• Sonuç bulunamadı

1.2. Türk Ulusal/Milli Kimliğinin İnşası ve Hasan-Âli Yücel’in Katkıları

2.2.2. Yurttaşlara Bir Araç Vasıtasıyla Sesleniş:

2.2.2.2. Retoriksel Teknik ve Stratejiler

Yücel, radyo konuşmalarında söylediklerini pekiştirmek, güçlendirmek için sık sık otoritelere atıf yapmıştır. Konuşmalarında üç tür otorite figürü açığa çıkmıştır. İlki ve en güçlü otorite figürü, neredeyse her konuşmada mutlaka adından bahsedilen İsmet İnönü’dür. İkinci otorite figürü “ileri memleketler” ya da “garplı medeniyetler” olarak adlandırılan ülkelerdir. Üçüncü ve son otorite figürü ise konuşmalar boyunca bir kez yer verilen uzmanların, bilim insanlarının görüşleridir.

Yücel, hemen hemen her metninde İnönü’nün eğitime ilişkin sözlerinden, gazete yazılarından, makalelerinden alıntılar yapmıştır. Örneğin, 14 Kasım 1940 tarihli konuşmasında İnönü’nün bilgi ve ilerleme ilişkisine yer verdiği bir metninden yapacağı alıntıları “Milli Şefimizin, senelerden beri sözleri ve hareketleriyle telkin etmiye ve tahakkuk ettirmiye çalıştığı şu hakikati burada tekrar etmek, Maarif Vekiliniz sıfatıyla benim için hem zevk ve hem bir vazifedir” sözleriyle aktarmıştır. 17 Nisan 1944 tarihinde Köy Enstitüleri Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmasında “Bize bu davanın hallinde de baş ve önder olan Yüce Başbuğumuz, Büyük İnönü’nün şu sözlerini gönüllerinize yazınız” sözleriyle İnönü’den alıntılar yapmıştır. 22 Nisan 1945 tarihinde “Büyük İnönü’nün 17 Nisan, Köy Enstitüleri’nin kuruluşu gününde yayınlanan makalelerini, kendim için ve sizin için buradan bütün yurda tekrar edeceğim”

sözlerinin ardından makaleden pasajlar okumuştur. Yücel, doğrudan İnönü’nün sözlerine yer vermediği konuşmalarında da bir vesile ile adını anmıştır. Örneğin:

Son seyahatimizde, yer yer gezdikçe, kahve ve han köşelerinde yatarak tahsillerini yapan çocuklar için yurtlar kurulmasını daima telkin etmiş olan Büyük Şefimiz İnönü’nün sevineceği talebe yurtları gördüm (22 Nisan 1943).

Okul dışında kalmış ve öğretmen bulamamış boynu bükük bir Türk çocuğu bile bırakmamak için çalışmakta olduğumuzu anlayarak çocuk bayramlarını kutlamalıyız. Milletimiz içinde bunu en iyi bilen ve tok sesiyle en iyi anlatan, Şefimiz ve Cumhurbaşkanımız İnönü’dür (22 Nisan 1945).

Türk milleti içinde okuma yazmanın iyiliklerinden yoksul kalmış bu türlü vatandaşların duydukları acıyı yüreğinde sızlaya sızlaya en çok hisseden insanın, Şefimiz ve Başbuğumuz İnönü olduğunu unutmayın (23 Mart 1943) gibi.

Yücel’in radyo konuşmaları boyunca argümanlarını desteklemek, güçlendirmek amacıyla başvurduğu ikinci otorite figürü “garplı medeniyetler”dir.

Batılı yaşam biçimi açısından hem bir model hem de hükümetin yaptıklarını doğrulamak için bir otorite figürü olarak ele alınan “garplı ülkeler”e konuşmalar içinde, özellikle medenileşme ve ilerleme teması bağlamında atıf yapılmıştır.

Bunun yanı sıra, eğitim alanına ilişkin formel kurallar ve kanunlar bağlamında da garplı medeniyetler olumlu örnek olarak konuşmalar içinde yer etmiştir. Örneğin, okullardaki sigara yasağını desteklemek için “Birleşik Amerika Cumhuriyeti”, İngiltere, İsveç, Kanada ve Japonya’nın kanunlarını örnek göstermiştir.

Konuşmalar boyunca bir kez yer verilmiş olmasına karşın, Yücel bir başka otorite figürü olarak da bilim insanlarının görüşlerine de atıf yapmıştır. Tütünün zararlarından bahsettiği konuşmasında, Amerikalı Profesör Seaver’in araştırmasından, Amerika Harvard Üniversitesi’nin gençler üzerinde yaptığı araştırmadan, Frayburg Üniversitesi Kadın Kliniği’nde yapılan araştırmalardan argümanlarını desteklemek için yararlanmıştır. Ayrıca, İstanbul Üniversitesi Tıp Müfredatı ve Farmakodinami Ordinaryüs Profesörü Dr. Akil Muhtar Özden,

Uzman Hijyen Ordinaryüs Prof. Hirsch gibi bilim adamlarının adını anarak tütünün zararları konusunda uzmanlardan raporlar talep ettiğini belirtmiştir (16 Şubat 1942).

Yücel radyo konuşmaları boyunca diğer konuşma türlerinde yer almayan örnekleme, hikâye anlatımı, basit metaforlar gibi söylediklerini somutlaştıracak retoriksel figürlerden yararlanmıştır. Yücel’in başvurduğu retoriksel figürleri yalnızca dil kullanıma özgü bir özellik olarak değerlendirmemek gerekir. Politik konuşmanın önemli araçları arasında yer alan retoriksel figürler siyasal seçkinlerin toplum/ birey algısını da gösterir nitelikli kullanımlardır. Yücel’in radyo konuşmalarında özellikle kırsal kesimde yaşayan insanlara yönelik konuşmalarında açığa çıkan figürlerin niteliği yani gündelik hayattan alınmış basit örnekler, soyut düşünce yerine somuta dayalı anlatılar seçkinlerin halk algısının retoriklerine yansımış bir görünümüdür. Cahil, reşit olmayan, yetiştirilmesi gereken kişiler olarak görülen halk yığınlarına yani dinleyicilere

“anlayacakları dilde” hitap edilmiştir. Özellikle, köylerde yaşayan insanlara, kendi söyleyişiyle “köylü yurttaşlara” seslendiği konuşmalarında köy yaşamından alınmış motiflerle süslü basit örneklere yer vermiştir. Adeta bir çocukla konuşuyormuş izlenimi veren örnek seçiminin nasıl ve ne biçimde kullanıldığını gösterebilmek amacıyla teknik bilginin insan yaşamındaki önemine ilişkin açıklamalarına aşağıda yer verilmiştir:

Denizde balık, tarlada pancar, toprağın altında demir, kömür… Balık denizde iken karın doyurur mu? Tarladaki pancar ile şekerli kahve içilir, hamur tatlısı yenir mi? Toprağın altındaki demir, sapan kaması, kılıç, tüfek, makine olur mu? Yerin dibindeki kömür bizi ısıtır mı? Hüner, denizden balığı çıkarmak; günler, aylar, hatta senelerce bozulmadan saklayıp memleketimizin her tarafına yaymaktadır. Tarladan pancarı almak, fabrikaya götürüp onu toz ve kesme, güzel şeker yapmak gerekir. Yerin

altından madenlerimizi çıkarmak, işlemek ve fayda verecek hale getirmek lazımdır. Bütün bunlar yapılmadı mı denizlerimizde dünya kadar balık varken soframızdan etsiz kalkarız, tarlamızda yığın yığın pancar dururken çocuklarımıza şekersiz süt veririz, topraklarımız altında tonlarca demir pineklerken demirsizlikten yapı yapamayız, kömürsüzlük yüzünden soğuktan donarız, fabrikamızı işletemeyiz (22 Nisan 1942).

Yukarıdaki açıklamaları takiben Yücel, bilimsel bilginin toplumsal hayattaki yeri ve önemini “sıtma ve sivrisinek” örneği üzerinden açıklamayı tercih etmiştir:

Sıtmanın sivrisinekle kanımıza giren, bir hayvancıktan gelme hastalık olduğunu bilmediğimiz zamandır ki, yatırlara gidip çaput bağlayarak, yahut belimize, bileğimize okunmuş iplikler geçirerek iyi olacağımızı zannederiz.

Bu sıtma yapan sivrisinekler, göklerimize gelebilecek düşman uçaklarından daha çok bize telefat verdirirler. O zaman uçaklarla savaşmak kadar bomba yerine mikrop atan bu kanatlı düşmanlarla dövüşmek zorundayız. Sıtmadan kurtulmak için elde etmek gereğinde olduğumuz bilgi basittir. Basittir ama Türk Milletinin bu yoldaki bilgisizlik yüzünden verdiği canlar, Abdülhamit zamanında Yemen’de ölen, yahut geçen Büyük Harpte cephelerde Tanrı rahmetine kavuşan şehitlerimizden az değildir. (…) Çare? Çare basit:

Kinin… Fakat kinini yapmak lazım. Bunun için de kimya bilenleriz olacak.

Kınakınayı bulacaksınız ve yapacaksınız; fabrikalarınız olacak, onları işleteceksiniz. Doktorlarınız olacak; onlar, bildiğiniz sıtma mücadelesinde olduğu gibi yer yer gezecekler, hastaları görecekler, sıtmanın nevilerine göre iyileştirme usülleri bulacaklar ve yayacaklar; bataklıklar kurutulacak, onları kurutmasını bilen mühendisler olacak; pirinç eken çeltikçiler, sade para kazanmayı düşünmeyecekler, usulünde yolunda kanallar yaparak çeltikleri verimli kılacaklar… Bakın, bir sivrisinek, bir sıtma, bizi ne kadar şeyler öğrenmeye, ne büyük işler yapmaya zorluyor?

22 Mart 1943, İlköğretim Davamız başlıklı konuşmasında, kırsal kesimde yaşayan ve çocuğunu okula göndermeyen ana-babaları ikna etmek için retoriksel sorular ve örneklere dayalı açıklamalardan yararlanarak şöyle seslenmiştir:

Tarlada kuş kovalamak, pınardan bir testi su getirmek, memedeki kardeşini avutup beşiğinde sallamak, birkaç kuzuyu çayırda, birkaç sığırı bayırda otlatmak, çamaşır yıkayan anasına yardım ettirmek gibi bahanelerle çocuğu okula yollamamak doğru olur mu? … Devletin gönderdiği öğretmenin harcadığı emekleri yok etmek yazık değil mi?

Yücel’in radyo konuşmalarında geçen bir diğer retoriksel teknik de hikâye anlatımıdır. –Mişli- geçmiş zamanda söylenen, kimi zaman kişisel deneyimleri

içeren hikaye anlatımının ilk örneği 14 Kasım 1940 tarihli Tasarruf ve Yerli Malı Haftası dolayısıyla yaptığı konuşmasında açığa çıkmıştır. Tasarruf ve tutumluluğun farkına işaret ederken şunları anlatmıştır:

Bir gün İstanbul’da gezerken küçük ve güzel bir caminin tesadüfen ismini öğrenmiştim. “Sanki Yedim Camisi”. Bunu yaptıran zat dehşetli cimri imiş.

Canının çektiği bir şeyi gördüğü vakit, o şeye bakıp “sanki yedim” der ve onu almak için sarfedeceği parayı bir cebinden çıkarıp öbürüne koymak suretiyle saklarmış. O kadar ki peyniri bir kavanoza koyar, ekmeği üstünden sürmekle kendini katıklanmış sayarmış. Bu, yüzde yüz mahrum hayatın sonunda cami gibi insani bir gaye ile yaptırılacak bir bina vücuda getirmiş olmasına rağmen, Allahın kendisine emanet ettiği binaların en kıymetlisi vücudunu harap etmiş. Biz tasarrufu bu Sanki Yedim Camisi’nin banisi gibi anlamamalıyız.

Hikaye anlatımının bir örneği de “iç ve dış temizliği” adını verdiği hijyen ve ahlak eğitimi temasında yer alır:

Çocukken işitmiştim. Üstü başı perişan, eli yüzü yıllarca su görmemiş bir dervişe sormuşlar; erenler niçin böyle pis ve bakımsız yaşıyorsun? Derviş cevap vermiş; içimi temizlemekten dışımı temizlemeye vaktim olmuyor…

Acaba hakikat böyle midir? Hiç zannetmiyorum, aksine inanıyorum (23 Nisan 1941).

Hikâye anlatımının yanı sıra karşılıklı konuşma repliklerine dayanan, halktan birileri konuşuyormuş gibi kurgulanan, diyaloglara dayalı teatral bir anlatıma da yer vermiştir. Yalnızca radyo konuşmalarında kullandığı bu tekniğin bir örneği aşağıda sunulmuştur:

Kimbilir, sözlerimi dinleyenler arasında okuma yazma bilmeyen yurttaşlar, nasıl içleri yan yana kaygılara dalıyorlar? Bu zavallılar, içlerini çekerek belki de şöyle diyorlar:

- Ah… ne olurdu, bizi de okutsalardı; biz de okuyanlar gibi olsaydık.

Mektuplarımızı kendimiz yazar, hesaplarımızı kendimiz yapardık. Böyle ele güne muhtaç olmazdık.

… Bu zavallı insan bir köşeye büzülür, kabuğunun içine çekilir ve boynunu büküp mukadderini bekler. Günün birinde artık her şey elden çıktıktan, her fırsat kaçtıktan sonra yine acı acı hayıflanır:

- Ne yapalım, ‘okumuşun nasibi dam altında, cahilin ki dağ ardındadır’ der (22 Mart 1943).