• Sonuç bulunamadı

Çağrışımcı Anlayış Doğrultusundaki Ben Anlayışını

II. BÖLÜM

3.1. Ben Anlayışı

3.1.1. Çağrışımcı Anlayış Doğrultusundaki Ben Anlayışını

anlayışı eleştirisi bağlamında ortaya koymuştur. Bu bağlamda ilk önce çağrışımcı anlayışın ne olduğu genel olarak belirlendikten sonra, Bergson’un görüşleri değerlendirilmeye geçilecektir.

Çağrışımcılık idelerin çağrışımını temel zihni süreç olarak alan sistemdir. Bu zihni süreç ile bilincin tüm muhtevası ve fenomenleri açıklanır. Deneyci felsefeden kaynaklanan çağrışımcılık, 18.yüzyılın ilk yarısında kurulmuş ve 19.yüzyıl boyunca gelişmiştir. Çağrışım bir ilke olarak Aristoteles düşüncesinde vardır. Aristoteles belleği çağrışıma dayalı olarak açıklayan ilk düşünürdür. O, çağrışımın benzerlik, zıtlık, zaman ve mekânda yakınlık ilkelerine dayalı olduğunu ileri sürer. Bir teori olarak çağrışım İngiliz empirizmi içinde gelişmiştir. Çağrışımıcılık getirdiği ilkeleri deneysel olgu yalnızca belleğe değil, zihnin diğer unsurlarına da uygulamıştır. Bu akım bunu bilginin açıklanmasında ve idelerin çağrışımında kullanılmıştır. Daha sonra temel psikolojik problem olarak tüm zihni hayata uygulanan çağrışım, zihnin yapısının ve çok karmaşık zihni işlemlerin açıklanmasında etkili olmuştur. Çağrışımcılığın bir diğer uygulaması da fizyoloji alanında olmuş buna bağlı olarak beyin fonksiyonlarının açıklaması çağrışıma dayalı olarak yapılmıştır. Örneğin Hobbes’a göre zihin bilgiyi çağrışım yoluyla kazanır ve çağrışımlar genellikle genel mekanik ilkelerle organize edilirler (Gökalp, 2010: 42).

Çağrışım ilkelerini bir teori olarak düzenleyen Hartley duyumları, sinirlerdeki bir titreşim olarak algılar ve ayrıca imgeler ile ideler üst düzey fenomenlerdir. Bunların oluşumları beyindeki titreşimler sonucu oluşurlar. Beyindeki titreşimler, sinirlerdeki titreşimlerin etkileri, kopyaları olmakta ve böylece Hartley, idelerin çağrışımını, zaman

ve mekânda bir arada oluşan olayların duyusal çağrışımın zihni unsuru olarak görmektedir. O çağrışımcı yorumunu birçok psikoloji konusuna uyarlar, bunlar algı, duygu, dil, hafıza, hatırlama ve imgelemedir (Gökalp, 2010: 43). Ayrıca bu yaklaşımla ilişkili fikir ileri süren düşünürlere örnek olarak, Locke, Berkeley, Hume’un yanında James Mill, John Stuart Mill, Alexander Bain, Johann Friedrich Herbart’tır. Çağrışımcılık ile duyumculuk arasında şöyle bir bağ kurulmaktadır. İnsan zihninin bütün içeriğini duyulardan türeten, edilgin bir alıcı olarak gören duyumculuk, psikolojide tüm zihin içeriklerini birlikli duyumlara indirgemeye çalışan, duyumla gelen malzemeden türeyen bilgiyi çağrışım yasaları ile açıklayan çağrışımcılıkla birleşir (Cevizci, 1999: 272).

Bergson’a göre çağrışımcı determinizm, bütün bir “ben”i ruh hallerinin bir toplamı gibi tasarlar. Bu hallerin en kuvvetlisinde diğer halleri peşinden sürükleyen bir aslan payı etkisi görür. Birbirleriyle kaynaşmış ruh halleri de bu şekilde birbirlerinden açıkça ayrı olarak gösterilmiş olunur (Bergson, 1990: 145). Determinizmin düşmanları bile ruh hallerini birbirlerinden açıkça ayrı olarak gösterme hatasına düşerler. Bergson burada tehlikeli bir belirsizlik olduğunu ve bunun da dilin iç hallerdeki ince farkları gösterecek gibi yapılmamış olmasından kaynaklandığını iddia eder (Bergson, 1990: 146, 147).

Bergson’a göre ‘ben’ herhangi bir eylemde bulunurken, bu eylemin nedeni değişse bile dil bunu tek bir şekilde ifade edecek, dolayısıyla amaçların farklılaştığını ancak böylece vurgulayabilecektir. Ancak burada amacın değiştiği, hiç vurgulanmamış gibi bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu ikisi arasındaki fark amaç olarak gündeme gelip ayrım yapılabilecektir. Fakat hareketin tasarımı bize hiç değişmiyormuş gibi gelir (Bergson, 1990: 147). Buradan hareketle Bergson, çağrışımcılığın kabahatinin, yapılacak eylemin nitelik unsurunu önce ortadan kaldırmasında, sonra da sadece geometrik ve kişisel olmayan kısmını bırakmasında görür (Bergson, 1990: 148).

Bergson çağrışımcılığın somut olaylar yerine zihinde geçen yapma şekiller koyduğunu ileri sürer. Ancak Bergson’a göre olgunun bu şekilde açıklanmasına ve somut gerçekliğin yerine zihinde geçen yapma şekiller koymamıza hakkımız olmadığını söyler (Bergson, 1990: 149, 150). Burada bahsedilen sembol, sınırlanamaz bir bilinç olguları çokluğu olan duygu ve fikrin, mekânsal olan çokluk çevreye serilmesiyle

belirir; o zamanda ayrı sınırlar görecek ve bu sınırlar artık bilinç olgularının kendileri değil sembolleri ya da kelimeler olacaktır. Bilinç hali değerlendirmek için çözümlendiğinde, kişisel olan bir şey kişisel olmayan unsurlara ayrılmış olur, sonra da her biri bir cins fikrini davet ederek bir kelime ile ifade edilir. Bergson, aklımızın mekân fikri ile sembol yaratma gücü ile donanımlı olduğu için çok olan bu unsurları bütünden ayırdığını, fakat bundan o unsurların bütün içinde ayrı olduğu sonucunun çıkaramayacağını söyler. Çünkü bilinç halleri bütünün içinde mekân işgal etmedikleri gibi sembollerle ifade edilmeye bakılmazlar, zira birbirleri içine girmiş, birbirlerinde erimişlerdir (Bergson, 1990: 147).

Bergson’un düşüncesinde ruh, dış âleme üst yüzüyle temas eder. Nesnenin izlenimlerini de bu yüz sakladığı için yan yana algıladığı halleri çağrışımın bitişiklik kanunu ile açıklar. Ona göre bu yaklaşım da çağrışımcı teoriye uygun düşer, çünkü burada basit ve kişisel olmayan duyum bağları vardır. Fakat ruhun derinliklerinde, asıl benin kendisini tekrar tekrar buldukça bilinç halleri de birbiri içine girer ve birbirlerinde erirler, her biri diğerinin rengi ile boyanmış olur. Böylece, her birimizde ayrı bir sevme ayrı bir kinlenme tam olarak oluşur. Bu kinlenme ve sevme bütün bir kişiliği yansıtır. O dilin bunları yansıtamayacağını, yansıtmaya çalışsa bile basmakalıp olacağını söyler (Bergson, 1990: 150). Bergson, yeterli bir derinlik kazanılması şartıyla duygulardan her birinin bütün bir ruhu temsil edeceğini söyler. Bunun olması durumunda ruhun bütün içeriği bu duygularda çınlar. Ruhun bu duygulardan birisinin etkisi altında belirdiğini söylemek, kendi kendini belirlediğini tanımaktır. Bergson dil ile ifade edilen, objektif yönü olarak ortaya konmaya çalışılan ruhun kendisinin değil, hayaletinin, mekâna aksettirilen gölgesinin elde edileceğini söyler.

Çağrışımcılık, ruhu duyumlar, duygular ve fikirlerden ibaret bir bilinç olguları yığınına çevirir ve bu çeşit bilinç hallerinde bunlara verilen isimlerin ifade ettiği şeyden başka bir şey de görmezler. Bergson, bu açıklamalarından hareketle çağrışımcılıktan/ determinizmden şöyle kurtulunacağını, yani özgürlüğün şöyle elde edilebileceğini açıklar: Çağrışımcılığın yaptığını yapmayıp tersine hareket edilirse psikolojik hallerin kişisel renklerini görüp ve bu renklerin her birinde diğer bütün bilinç hallerinin kişisel renklerini görülürse ve bu renklerin her birinde diğer bütün bilinç hallerinin yankılarını bulunursa, kişiyi yeniden inşa etmek için birçok bilinç olgularını çağrıştırmaya gerek kalmayacaktır; çünkü seçmesini bilmek şartıyla bütün bir ruh, bu hallerden tek bir

tanesinin içinde tamamıyla bulunacaktır. (Bergson, 1990: 151) Bergson böylelikle burada determinizmi ortadan kaldırmış olmaktadır. Hemen akabinde bu iç halinin dış belirtisi de artık özgür eylem denilen şey olacaktır, çünkü bütün bir ‘ben’i ifade edecektir. Ona göre bu anlamdaki özgürlük, spiritüalizmin bazen sandığı gibi mutlak bir karakter göstermez, dereceli de olabilir (Bergson, 1990: 151). Özgür bir kararın, bütün bir ruhtan geldiğini, özgür eylemin bağlandığı dinamik seri ‘esas ben’ ile kaynaşmaya meylettiği oranda eylemin de o derece özgür olduğunu iddia eder (Bergson, 1990: 152).

Bergson, başkalarının ifade ettikleri duyguların ben’imizin yüzeyine yerleşerek fikirler olarak katılaştığını ve bunların kişisel duygularımızı yavaş yavaş örten kalın bir kabuk halini aldığını, bunun sonucunda ise ilerde özgür olarak hareket ettiğimizi sandığımızı; fakat daha sonra benliğimizin yüzeyine yerleşen bu arkadaki duygularla hareket ettiğimizi anladığımızı, dolayısıyla yanıldığımızı gördüğümüzü söyler. Eyleme başlayacağımız zaman içimizde bir isyanın kabardığını fark ederiz bu aslında alt “ben”in yüzeye çıkmasıdır. Buna engel olmak da pek mümkün olmamaktadır. Aklın kalıbı altında benin derinliklerindeki kaynama, duygu ve fikirlerdeki gerginliğin artması bu kaynamadan gelir. Bu durumun farkına varırız ama bundan sakınmak istemeyiz (Bergson, 1990: 154).

Bergson’a göre hatıralarımızı iyice incelersek göreceğiz ki bu fikirleri oluşturan, bu duyguları yaşayan hep biz olmamıza rağmen biz, anlaşılamaz bir sebeple bu duyguları bastırırız. Birdenbire karar değiştirmemiz ve bunu karardan önceki haller ile açıklamaya boş yere çalışmamızın nedeni de budur. Hangi sebeplerle karar verdiğimizi bilmek isteriz ama sonuçta sebepsiz, belki de her türlü sebebe aykırı davrandığımızı görürüz. Hatta bazı durumlarda sebeplerin en iyisi de bu olmaktadır. Çünkü bu hallerde yüzeysel bir fikri ifade etmemiş, duygularımız, geçmiş deneyimlerimize tercüman olarak, kişisel yanımızı ortaya koymuş oluruz (Bergson, 1990: 155).

Bergson, insanın güdüsüz olarak da seçebileceğini ispat etmek için sıradan ve hatta hayat ile ilişkisi olmayan hallerde örnekler aramaya gitmenin doğru olmadığını söyler. Çünkü bu eylemleri bir güdüye dayandırarak kolaylıkla açıklayabiliriz. Biz kendimizi ve başkaları hakkındaki belirlemelerimizi, kişinin hayatının en önemli anlarında en net görülen güdüye dayalı olarak oluştururuz. Bergson’a göre ancak biz insanlar bu temel ve belirleyici olarak görülen güdünün tersine davranışlarda bulunuruz.

Biz ne kadar derinden serbest eylemde bulunursak o kadar bu hissedilir sebebin yokluğu ortaya çıkar. Sonuç olarak Bergson asıl söylemek istediğini şöyle ortaya koyar. Biz sebepsiz olarak hatta bütün sebeplere aykırı karar verebiliriz. Bazen sebeplerin en iyisi bu olur, çünkü bu eylemler kendi kişiliğimize dayanan eylemler olmaktadır (Bergson, 1990: 155).