• Sonuç bulunamadı

Düşünce tarihinde mekân ile ilişkili çeşitli düşünceler mevcuttur. Mekân ve onunla ilişkili fikirler, felsefî teoriler açısından belirleyici olabilecek bir konuma sahiptir. Bu belirleme bilim için de düşünülebilir. Mekân ve zamanın ne olduğunu belirlemek, eğildiğimiz problemin çerçevesini ve çözüm şeklini de belirler. Mekanla ilgili olarak felsefe sözlüğünde şöyle tanımlar yapılır. “Mekân (İng. space, Fr.espace, Al. Raum) varolanların içinde yer aldığı tüm sınırlı büyüklükleri içine alan uçsuz bucaksız büyüklük. Boşluk, hiçlik durumudur. Sınırsız ortam, sonsuz büyük kap ya da hazne. Üç boyutu yani eni, boyu ve derinliği olan hacim. Yer kaplama.” (Cevizci, 1999: 583) Cevizci ayrıca mekânla ilişkili olarak felsefede üç yaklaşımdan bahsedilebileceğini söyler, bunlar şunlardır: “a) mekânı kap ya da hazne olarak yorumlayan görüşe göre mekân, içine bir şeyler yerleştirilinceye kadar boş olan bir kap olarak varolur. O, içine bir şey konsun ya da konmasın, varolan bir şeydir. Bu çerçeve içinde bazı düşünürler, kap ya da hazne olarak mekânın sonsuz olduğunu, yani dış sınırları bulunmadığını söylerken, diğer bazıları mekânın sonlu olduğunu savunmuşlardır. b) Bağıntısal mekân

görüşü ise, mekânın yalnızca, birlikte varolan şeyler arasındaki, dışsal bir bağıntı olduğunu söyler. Buna göre, mekân aralarında hiçbir şey olmadığı zaman, varolanlar arasındaki şeydir. Şeyler varolduğu zaman, mekân da onlar arasında varolur, fakat şeyler varolmadığı zaman, aralarındaki mekândan da söz edilemez. c) Üçüncü ve sonuncu mekân görüşü mekânı ön planı çıkartan, kap olarak mekân görüşüyle, şeyleri ön plana çıkartan bağıntısal mekân görüşünün bir sentezini yaparak, mekan ve şeylerin birbirlerini tamamladığını öne süren çok yönlü mekan görüşüdür.” (Cevizci, 1999: 584) Mekânla ilişkili olarak Bergson felsefesi bağlamında görüşleri önemli olan düşünür Zenon’dur.

Mekânla ilgili düşünceleri ele alındığında Bergson’un da zaman ile ilgili düşüncelerine karşı geldiği Zenon, mekân anlayışını hocası olan Parmenides’in görüşlerini güçlendirmek yolunda geliştirmiştir. Zenon nesneyi ve mekânı birbirinden ayırmıştır. Ona göre eğer bir mekân varsa o bir şeyin içinde bulunur ve bir şeyin içinde bulunan ise mekânın içindedir. Bu nedenle mekân, mekân içinde olacak ve bu sonsuza dek böyle gidecektir. Bundan dolayı mekân yoktur. Zenona göre mekân, zaman ve hareket olmadığı için, çokluk da yoktur (Erdoğan, 2009: 40). Mekânın varlığı konusunda farklı bir yaklaşım getiren filozof Aristoteles’tir. Aristoteles, mekânın varolduğunu savunur. Ona göre, bir cismin olduğu yerde bir başka cismin meydana gelebilmesi ve bundan dolayı mekânın onu işgal eden cisimden farklı bir şey olması gerektiği temeline dayalı olarak mekânın varlığı ispatlanır. Mekânın önemini cisimlerin hareketleri dolayısıyla durmaları ile ilişkili olan doğal eğilimleri yönünde ortaya koyar (Ross, 2002: 107). Aritoteles aynı zamanda mekânın madde olmadığını iddia eder. Ayrıca evrendeki her şey bir yerdeyken evren bir yerde değildir (Ross, 2002: 108). Form ve madde mekân değildirler, çünkü mekân nesneden ayrılabilecekken madde ve form nesneden ayrılamaz (Bolay, 2005: 75).

Modern düşünce üzerinde derin etkileri olan Descartes, mekân ile maddeyi aynılaştırır. Bunu da cisimlerinin özünün yer kaplama olmasına dayandırır. Descartes’a göre boş mekân olmadığı gibi yerkaplamasız cisim de olmaz. Descartes’ta mekân bu nedenle maddi bir töz olarak algılanmaktadır (Weber, 1993: 219). Mekân ve cisim arasındaki ilişkiyi Descartes şu şekilde ortaya koyar; “..gerçekte yeri oluşturan uzunluk, enlilik ve derinlikçe uzam, cismi de oluşturur” (Descartes, 1992: 113). Newton’un görüşlerine göre ise mekân, zamanda olduğu gibi mutlak anlamda değerlendirilmiştir.

Ona göre mutlak mekân kendi tabiatına veya herhangi bir dış şeye göre değişmez, her zaman aynı kalır ve hareket etmez (Koç, 1984: 4). Newton’a göre mekân, maddeden bağımsızdır ve madde gibi başka bir şeye indirgenemez (Erdoğan, 2009: 227). Newton’a göre, mekân tüm diğer varlıkların koşulu olan zorunlu yapıdır (Cevizci, 1999: 584).

Kant’ta ise mekân, zaman ile birlikte deneyden çıkarılmamış, bütün dış görülerin temelinde bulunan a priori bir tasarımdır. Mekân ve zamana düşünceyle ulaşılamaz, bunlar duyulur görünün salt formlarıdır (Akarsu, 1963: 118). Mekân, Kant’ın felsefesinde bilgimizi sağlayan iki a priori görüden biri olarak işlenmektedir. Zaman ve mekânın mutlak bir gerçekliği yoktur; bunlar ideal, düşünsel varlıklardır. Bu kavramların ideal varlık olmaları, sadece insanın görü yetisinde bulunmalarındandır. Ancak bunlar sırf hayale dayanan kavramlar değillerdir, insan bilincinin genel ve zorunlu kavrayış formlarıdır. Bunların empirik gerçeklikleri, bütün duyulara dayanan algı bilgimizde gerçeklikte olmaları ile ortaya konur. Ancak bu gerçeklik biz insanlara ait olan bir gerçekliktir (Heimsoeth, 2007: 82).

Bilimdeki gelişmelerin ulaştırmış olduğu son teorilerden biri olan genel görelilik ise boş uzay (mekân) olarak düşünülen şeyin aslında görünmez, esnek bir çarşaf gibi olduğunu öngörür. Nasıl çarşaf üzerindeki demir gülle bulunduğu yeri çukurlaştırarak eğilim oluşturuyorsa, uzaydaki bir kütle de bir çukur oluşturur yani uzay ve zamanı büker. Örneğin Newtoncu anlayışta büyük olan kütlenin küçük olanı çekmesi ile uzaydaki kütlelerin eliptik şekilde yörüngede dönmesi sağlandığı düşünülürdü oysaki genel görelilik teorisinde kuvvet veya çekme yoktur, bu teoriye göre bunun nedeni uzaydaki kütlelerin uzayın şeklini bozmaları sonucunda oluşan bükülmelerdir. Büyük gök cisimleri küçük gök cisimlerine göre uzayın dokusunu daha çok deforme ederek büktükleri için küçük kütleler, büyüklerin etraflarından geçerken eğik bir yol izlemek zorunda kalırlar (Uslu, 2010: 46). Genel Görelilik uzayı kaçınılmaz bir biçimde içindeki maddi kütlelere bağlamış ve onların bir sonucu kılmıştır. Madde uzay-zamanın nasıl eğrileceğini belirlediği gibi, uzay-zaman da maddenin nasıl hareket edeceğini belirler (Uslu, 2010: 47).

Bergson’un felsefesindeki ve varlık anlayışındaki ikinci temel kavramsal yapı mekândır, hatta onun düşüncelerini mekâna ait olan özelliklere itiraz çerçevesinde

şekillendirmiş olduğu söylenebilir. Onun mekâna ilişkin görüşlerini anlamak, felsefi anlayışını en iyi şekilde açıklığa kavuşturacaktır. Böylece süre teorisini nasıl oluşturduğu da daha iyi ortaya çıkacaktır.

Bergson, varlık anlayışı bağlamında süre-mekândan oluşan ikili bir yapı ortaya koyar ve bunların kendi yapıları açısından ilişkilerini irdeler. O mekân ile nicel olanı bir anlamda özdeşleştirir. Mekân kavramı üzerine yapılan tartışmalara farklı bir şekilde yaklaşmak gerektiğini vurgular. Bergson’a göre mekânın mutlak bir gerçekliği olup olmadığı meselesi asıl mesele değildir. Bu soru kendi cevabını içinde barındıran bir sorudur ve gerekli de değildir. Asıl sorunun mekânın nasıl bilindiği ve mekânın nitelikle olan bağlantısıdır. Buradan da anlaşılacağı üzere, mekânın varlığı ona göre bir tartışma konusu değildir, yani Bergson, Zenon’un mekânın olmadığı gibi bir sonucunu değerlendirmeye dahi almamaktadır. Ona göre asıl sorun şunlardır, mekân fizik niteliklerin bir yansıması mıdır veya mekân olmadan nitelikler olabilir mi, nitelikler mekânsal değil de, mekân mı niteliklere katılıyor? Bergson’a göre “… Mekânın mutlak bir gerçekliği olduğu meselesine büyük önem vermek doğru değildir; bu belki de mekânın mekânda olup olmadığını sormak gibidir. Özellikle duyumlarımız cisimleri nitelikleriyle birlikte algılıyor; burada büyük güçlük acaba mekân bu fizik niteliklerin bir yüzü, niteliğin bir niteliği mi, yoksa bu nitelikler esasen mekânsal değildir de mekân kendilerine mi katılıyor, yoksa o nitelikler olmasa da kendi kendine yetiyor ve mevcut mu bulunuyor, meselesindedir”(Bergson, 1990: 87).

Burada Bergson, sorunun mekân sorunun ortaya çıkmasının temelinin de, cisimleri nitelikleri ile algılamamız olduğunu belirtir. Onun mekân meselesi ile ilişkili temel belirlemeleri de zaten bu nokta üzerinde toplanmaktadır. Çünkü biz mekânı tanırken, bilirken nitelikler aracılığı ile biliriz, bu durumda saf bir şekilde mekânı bilmenin imkânının olup olmadığı, asıl problem olarak ortaya çıkar. Aynı zamanda biz mekânı zihnimiz aracılığıyla belirlediğimiz için bu konu daha sorunlu bir hal almaktadır. Bergson’un bu konudaki yorumları gittikçe Kant’ın mekan ile ilgili görüşlerine yaklaşmaktadır. Bergson mekânın zihinsel bir sentez olduğunu ve zihin tarafından kurulan bir şey olduğunu iddia eder. Bu sentezi yapan zihin ortadan çekilirse nitelikler de hemen ortadan kalkar (Bergson, 1990: 89). Dolayısıyla burada mekan bir anlamda bizim zihnimizin ürünü olmaktadır. Bu daha önce bahsedilen Kant’ın mekan anlayışını anımsatmaktadır. Kant’a göre de mekân ideal düşünsel bir yapıya sahiptir,

insanın duyusal görüsüdür, bilginin oluşabilmesi için insan bilincinin genel ve zorunlu kavrayış formudur. Buradan da anlaşılacağı üzere, Bergson’da mekânın zihnin bir sentezi olmasını, bu anlamda düşünebiliriz. Zaten kendisi de duyumlar ile ilgili görüşleri bağlamında bu durumu şöyle izah eder. Duyumlar mekânsal değildirler, kendilerine bir şey katılmazsa oldukları gibi kalacaklardır. Bunların bir araya gelmelerinden mekânın doğabilmesi için hepsini birden kavrayıp birbirine katacak bir zihinsel faaliyet gereklidir. Bu anlayışı da Kant’ın duyarlık’ın a priori formu dediği şeye benzetir (Bergson, 1990: 89, 90). Görüldüğü gibi kendisi de bu konu ile ilişkili düşüncelerini Kant ile bağlantılandırmıştır. O mekânsal olan bir şeyin mekânsal olmayandan teori gereği ayrılabileceğini söyleyip (Bergson, 1990: 89) mekânsal olan ve olmayanın sürekli bir birliktelik içinde olduğunun altını çizmektedir. Ona göre böyle bir ayrım yapma tam anlamı ile mümkün değildir, bu sadece teoride mümkündür.

Burada Bergson, duyumlar aracılığı ile gelen etkilerin değerlendirildiklerinin özellikle vurgulamaktadır, çünkü duyum sadece bir yansıma değil, bilinçle ilgili bir süreçtir. Böylelikle mekânsal olan ve mekânsal olmayan bir araya gelmiş olmaktadır. Yalnız mekânın ortaya çıkabilmesi için hepsini birden kavrayıp birbirine katacak bir zihinsel faaliyetin olması gerekir. Mekânın zihinsel bir sentez olması bu anlamda olup mekânın yokluğu anlamına gelmemektedir. Bu tür zihinsel eylemin karakterinin homojen boş bir çevre sezgisi ya da düşüncesi olduğunu, mekânın başka türlü tarif edilemeyeceğini söylemektedir (Bergson, 1990: 90). Burada mekânın temel özelliğinin homojenlik olduğu ortaya çıkmış olmaktadır. Bergson düşüncesinde mekân ile homojen olma durumu arasında çok yakın bir bağ kurulmuştur. O, bu özelliğe dayanarak belirlemelerde bulunmuştur.

Bergson birbirlerinin aynı ve zamandaş duyumları ayırmaya yardımcı olması bakımından böyle homojen bir çevre düşüncesi gerekli olduğunu söyler. Bu da nitelik gibi gerçek olan, ama farklılaşan bir durumdur (Bergson, 1990: 90). Mekânın özelliği olarak homojen bir yapı yanında aynılık ve zamandaşlık ön plana çıkmaktadır. Zamandaşlık, süreden farklıdır ve mekâna ait olan bir özelliktir, mekânı vurgulayan bir husustur ve zihnin mekânı ortaya çıkarmakta şöyle bir derin etkisi vardır: Zihin, kendisine ayrı cinsten bir nitelik gibi verilmiş olan izlenimi aynı cinsten bir nicelik gibi algılar (Bergson, 1990: 91). Zihin niteliği nicelik gibi algılamakta, yorumlamaktadır ve bu mekânsallığı oluşturan etkilerden biri olmaktadır. Zihin burada nitelikleri

aynılaştırarak gerçek farkları da ortadan kaldırmakta, niceliksel bir yapı oluşturmaktadır.

Daha sonra Bergson ‘mekân ile yer kaplama’ yı birbirinden ayırmakta, bunu da zihnin işlevine bağlayarak açıklamaktadır: “homojen bir mekân tasarımı zekânın gayretiyle oluyorsa iki duyumu farklılaştıran niteliklerde de zekânın bir etkisi olmalıdır. Bu niteliklerin mekânda belli, şu ya da bu yeri kaplamları da bu etki dolayısıyladır. O halde yer kaplama algısıyla mekân düşüncesini birbirinden ayırmak lazımdır; bunların birbirlerini içerdikleri şüphesizdir” (Bergson, 1990: 91). Burada özellikle ön plana çıkan düşünceler şunlardır: mekân ile yer kaplamanın birbirinden farklı olduğu, mekânın bir düşünme biçimi, yer kaplamanın bir algı olduğudur. Burada mekânın zihinsel sentez olması özelliği vurgulanırken, yer kaplama algısının maddi olanın doğrudan bir verisi, algısı olduğu ortaya konmaktadır denebilir. Ayrıca zekânın iki türlü bir fonksiyonu olduğu da söylenmektedir, zekâ hem mekânı ve mekânsallığı oluşturmakta hem de duyumları farklılaştırmaktadır.

Zihnin bu iki özelliği dolayısıyla, yani hem niceliksel hem de niteliksel özelliklerde belirleyiciliğinden dolayı, niteliğin ve nicelin birbirine karışması zekânın bu çifte işleyişi ile ilgili olup yer kaplama ile mekânsallık hep birlikte değerlendirilmektedir. Bergson bunlar arasında bir ilişki olduğunu, birbirlerini içerdiklerini söyler ama bunların birbirlerinden farklı olduklarının da altını çizer. Bunu da şu ifadelerle genişleterek anlatır: Zeki varlıklar sırasında yükseldikçe homojen bir fikrinin daha açıkça meydana çıkar. Hayvanlarda bizim gibi üstün bir zeka olmadığından onların bizim gibi dışta olmayı tasarlayamazlar. Bergson hayvanlar için mekânın, bize göründüğü gibi homojen bir yapı olarak sunulmadığını, mekân ve yönün hayvanlarda kendi ince farklarıyla, nitelikleriyle duyulduğunu ve mekân ve yönün hayvanda hiçbir zaman sırf kendisi için şekil almadığı söyler (Bergson, 1990: 91). Bergson böylece insanlarla hayvanlar arasındaki temel bir farkı belirtmiş olmaktadır, Kantçı kavramla söylenirse, Bergson insana ait olan bir yapı olan duyusal görünün ürünü olan mekan kavrayışının hayvanlarda olmadığını vurgulanmıştır.

Hayvanlar mekânı dışsal bir açıdan görememektedirler, içinden yaşayarak mekânla ilişkilerini kurgulamışlardır. Burada bu özelliğin söylenmesi ile insanın bu yeteneğinin şeyleri aynılaştırdığının, hayvanların ise mekânı özellikleri ile yani

nitelikleriyle bildiğinin altı çizilmiş olmaktadır. Bergson bu görüşlerini Yaratıcı Evrim adlı eserinde geliştirerek, içgüdü ve zekâ kavramı dâhilinde ortaya koyacaktır. Bergson burada varlıklar arasında bir derecelendirme olduğunu ki, bu Boutroux’un görüşlerini anımsatır (Bolay, 1999: 325) ve varlık alanında ilerleme olduğunu vurgulamış olur. Bergson homojen mekân fikrinin, zeki varlıkların ilerlemesinde görüldüğünü, gittikçe gelişen bir yeti olarak en açık şekilde insanda görüldüğünü söyler. Bergson’a göre tecrübenin temelini oluşturan alan homojen değildir ve homojen boş bir çevre düşüncesinin bu heterojenliğe karşı bir çeşit reaksiyon gerektirir (Bergson, 1990: 92). O, bizim niteliksiz bir mekân algılamak yahut anlamak yetisine sahip olduğumuzu özellikle belirtir (Bergson, 1990: 92) ki bunu insanın temel özelliklerinden biri olarak ortaya koyar. Homojen olarak kurgulama yetisi soyutlama yetisi değildir ve aynı zamanda soyutlamanın sonucu da değildir, çünkü soyutlamanın olabilmesi için homojen bir mekân ve homojen bir çevre sezgisi gerekir. Ayrıca soyutlama açık ayırt etmeleri, birbirine oranla ayrı kavramları veya bunların sembollerini gerektirir (Bergson, 1990: 92).

Bergson mekân düşüncesini çokluk açısından ise şöyle değerlendirir: “…bir cinsten olan ancak mekândır. Birbirlerinden ayrı çokluğu oluşturan da sadece mekânda bulunan şeylerdir. Zaten bu türlü çokluk ancak mekânda serilmiş olmakla elde edilir. Buradan çıkan sonuç, bilincin anladığı anlamda mekânda ne süre ne de ardıllık olduğudur. Çünkü mekânda yan yana gelme varken bilincin anladığı anlamdaki ardıllık iç içe geçme şeklinde olur. Ayrıca dışımızdaki âlemin ardışık denen hallerinden her biri ancak tek başlarına mevcutturlar. Eğer bilinç bu çokluğu saklıyorsa, saklama dış âlemin bu çeşitli hallerinin onda iç içe girmesi, fark edilmeden kaynaşması ve kaynaşma sonunda geçmişi şimdiye katması sayesindedir. Eğer bu çokluğu birbirlerine oranla da ayırıp dışsallaştırıyorsa bunun da sebebi, kaynaşma olduktan sonra çokluğu esasta olan ayrılıklarında düşünerek (birinin kaybolması ile diğerinin görünmesi dolayısıyla) seçik birçokluk şeklinde algılamasındadır. Bu da çokluktaki parçalarının mevcut bulunduğu mekânın içindeki ayrı ayrı sıralanması, demektir. İşte ancak bu suretle kullanılan mekândır ki hakkıyla homojen denilen mekândır” (Bergson, 1990: 112). Mekânın bir cinsten olması ve ayrılık ilişkisinin mekâna ait olduğunu söylemesi önemlidir. Mekân kaynaşma olmayan birçokluğu içerir. Bunlar mekânın temel özelliklerindendir. Bergson bunu şu şekilde açık bir şekilde ortaya koyarak iki türlü çokluk olduğunu, iki tür realite olduğundan hareketle şöyle dile getirir: “…biz bir homojen olmayan duyumsal

nitelikler, bir de bir cinsten olan mekân gibi birbirlerinden farklı mahiyette iki realite tanıyoruz” (Bergson, 1990: 92).

Bu iki realite arasında karışan ilişkileri ise Bergson şöyle açıklar. Niteliksel olan da niceliksel olan da gerçektir. Devamında “..insan zekasınca açıkça tasarlanan mekan realitesi bizi ayrılıklar yapmaya, saymaya, soyutlamaya ve belki de konuşmaya götürüyor” (Bergson, 1990: 92). İnsanı şekillendiren temel özelliklerden biri olan homojenlik ile insanın oluşturduğu sembolik hayat böylece şekillenmektedir. Mekân homojenlikle tarif edildiğinden ve bu mekânı belirleyen temel özellik olduğundan, homojen ve belirsiz her çevre mekân olacaktır. Ayrıca homojenlik burada her türlü nitelik yokluğu olarak gündeme gelir. Zaman homojen olarak ele alındığında, zamanın mekânlaştırılır. Bergson böyle olduğu halde zamanı mekândan farklı ancak onun gibi homojen bir çevre olarak ele almakta genel olarak uzlaşıldığını söyler. Homojenlik her türlü nitelikten yoksunluk olduğundan homojen iki şeklin birbirinden nasıl ayrılacağı anlaşılmaz bir hale gelir.

Daha sonra Bergson, homojenliğin zamandaşlık ve art arda gelmeye göre iki şekil alacağını söyler. Zaman içinde bilinç hallerinin yayılır göründüğü homojen bir çevre yapılınca birden bire birmiş gibi ele alınır. Bu da onu sürelikten çıkarmaktan başka bir şey değildir. Bu da aslında mekâna yeniden düştüğümüzü haber vermeliydi. Çünkü bilinç olguları, birbirleri içine girer, en basitleri bile bütün bir ruhu aksettirir (Bergson, 1990: 93). Yani mekânsallık zamanda mümkün görünmemektedir, mekânsallık veya yer kaplama zamanla düşünüldüğü takdirde zaman, zaman olmaktan çıkar. Çünkü bu mekânsallığın kendisidir. Bergson bunu şöyle ifade eder: “…homojen bir çevre olarak anlaşılan zaman, saf bilinç alanına mekân fikrinin sokulmasından doğmuş piç bir kavram değil midir?” (Bergson, 1990: 93). Birbirlerinden ayrı olmak ancak yer kaplayan şeylere ait olan bir özelliktir, bilinç olguları esasından birbirlerinden ayrı değildirler (Bergson, 1990: 93).

Bergson mekânın özellikleri olarak şu düşünceleri ön plana çıkarmıştır: Öncelikle mekân homojen bir yapı arz etmektedir. Süre ise heterojen bir yapıdadır. Mekânda aynılık ve zamandaşlık vardır. Mekân kaynaşma olmayan birçokluk içerir. Mekân, yer kaplamadan farklı olarak zihnî bir sentezdir. Bergson mekân ve süre ile yaptığı ayrımın ve bunların gerçeklik olduğunu vurgulaması ile ikici (düalistik) bir

yaklaşım sergilediğini ortaya koyar. Madde ve Bellek’te bu iki alanı birbirine daha yakınlaştırarak, Descartesçı düalizmden daha farklı bir yaklaşım ortaya koyar ve bellek kavramı bağlamında eylemde bunları birbirine yakınlaştırır. Yaratıcı Evrimde monist bir düşünceye ulaşmıştır. O, her şeyin temelinde süreyi görmeye başlamıştır, bilinç, hayat hamlesi gibi kavramları bu minvalde ortaya koymuştur. Hayat ile ilgili görüşlerini de bu bakış açısından değerlendirmekte fayda varmış gibi görünmektedir. Şimdi Bergson’un hayat anlayışını incelenmeye çalışılacaktır.

II. BÖLÜM