• Sonuç bulunamadı

Sözleşmeci Gelenek ve Direnme Konusu

D- Modernleşme Sürecinde Direnme Hakkı

1) Sözleşmeci Gelenek ve Direnme Konusu

Dışsal bir gücün sürekli müdahalesi olmadan, toplumun kendiliğinden örgütlenme yeteneğine sahip olabileceğini ileri süren liberal bakış; devleti, sadece, bireylerin özgürlük, güvenlik ve baskıya karşı direnme çerçevesi ile çizilen doğal haklarının bekçisi olarak kabul etmektedir165. Liberalizm felsefesi XVII. Yüzyılın başlangıcından itibaren ortaya çıkmış, bireyi, kendi kişiliğine bağlı mülkiyet ve sahiplenme kavramlarıyla tanımlamıştır. Kendi çıkarlarıyla uyumlu olan sözleşmeler dışında ilişkiye girmeme özgürlüğü bulunan bireyi esas alan bu özgürlük felsefesinde devlet, hükümdar ve birey arasında kurulan bir sözleşmenin ürünüdür; sözleşmenin bir kefesinde hükümdarın koruma vaadi, diğerinde ise bireyin, hizmet ve itaat yükümlülüğü vardır166.

Klasik Liberal Akım, devletin soyut ve formel (şekli) bir kurum olduğunu savunmuş; temelde yurttaştan ziyade, iktisadi insanı (homo economicus) önemsemiştir. Liberalizm, kolektif yapılar (toplum, ulus, devlet) karşısında bireyin önceliğini vurgulayan bir felsefedir. Liberaller, daha çok bireyi ilgilendirdiği gerekçesiyle, bireyin çıkarını kolektif çıkarlara kurban eden her anlayışı eleştirirler. Liberalizmin temel ilkesi özetle şöyledir: varlığını başka bir hiçbir şeye borçlu olmayan insan (birey), evrenin en değerli varlığıdır. Aklı ve yetenekleri kendisine yeter; paternalist (himayeci) ilişkiler, onu yozlaştırır. Hiç kimse, üstün bir bilgi iddiasıyla başkasına rehberlik hakkına sahip olamaz. Bu ilke, liberalizmin dayandığı rölativist epistemolojinin mantıksal bir sonucudur167.

Sözleşmecilere göre siyasi toplum, idealistlerin ileri sürdüğü gibi organik bir sürecin tarihte doğal gelişmesinden ziyade, bir dernek veya şirket gibi gönüllü teşkilatlanmalar safında yer alır. Rıza kavramı, sözleşmeci siyasal felsefede çok önemli bir yer tutmakla beraber bu yaklaşımda sözleşme doğasının ne olduğu, önemli bir sorun teşkil etmektedir. Nitekim her bir sözleşmeci filozof, sözleşme kavramını diğerlerinden farklı olarak kullanmış ve farklı sonuçlara ulaşmıştır168.

Örneğin Thomas Hobbes, sosyal sözleşmeyi, uyrukların, egemen erke karşı siyasal yükümlülüklerini haklılaştırmada kullanmıştır. Hobbes’e göre egemen, neyin

164 SARTORY, a.g.e, s. 400-404.

165 ÜSTEL Füsun, “Devlet, -Sivil Toplum- Kamusal Alan ve Yurttaşlık”, Birikim Dergisi, 93/94, s. 127. 166 MACPHERSON C.B., Demokrasinin Gerçek Dünyası, çev., Köker Levent, (Ankara: Birey ve Toplum Yayıncılık, 1984), s. 99.

167 MAHÇUPYAN Etyen, İdeolojiler ve Modernite, (İstanbul: Yol Yayınları, 1986), s. 85.

haklı-haksız, neyin, doğru-yanlış olduğunu belirleyecek olan nihai otoritedir. Çünkü üstün bir güç olmadığı takdirde, tek tek bireylerin, doğal olarak her şeyi yapmaya hakları vardır. İnsan doğasında esas olarak bencillikten doğan çeşitli kavga nedenleri vardır. Kendi güvenlikleri için, insanların her şeyi yapmaya haklarının olması aklın bir gereğidir169. Herkesin her dilediğini yapma hakkını elinde tutması tam bir savaş halidir. Düşünüre göre insanlar, “bir sözleşmeyle herkesin birbirinin kurdu olduğu savaş halinden, devlet haline geçmişlerdir. Egemen, hiçbir zaman bütünüyle haksız olamayacağından, uyruklar, ona karşı direnme şöyle dursun, eleştiriye bile kalkışamazlar. Çünkü bir başkasından aldığı yetkiyle herhangi bir şey yapan bir kimse, yetkisine dayanarak hareket ettiği kişiye haksızlık etmez. Egemenin haksızlığından şikayet eden bir kimse, bizzat kendisinden şikayet etmiş olur. Egemen güce sahip olanların kimi zaman insafsızlık ettikleri doğrudur ama onlar, kelimenin tam anlamıyla, adaletsizlik veya haksızlık etmezler”170 Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, itaatin nedeni insan doğasındaki güvensizliğe bağlandığı için, uyrukların itaati de doğal bir yükümlülük olarak ortaya çıkmaktadır. Hobbes bu düşüncesini şöyle desteklemektedir: “Bir kimse, güveni başka birinin kılıcında buluyorsa, doğa, o kimsenin buna itaat etmesini ve bu yönde gayret etmesini emreder. İtaat yükümlülüğünün düşebileceği tek bir varsayım olabilir; bu da egemen gücün zorla ele geçirildiğinde söz konusudur. Şayet, devletin kökeninin ölüm ve şiddet gibi korkulara dayalı olduğu kabul edilirse, bireyler böyle bir durumda itaat yükümlülüğü altında olmazlardı”171.

Hobbes’un aksine siyasal otoritenin doğasını bir güven olarak açıklayan Locke’a göre, her ne vakit hükümet ciddi ve sürekli olarak bu güveni ihlal ederse, halkın ona karşı direnme hakkı gündeme gelmiş olacaktır. Keza, Locke, güçlü bir doğal haklar savunucusudur. Her şeyden önce O, insanların ancak zincire vuruldukları zaman eyleme geçebileceklerini savunan eski direniş hakkı teorilerinden farklı olarak, şimdi, insanların zincirlenmeyi önleme haklarından söz ederek, tam bir çığır açmıştır172.

Buna göre hükümetler, insanların doğal haklarına saygılı oldukları ölçüde itaat edilmeyi hak ederler. Kanun koyucular, devletin en üstün bir organı olmakla beraber, hiçbir zaman kişilerin yaşamları üzerinde mutlak bir hakka sahip değildirler. Yönetenler, kanundan doğan haklarını kanuna aykırı olarak kullanamazlar. Bu noktadan

169 SNEATH E. Hershey, The Ethics of Hobbes, (Boston: Ginn & Company, The Athentium Press, 1898), s. 31-32.

170 HOBBES Thomas, Leviathan, Chap., XVIII., With an İntroduction By A.D. Lındsay, M.A., (London: J.M.Dent & Sons Ltd. Basıldığı Yıl belirtilmemiş), s.92

171 HOBBES, a.g.e, chap. XX , s. 104

sonra, sözleşmeyi ihlal eden hükümetlere karşı direnme hakkı, sözleşmeden doğan bir hak olarak ortaya çıkar.

Locke’a benzer şekilde, Rousseau, egemenliğin daima halkta kaldığını vurgulamış ve halk egemenliği teorisi geliştirmiştir. Diğer sözleşmecilerin aksine, egemenliğin devredilmesiyle özgürlüğün yok olacağına inanan Rousseau, temsili hükümetin her türüne karşı çıkmıştır. Düşünüre göre, genel irade ile uyumlu davranmak zorunda olduklarından vatandaşlar, daima siyasal bir yükümlülük altında olacaklardır. Her birey, yekdiğeri ile siyasal toplum formunu oluşturmak üzere aralarında bir sözleşme yaptıklarından, doğal olarak genel irade yanılmaz olacaktır173.

Rousseau’nun düşüncesinde devlet egemenliği, kendi hükmü altındakilere dayandığından, egemenlik ile uyrukluk arasında sıkı sıkıya bir bağlılık, hatta bir ayniyet vardır. Egemenlik, dayanışmanın zorunlu bir uzantısı ve tamamlayıcısıdır. Şu halde, devlet egemenliği, bu egemenliğe tabi olanların hürriyetlerinin adeta evrensel bir şekle girmiş ifadesi sayılmaktadır. Bu ortaklık sayesinde her bir ortağın; herkesle birleşerek, kendisine itaati sağladığı varsayımından hareketle, önceki halinden daha hür kalacağı düşünülmektedir. Böyle olunca egemenliğin kullanılmasıyla kamu iradesinin tespit ettiği kanunlara herkesin kendiliğinden uyması doğal bir gereklilik olarak ortaya çıkmaktadır. Her yurttaşın, kamu iradesine bağlı olarak yasalar halinde ortaya çıkan kurallara itaat etmesiyle gerçek özgürlüğü elde ettiği varsayılmaktadır. Şöyle ki, egemenlik prensibine dayanan Rousseau, yasalarda kendi istenciyle karşılaşan bireyin, dışsal bir cebre boyun eğmediğini ileri sürmekte, hiçbir durumda vatandaşlara direnme hakkını tanımamaktadır: “Hükümdarlar, yasalara bağımlı mıdır diye sormak yersizdir, çünkü hükümdarlar devletin bir üyesidir. Yasa, hakka aykırı olur mu olmaz mı diye düşünmemelidir; çünkü hiç kimse kendine karşı haksız davranamaz. Nasıl olurda insan hem özgür hem de yasaya bağlı olur diye düşünülmemelidir. Çünkü yasalar, irademizi tespit eden belgelerdir”174

.

Bundan başka, liberal gelenekte sözleşme kavramı oldukça farklı muhtevalarla kullanılabilmektedir. Demokratik liberalizm geleneğinde siyasi yükümlülüklere çerçeve oluşturabilecek tanım skalasında başlıca üç yaklaşım vardır. Bu yaklaşımlar, sırası ile Locke

173 MEDİNA, a.g.e., s. 6.

174 ROUSEAU J. J, Toplum Anlaşması, çev. GÜNYOL Vedat, (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1997), s. 53-54. Bu konuda oldukça detaylı bir çalışma için bkz. ABADAN Yavuz, “Tabii Hürriyet ve

(gerçek rıza liberalizmi), Kant (hipotetik rıza liberalizmi) ve Hume (faydacı liberalizm)’ un düşünceleri ışığında geliştirilmiştir175.

Siyasal yükümlülük ve direnme hakkının orijinini açıklamakta, oldukça rağbet bulan rıza-temelli sözleşmecilik düşüncesi, Hume tarafından tarih-dışı olmakla tenkit edilmiştir176. Hume’a göre, insanlar ancak bir itaatin faydalı olduğuna inanmaları halinde bir sözleşme mümkündür. Siyasal otoritenin, şimdiki toplumun atalarının kabul ve rızası ile ortaya çıktığını varsaymış olsak bile, Hume göre bundan, bu günün nesillerinin, ahlaken orijinal anlaşma ile bağlı oldukları sonucu çıkartılamaz177. Bu itiraz, geçmişin rızasını bu günkü yükümlülüğe teşmil eden Locke’cu anlayışın bir hayli uzağındadır. Bir insanın istediği takdirde siyasal toplumdan ayrılma hakkı ve imkanına sahip olarak belli bir hükümetin yargılama yetkisi altında yaşamasının, zımni (örtük) rızaya delil olamayacağını ileri süren Hume, bununla, insanların memnun olmadıkları hükümetler yüzünden her şeylerini terk ederek başka yerlere gitme alternatifine sahip oldukları doğrultusundaki tezlerin yanlış ve tutarsız bir mantığa dayalı olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır. Siyasal itaati, faydayı esas alarak haklılaştıran düşünür, insanların yalnız faydalarına yarayacak ülke kanunlarına itaat yükümlülüğü altında olduklarını belirtmekte, kanunlar genel refahlarını olumsuz yönde etkiliyorsa bu durumda da insanların faydalarını gözeterek, itaatsizliği tercih etme hakkını savunmaktadır. Hangi şeyin\ kuralın faydasız, dolayısıyla direnmeye konu olabileceği hususunda şöyle bir kıstasa dayanılmaktadır. Neyin faydalı olduğunu belirleme hükümetlerin eylemi olamaz. Dillerin gelişimi gibi, hukuk(kurallar) planlanarak oluşturulamaz. Bu kurumların gelişiminde “faydalılık” faktörü yatmaktadır. Ancak, toplumsal teamüllerle oluşan adalet normları faydalı\ adil olabilir. Faydasız olanı reddetme doğal bir tepkidir178.

Kısaca, Hume’a göre insanların, bir devletin yargılaması altında yaşamaları gönüllü bir itaatin karinesini oluşturmaz. Düşünür, başkaca nedenler yanında özellikle korkunun, itaatin nedeni olabileceğine işaret ettikten sonra, bireylerin, insan olmaları dolayısıyla sadece “doğal 175 BERAN Harry, The Consent Theory of Political Obligation, (New York: Croom Helm in association with Methuen İnc., 1987), s. 56-61.

176 Böyle bir sonuç, Hume’un bilgi sistemiyle uyumludur. Hume, akılla (a priori sonuçlar çıkaran akıl) deney arasında yaptığı ayırımda deneyin yanında yer alır. Deney ve gözleme dayanmayan her türlü varsayımdan kaçınır. Liberal düşüncenin kurucularından Hume, siyasi konularda bile akıl ile deneyi birbirinden ayırmaktan daha faydalı bir şey olamayacağına inanır. Bunu doğrulamak için şöyle bir örneklendirmeyi seçer: “Mesela, hükümetlerin kayıt ve sınır altına alınmaları ve kanuna uygun bir yürütme (constitution) düşüncesi; ya insan tabiatının güvenilmezliği üzerine düşünerek hiçbir insana sınırsız otorite emanet edilemeyeceğini mantık yürütme yoluyla kanaat getirmekle, veya her çağda ve her memlekette tedbirsizce bağışlanan bir güvenin ne büyük suiistimallere varmış olduğunu bize haber veren deney ve tarih bakımından savunulabilir.” HUME David,

İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma, çev. EVRİM Selmin, (İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, 1974), s. 64-65.

yükümlülükler” ve “faydalılık” yükümlülüğü ile bağlı olabileceğini savunmaktadır. Buna göre adalet, özel mülkiyete saygı, ahde vefa gibi doğal yükümlülükler olmadan sivil ya da siyasi toplumun bütünleşmesi imkanı yoktur. Diğer yandan Hume, genel faydayı artırıyorsa ya da bununla uyumluysa, ancak bu durumda, itaatin bir gereklilik olarak ortaya çıkacağını belirtmektedir179.

Bu görüşlerin, 1776 Amerikan ve 1789 Fransız devrimlerini hazırlayan faktörler üzerinde derin etkileri olmuştur. Özellikle, iktidarın kaynağını halka indiren Rousseau’nun, devletin varlık nedenini kamu hizmetleri olarak tespit eden düşüncelerinin bu yolda çok önemli bir yeri vardır.