumlar arasında bir derece farkı gördüğü anlayışı ile bertaraf edilir. Yalnız Şuurun Doğrudan Doğruya Verileri adlı eseri okunurken, o bu ayrımı net bir şekilde belirtmediğinden, duyum bahsi bu anlamda kafa karışıklığına yol açabilmektedir. Diğer yandan bu problemin oluşmasının bir diğer nedeni, ruh-beden problemi ve özgürlük açısından birçok farklı kavramla ifade edilebilecek olan bu alanı tek bir kavramla, duyumla izah etmeye çalışmasıdır. Burada oluşan fikir bulanıklığını Bergson, Madde ve Bellek adlı eserinde dışsal verileri algı teorisi, bilinçle ilişkili olan yapıyı da bellek teorisiyle şekillendirmek yoluyla aşmıştır. Şimdi Bergson’un bu konuyla ilişkili teorisi açıklanmaya çalışılacaktır.

Bergson duyumun bir bilinç hali olması ile bağlantılı olarak içsel olan ruh hallerinin arasında nicelik farkı kurmanın hatalı olduğunun altını çizer (Bergson, 1990: 9). Bu yönü ile o duyumun, mekânsal olandan, yani nicel olandan tümüyle farklı bir yapıya sahip olduğunu vurgulanmaktadır. Duyumun bu özelliğinden hareketle ruhun özelliği mekânsal olmaktan tümüyle uzaklaşmaktadır. Böylece Bergson duyumların birbirini içeremeyeceklerini, böyle bir düşünme şeklinin mekânla ilişkili bir düşünmenin sonucu olduğu varsayımını açığa çıkarmış olur. Ona göre bu düşünce tarzı ortak duyu ile duyumların (bilince) yönlendirmesi ile olur. Yani şiddetli bir duyum diğerini içerir sonucuna varamayız, çünkü bu mekânsal bir ilişki türüdür (Bergson, 1990: 9, 10).

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Bergson’a göre duyum niteliksel özelliğe sahiptir. Ancak biz duyumu nicel bir şeymiş gibi değerlendiririz. Bizim böyle değerlendirmemizin bir nedeni duyumdaki şiddet ile ilgili belirlemelerimizdir. Duyumun içerdiği şiddet organizmamızda belli bir oranda bir öneme sahiptir. Organizmada olan faaliyete az ya da çok dememizin nedeni, onun şiddetidir. Şiddete büyük veya küçük dememiz ise bütün bu duyumları aynı şekilde adlandırmamızdan kaynaklanır. Aslında burada sadece derece farklarından çok niteliksel farklar vardır.

Bergson niteliksel fark olduğundan kaynaklanarak bunların aslında başka bir şey olduklarını iddia eder. Bir duygunun, bir hissin şiddeti farklıdır ama bunlara aynı ad verilir. Duyumda bir takım fizik şartlara bağlılık vardır dolayısıyla duyumlarda fiziki şartların payı olduğu sonucuna varırız. Bergson’a göre duyumlar bilincin derinlerinde değil, yüzeyinde geçen olaylardır. Bu olaylar her zaman dıştan gelen bir hareketin veya bir şeyin algısına bağlıdır (Bergson, 1990: 14).

Bergson’a göre, şiddet kavramında/fikrinde ve onu bildiren kelimede bir yer tasarımı bulunur. Bu yüzden de ruh hallerinin niceliksel olarak belirlenebileceği düşüncesi ortaya çıkar. Duyumu böyle değerlendirmeye başlayınca, bir duyumun ya da ruh hallerinin şiddetini belirlemek için kendisini doğuran ve dolayısıyla ölçülebilir olan objektif sebeplerin sayı ve miktarı kullanılır. Bunun sonucunda, duyumun ve ruh hallerinin mekânsal ilişkilerle belirlenmesi, sayısal ilişkiler yoluyla olacaktır. Bergson’un bu düşünceye temel itirazı şu noktada toplanır: biz sebebin niteliğini bilmeden sonucun şiddetini duyarız; sonuçta sebebi sonuca dayandırarak karar veririz. Bu da yanılgıya neden olur. Bunun olumsuz bir sonucu olarak, içten gelen derin psikolojik olgular arasında kurduğumuz şiddet farkları açıklanamaz olacaktır (Bergson, 1990: 12). Bergson duyumlarımızdaki şiddet farklarının yer kaplama farklarına indirgenmesinin hatalı bir sonuç olduğunu iddia eder. Bu nitelik’in nicelik’e indirgenmesinden başka bir şey değildir (Bergson, 1990: 13).

Bergson, duyumların mekân ile süre arasında aracı olmasından kaynaklanan iki yönlü bir yapıya sahip olduğunu düşünür. Dış dünyayla ilişkili yoğun olan duyumlar, dış sebeplere bağlıdır. Ancak Bergson’a göre duyumların şiddeti, kendisini doğuran sebepçe belirlenemese de bunlar arasındaki ilişki olduğu açıktır (Bergson, 1990: 25). Dolayısıyla duyum ne tam olarak dışsallıkla ne de içsellikle açıklanabilir. Ona göre duyumlar ikiye ayrılır. Duygulanım (affective/ teessür/ duygusal/ hissi) duyumlar ve tasarım duyumları (Lacey, 1989: 6). Tüm duyumların bir şiddeti vardır ancak bunlar arasındaki geçiş derece derecedir. Basit tasarımlarda duygulanım unsuru karışmaktadır. Bergson haz ve elem gibi olan bu duygulanımların şiddetinin araştırılmasında bir engel olmadığını söyler (Bergson, 1990: 35). Buradan anlaşılmaktadır ki duyumlar, dış sebepli oluşumlarında gittikçe bu etkilerden kurtulmaktadır ve bu alanda, yani bilinç alanında kurulan ilişkiler kendine has bir hâl almaktadır. Dolayısıyla Bergson, duyumları dışsal bir halin yansıması olarak görmez. Böyle bir değerlendirmede

duyumla ilgili hatalı değerlendirmelerin ortaya çıktığını söyler. Bu değerlendirme duyumun dış bir sebebin içimize yansıması ve duygulanım halinde bir sarsılmanın bilinçleşmiş şekli olduğu anlayışı ifade edilmektedir (Bergson, 1990: 35).

Bergson, duyumla ilişkili olarak şu özelliğin altını bir daha çizer. “…tekrar ediyorum, titreşim genişlikleri gibi üzerine katılabilen miktarlar ile hiçbir yer kaplamayan duyumlar arasında ortak bir şey görülmüyor…” (Bergson, 1990: 36). Burada o duyumun bir bilinç hali olduğunun altını özellikle çizmektedir. Buradaki bilinç özelliği iyice beliren duyumda mekânın etkisi kalmamıştır. Eğer daha şiddetli bir duyum daha az şiddetli olanını içerir gibi bir durum görülüyor ve organik sarsılma özelliğinden niceliksel bir şekil alıyorsa, karşılığı olan fiziksel sarsılmadan bir şey saklıyordur (Bergson, 1990: 31). Dolayısıyla duyumun bu halinden tam bir bilinç hali olarak bahsetme imkânımız yoktur, çünkü hâlâ fiziksel olanla niceliksel bağı kendini hissettirmektedir. Ancak burada Bergson duyumla ilişkili olarak saklama özelliğine vurgu yapmaktadır. Bergson özgürlüğün sağlanmasını maddi ve mekânsal olandan tümüyle ayrılmasında bulur. Çünkü ancak bu şekilde süreyle tam bir ilişki kurulabileceğini iddia eder. Burada duyuma yüklediği saklama özelliği ile hem ona bilinçsel bir yön vermekte hem de daha sonra ileri süreceği bellek teorisi ile ilişkili işaretler vermektedir. Bergson’a göre biz bir duyumu değerlendirirken ona niceliksel bir özellik atfetmemizin bir diğer nedeni duyumu takiben verdiğimiz tepkilerdir. Duyumu izleyen bu bedensel tepkiler olmasa, bunları nitelik olarak algılayabileceğimizi söyler (Bergson, 1990: 40).

Bergson, duyumun sadece moleküllerin hareketinin bilinci olduğu yönündeki anlayışa katılmaz. Böyle bir durumda duyum, fizik sarsılmadan hiçbir şey saklayamayacaktır. Moleküllerin hareketi haz veya elem duyumlarına çevrilirler ve bundan sonra molekül hareketi olarak duyulmazlar (Bergson, 1990: 36).

Duyumla ilgili bu belirlemeleri yaptıktan sonra Bergson, duyumun özgürlükle olan bağını kurar. “Ayrıca şuna da işaret edelim ki otomatik hareketlerden özgür hareketlere fark edilmez bir derece derece ilerleme ile geçilir; özgür hareketleri otomatik hareketlerden ayıran da özellikle araya giren duygulanım (affective) duyumlarıdır; hatta bütün hareketlerimizin otomatik olmaları bile düşünülebilir; kaldı ki aldıkları dış uyaranlara karşı bilinçsiz olarak belli tepkiler de oluşuyorsa bu, yapılacak

otomatik tepkilere karşı gelmeye imkan vermek için olsa gerektir; çünkü duyumun ya hiçbir değeri yoktur yahut hürriyetin bir başlangıcı olacaktır. Kaldı ki duyum eğer hazırlanan tepkinin özelliğini açık bir işaretle bildirmeseydi ona nasıl karşı koyabilecek bir halde olurduk? Bu işaret hissedilen duyumun içinde yapılacak otomatik bir hazırlıktan başka ne olabilir? Şimdi bütün bu çözümlemelere göre duygulanım halinin sadece organizmada vücut bulan sarsılma ve hareketlere yahut gerçekleşmiş bulunan fiziki olaylara değil, fakat daha çok hazırlananlara, meydana gelmek isteyeceklere karşılık olması gereklidir.” (Bergson, 1990: 36,37). Bu görüşlerden hareketle daha önce değinildiği gibi Bergson, duyumun ne tam olarak dışsallıkla ne de içsellikle açıklanabilmesinden hareketle özgürlük fikrini ortaya koyar. O, insanın özgürlüğünü duyumda, tümüyle dışsal etkinliğin aynısı, bir yansıması durumunda olmayacağını, özgürlüğün yolunun dışsal etkenlerin aynen yansımasının engellenmesine bağlı olduğunu söyler. Burada da bu fikirlerini açıkça ortaya koymuş olmaktadır. O duyumlar arasında bir ayrım yaparak, dış etkilerin nasıl azaldığını ve özgürlüğün yolunun nasıl açıklandığını böylece göstermiş olmaktadır.

Bergson, burada öncelikle özgürlüğün aşamalı olarak ilerleyen bir süreçle gerçekleşeceğini vurgular. Bergson’un buradaki görüşüyle, Boutroux’un varlıktaki aşamalı yapı ile ileri sürdüğü tez arasında bir denklik olduğu ileri sürülebilir. Boutroux’un varlık tabakasında en alt basamakta özgürlükten bahsedilmezken, en üst aşamada belirleyici olan özgürlüktür (Bolay, 1998: 11). Ayrıca buradan çıkarabilecek bir diğer sonuç Bergson’un düşüncesinde ilerlemeci, evrimci bir anlayışın olduğudur. Bergson, duyumun özgürlüğün başlangıcı olması açısından değerli olduğunu, eğer böyle bir anlamı yoksa bir değeri olmadığını özellikle vurgular. Zaten ona göre özgür hareketleri otomatik hareketlerden ayıran duygulanım duyumlardır. Duyumun özgürlüğün sağlanmasında şöyle bir görevi vardır: Duyum oluşacak olan, hazırlanan tepkinin özelliğini açık bir işaretle bildirmektedir. Duyumun kendisi bunu bir tepki olarak vermektedir. Duyumu, bilincin bir tepkisi olarak düşünebiliriz. Bu tepkide, otomatik tepkilere yani dış uyaranlara karşı verilen, bilinçsiz olarak verilen, tepkinin karşısındadır. Böylece, duyum verilecek olan tepkinin özelliğini bize verir. Bergson’a göre biz insanların otomatik tepkiler vermemizi engelleyip özgür bir varlık olmamızın ilk aşamasını bu süreç oluşturur. Bir anlamda duyum bize bir seçme alanı oluşturur. Eğer duyum bu özelliğe sahip olmasaydı, dışsal etkilerin bir yansıması olsaydı insanın özgürlüğü Bergson’a göre ortadan kalkar ve biz sadece maddi unsurların bir sonucu

olurduk. Bergson duyumu bilinçle ilişkilendirerek ve duyumla elde edilen materyalin bilincin kendi kurallarına göre işlemesiyle varılan sonucun hem insanla ilgili doğru bir değerlendirme olduğunu hem de böylece insanın özgürlüğünün yolunun açıldığını ortaya koymuş olur.

Özetlenecek olursa, duyum bizim özne olarak nesne ile olan bağımızı kurmamızı sağlar, böylece Leibniz’in monadları gibi kapalı bir varlık yapısı olmamızdan bizi kurtarır. Duyum bize böylece dış dünyanın etkilerini değiştirebilme imkânını bize verir, böylece özgür olmamızın yolu açılır. Bergson tarafınca bir tercümana benzetilen duyumun, bir bilinç hali olmasıyla birlikte mekânsal özelliklerle de bağı olduğu vurgulanmış olunur. Bizim bilinç unsurlarını bir anlamda mekânsal olarak değerlendirmemizin altında da duyumun hatalı olarak değerlendirilmesi de vardır (Bergson, 1990: 9). Ayrıca duyum ve duyumun farkları, nitelik olarak değerlendirilen bilinç hallerini de şekillendirmektedir. Bu anlamda duyum, yani bilincin oluşmasındaki rolü açısından benin oluşumunda önemli bir role sahip olacaktır. Bergson’un düşüncesinde duyum, maddi etkilerden kaynaklanır ancak sadece buna dayanmaz. Duyum niceliksel olanı nitelik haline dönüştürür. Bergson buradaki kavramsal yapıyla, insanın kendisini oluştururken mekânla, maddi olanla ilişkisini ortaya koymuş olmaktadır. Ancak burada insan bir süre varlığı olarak değerlendirildiğinden ve bedensel yanı tam olarak değerlendirilmediğinden ruh-beden ilişkisi net olarak değerlendirilmez. Bu eserinde bizim bir süre varlığı olmamızın nasıl mümkün olduğunu, maddi olandan nasıl bağımsızlaşabileceğimizden hareketle ortaya koymuştur, denebilir. Bu anlamda bilincin, zihnin nasıl bir yol izlediğini açıklamış olmaktadır. Ruh- beden ayrımını daha sonraki eserinde daha açık bir şekilde kavramsallaştıracaktır. Bu bağlamda şimdi Bergson’un ruh-beden etkileşimini nasıl açıkladığını Madde ve Bellek adlı eseri üzerinden açıklanmaya çalışılacaktır.